MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Forum Statistics
Members:» Members: 27
Latest member:» Latest member: Fahriye
Forum threads:» Forum threads: 17,806
Forum posts:» Forum posts: 20,489

Full Statistics Full Statistics

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)



Talmud Nedir?

Talmud (İbranice: תלמוד), Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dinî metinlerdir. İbranice lamad (öğrenmek) kökünden gelir. Mişna ve Gemara bölümlerinden müteşekkildir. Talmud'un iki versiyonu vardır: 3. ila 5. yüzyıla ait olduğu kabul edilen[1] ancak daha eski dokümanları da içeren Babil Talmudu ve daha eski olan Filistin ve Yeruşalayim (Kudüs) Talmudu.[2]

Yahudilikte önceleri Sözlü Tevrat olan Tora Şebealpe daha sonraları Mişna ismiyle yazılı hale getirilmiştir. Mişna temel olarak Musevi Ceza hukuku olarak tanımlanabilir daha sonraları Hahamlarca Mişna'nın daha derinlemesine açıklamaları yapılmış ve buna Gemara adı verilmiştir.

Mişna

Sözlü kanunlar ilk defa olarak Rabi Yehuda HaNasi tarafından derlenmiş ve Mişna (משנה) adı verilmiştir. Mişna, İbranice tekrarlayarak belleme anlamındaki Şana kelimesinden gelir. İbranice olarak kaleme alınmıştır.

Mişna 6 Bölümden oluşmaktadır, bunlara İbranice sedarim (tekili seder סדר) denir. Bu altı bölümden her biri kendi aralarında 7 ila 12 alt bölüme ayrılır bu her alt bölüme de İbranice masehtot (tekili masehet מסכת) denmektedir. Mişna’da Toplam 63 altbölüm bulunmaktadır. Bunlar:

    Birinci Bölüm: Zeraim ("Tohumlar"). 11 alt bölümden oluşur. Tarımla ilgili kanunlar ve Kohen, Levi, Fakir ve Hastaların payları ile ilgili bölüm.
    İkinci Bölüm: Moed ("Kutsal Günler"). 12 alt bölümden oluşur. Yahudi Takvimi, Bayramlar ve bunlarla ilgili hükümler.
    Üçüncü Bölüm: Naşim ("Kadınlar"). 7 alt bölümden oluşur. Evlenme, boşanma, kadın erkek ilişkileri ve Nazirlik ile ilgili hükümler.
    Dördüncü Bölüm: Nezikin ("Zararlar"). 10 alt bölümden oluşur. Yahudi Ceza ve Medeni Hukuku ve Mahkemeler üzerinedir.
    Beşinci Bölüm: Kodşim ("Kutsal Şeyler"). 11 alt bölümden oluşur. Tapınak’daki kurban törenleri ve yenmesi yasak ve mübah olan yiyecekler hakkındadır.
    Altıncı Bölüm: Taharot ("Temizlik, Arılık"). 12 alt bölümden oluşur. Arınma ritüellerini ve kanunlarını hakkındadır.

Biçim ve Üslubu

Mişna biçimi genellikle iki din bilgesinin soru cevabı biçimindedir. Soru sorana makşan, cevaplayana ise tartzan denir. Bu fikir alışverişi de Gemara’nın yapıtaşlarını oluşturur

Mişna metni yaklaşık MÖ 100 ile MS 200 yıllarında yaşamış hahamların deyişlerini içermektedir. Bu hahamlara Tanaim, “öğretmenler” denir. Bu gruba Rabi Şimon Ben Zakay, Rabi Şimon Bar Yohay, Rabi Akiva ve Rabi Yehuda HaNasi gibi büyükler hahamlar dahildir.

Gemara

Bundan yaklaşık 300 yıl kadar sonra Babil’de ve İsrail’de Büyük Hahamlar Komitesi toplanmış ve Mişna’nın analizini yapmışlardır. Bu analize Gemara (גמרא) adı verilir ki Tamamlama anlamına gelir. Talmud Aramice olarak kaleme alınmıştır.

Gemara metnini oluşturan Hahamlara Amoraim, “açıklayıcılar ya da “yorumcular” denir. Bu gruba Rav Aşi, Rav Yohanan dahildir.

Gemara, Mişna’nın 63 alt bölümünden sadece 37 tanesinin analizini yapmıştır bunlar:

    Birinci Kısım: Zeraim ("Tohumlar"). 1 alt bölümden oluşur.
        Berahot
    İkinci Kısım: Moed ("Kutsal Günler"). 11 alt bölümden oluşur.
        Şabat
        Eruvin
        Pesahim
        Şekalim
        Yoma
        Suka
        Beitsa
        Roşaşana
        Taanit
        Megilla
        Moed Katan
    Üçüncü Bölüm: Naşim ("Kadınlar"). 7 alt bölümden oluşur.
        Hagiga
        Yevamot
        Ketubot
        Nedarim
        Nazir
        Sota
        Gitin
    Dördüncü Bölüm: Nezikin ("Zararlar"). 8 alt bölümden oluşur.
        Kiduşin
        Bava Kama
        Bava Metsia
        Bava Basra
        Sanhedrin
        Makat
        Şevuot
        Avoda Zara
    Beşinci Bölüm: Kodşim ("Kutsal Şeyler"). 9 alt bölümden oluşur.
        Horayot
        Zevahim
        Menahot
        Hulin
        Behorot
        Erhin
        Temura
        Keritut
        Melia
    Altıncı Bölüm: Taharot ("Temizlik, Arılık"). 1 alt bölümden oluşur.

        Nida

Agada

Talmud’un içinde yer alan detaylı ve anlaşılması zor açıklamaları ve analizleri daha eğlenceli hale getirmek havayı hafifletmek için, hikâyeler, fıkralar, vecize ve efsanelerle daha çekici hale getirmek için yazılmıştır yaklaşık Talmud’un %30’unu meydana getirir.

Bu hikâyeler Yahudi halkı için hayati önem taşımaktadır çünkü Yahudi kanunu Tevrat’taki bir cümleyi okuyup onu sözcüğü sözcüğüne hiçbir zaman uygulamamıştır.

Örneğin Tevrat’ta geçen göze göz, dişe diş sözü "Eğer biri seni kör ettiyse, sen de gidip onu kör etmelisin" şeklinde anlaşılmaz ve Yahudi kanununda böyle uygulanmaz. Yahudi kanununa göre: Toplumda iki kör kişinin ortaya çıkmasının kime ne yararı olacaktı? bu yüzden bu söz her zaman iki düzeyde anlaşılır:

    Adaletin orantılı olması gerektiği (bir göz için bir hayat değil)
    Bir gözün değerine karşılık bir gözün değeri, yani maddi hasarlar için.

Kudüs Talmudu ve Babil Talmudu

Sadece bir Mişna olmasına rağmen iki farklı Gemara bulunmaktadır Yeruşalmi ve Bavli dolayısıyla bu her iki Gemara farklı iki Talmud oluştururlar.

O yıllarda Yahudi nüfusun büyük bir bölümü Roma İmparatorluğu’nun sınırları dışında Babil’de yaşıyordu, Babil'deki hahamların tartışmalarından derlenmiş olan Gemara'dan oluşan Talmud'a Talmud Bavli veya Babil Talmudu denildi. İsrail toprağında ise ayrı tartışmalar yer aldı, bunlardan oluşturulan Gemara'dan oluşan Talmuda ise Talmud Yeruşalmi ya da Kudüs Talmudu denildi. (Gerçekte Kudüs Talmudu Kudüs'te değil, Sanhedrin’in bulunduğu Tiberya’da yazılmıştı ancak Sanhedrin’in bulunduğu yere saygı ifadesi olarak Kudüs Talmudu ifadesi tercih edilmiştir).

Kudüs Talmudu, Babil Talmudu'ndan çok daha kısa, anlaşılması çok daha karmaşıktı çünkü düzenlenmesi aceleye gelmişti. O yıllarda İsrael’deki durum, Yahudiler için çok daha istikrarlı olan Babil’deki ortamdan çok daha kötüydü. Bu sebeple Yahudi Haham okulları olan yeşivalarda çalışmalar Babil Talmudu ile yürütülür.
Talmud Yeruşalmi (Kudüs Talmudu)

İsrailli Akademisyenlerin yaklaşık Mişna’yı 200 sene analiz etmeleri neticesinde ortaya çıkmıştır. Rav Muna ve Rav Yossi tarafından birlikte kaleme alınmıştır

Talmud Bavli (Babil Talmudu)

Kudüs Talmudun’dan yaklaşık 100 yıl kadar sonra Babilli Musevi Akademisyenlerin Mişna’yı analizleri sonucu kaleme alınmış Kudüs Talmud’undan çok daha kapsamlı bir derlemedir. Rav Aşi ve Ravina, 550'li yıllarda Babil Yahudi Topluluğunun önde gelen iki lideriydi. Rav Aşi 427 yılında öldüğünde Talmud’un ilk versyonunu yazmıştı, onun ölümünden sonra Ravina onun çalıştırmaları daha da geliştirdi.. Bu çalışma Savoraim ya da Rabbanan Savoraei tarafından (Talmud Sonrası Hahahmlardan), devam ettirildi. Yaklaşık 250 sene kadar süren son çalışmalarla 700 yılına doğru son şeklini aldı.

Babil Talmud’un modern basımı Mişna’nın tamamını ve 37 Alt bölümünün Gemara’sını içerir. 5894 sayfa 2.5 milyon kelimeden fazla kelime içerir.

Talmud’un Çift sayfa olarak yazılır ve bu sağlı sollu sayfalara Daf adı verilir A ve B dafları bulunur ve “Altbölüm daf a/b” formatında ifade edilir (Şabat 20/b)

Babil Talmud’unun ilk yorumları Raşi (Rabi Şlomo Yitsaki, 1040-1105) tarafından yapılmıştır. Yorumlar çok ayrıntılı bir biçimde tüm Talmud’u kapsar, neredeyse bütün kelimeler açıklanır. Yorumlar Tosafot ("Ekler") olarak bilinir ve Dafların daha kolay anlaşılmasını sağlar
Konular

Talmud’u okumak çok sayıda argümanı okumak anlamına gelir. Her sayfada hahamlar sürekli tartışır. Bu tür bir tartışmaya (amacı gerçeğin özüne ulaşmak olan) pilput denir. Bu sözcük yeşiva dünyasının dışında ise olumsuz bir çağrışıma sahiptir çünkü bu tartışmaları okuyan eğitimsiz kişinin gözünde hahamlar sadece kılı kırk yarmaktadır.

Hahamların gündelik yaşamda hiçbir uygulaması olmayacak konular üzerinde bile tartışmasının nedeni gerçeğe soyut bir şekilde ulaşmak, prensibi ortaya çıkarmaya çalışmaktı. Bu hahamlar gerçeğin ne olduğunu anlamak ve doğru olanı yapmakla ilgileniyordu.

Önemli bir başka nokta ise hahamların hiçbir zaman büyük konular hakkında tartışmadıklarıdır. Domuz yemek ya da yememek, Şabat günü ateş yakılabilir mi yakılamaz mı gibi konularda bir tartışma bulmak mümkün değildir. Bu konularda tam bir anlaşma söz konusudur. Sadece küçük ayrıntılar tartışma konusudur.

Bugünkü Talmud’un çevre metni Rişonim’i, yani ilkler'i de içerir: Şulhan Aruh olarak bilinen Yahudi kanunun 16. yüzyıldaki yazarı Rabbi Yosef Karo’dan önce gelen haham otorileri. Rişonimler'in en önde gelenleri arasında Raşi, öğrencileri ve soyundan gelenler, Tosafos’un baş yazarları olan Maimonides ve Nahmanides de yer alır.

Talmudun kullanımı

Talmud Yeşiva adı verilen haham yetiştiren okullarda, okutulur. Bu okullarda öğrencilere gereken Arapça ve Aramice dilleri öğretildikten sonra sınıfça grup halinde bir imam eşliğinde her bir alt bölüm üzerinde uzun ve hararetli tartışmalar yapılır.

Kaynak ve Dipnotlar

Wikipedia
MÜŞEBBİHE

Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur’ân-ı kerîm’deki müteşâbih âyetleri zâhir (görünüşteki) mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el, yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden sapık fırka.

Bid’at fırkalarından biri olan müşebbihe, esasta ikiye ayrılır. Birincisi, Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir (Bkz. Mücessime). İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına benzetenlerdir.

Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn; Kur’ân-ı kerîm’deki Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili âyet-i kerîmelerin ilâhî kelâm olduğuna hükmederek ona îmân etmişler, tevîline, yorumuna girişmemişler, bununla berâber teşbîhi de düşünmemişler; “O âyetleri nasıl geldiyse öyle okuyunuz. Yâni onların Allah katından geldiklerine îmân ediniz. Tevîl ve tefsirine girişmeyiniz. Çünkü bunların imtihan için gelmiş olması mümkün olduğundan, orada durmak ve boyun eğmek gerekir.” demişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nisbet ettiği sıfatların mâhiyetini, hakîkatini insan aklının idrâkten âciz olduğunu îtirâf etmiş, sıfatların zâhirine îmân etmişler, bu sıfatların aslını karıştıran, sorup soruşturanlara karşı şiddet göstermişlerdir. Hicrî birinci asrın sonundan îtibâren Müslümanları içerden parçalamak isteyen ve Müslüman gözüken münâfıklar ile Kur’ân-ı kerîm’in âyetlerine kendi akıllarına göre mânâ vermeye kalkışanlar oldu. İçlerinden bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmde geçen; “Yed=el”, “Kadem=ayak”, “Vech=yüz” gibi kelimelere zâhir mânâlar vererek, Allahü teâlânın zâtı hakkında teşbîhe yâni benzetmeye gittiler. Mutlak tenzih âyetlerine muhâlif olarak açık bir tecsîme (Allahü teâlâya cism isnâd etmeye) kalktılar. Bir başka grup da; “Cihet”, “İstivâ”, “Nüzûl”, “Savt”, “Harf” gibi vasıfların zâhirî mânâlarını kabul ederek Allahü teâlânın sıfatlarıyla ilgili teşbîh görüşüne sâhip oldular. Böylece müşebbihe ve mücessime denen sapık bir fırka ortaya çıktı.(Bkz. Bid’at Fırkaları)

Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbîh ve tecsîm fikrini ilk defâ ortaya atan Abdullah ibni Sebe ile, hicrî birinci asrın sonunda ve ikinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Sâlim-el-Cevâlikî ve Hişâm bin el-Hakem gibi kimselerdir. Bunların iddiâlarına göre; “Mâbûdları cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk, genşilik ve derinlik sâhibidir. O parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır. Rab, giden-gelen bir cisimdir. Bâzan hareket eder, bâzan da hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi karıştır.”

Bu fikirleri hicrî ikinci asır boyunca savunan sapıklar oldu. Bu kimselere cevap veren İmâm-ı Mâlik, bir defâsında teşbîh fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden ve bid’atçilerden sakındırırım.” buyurdu. “Ey Ebû Abdullah! Bid’atçiler kimlerdir?” denilince, o, cevâben; “Bid’atçılar o kimselerdir ki, Allahü teâlânın isimleri, sıfatları, kelâmı, ilmi ve kudreti konusunda söz ederler. Sahâbenin ve iyilikte onlara tâbi olanların sustuğu konularda sükût etmezler.” buyurdu.

Ez-Zührî, Süfyân-ı Sevrî gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbîh ve tecsîm fikrini savunanlara cevap vermişler, Müslümanları onlara aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, üçüncü hicrî asır boyunca devâm etti. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn, İshâk bin Râheveyh gibi Ehl-i sünnet âlimleri mücessime ve müşebbiheye âit fikirleri reddedip mücâdele yaptılar.
MÜSTEŞRİK

Alm. Orientalist, Fr. Orientaliste, İng. Orientalist. Doğulu milletlerin (İslâm âleminin) târihi, kültürü, örfü, âdetleri, din ve medeniyetleri üzerinde çeşitli maksatlarla araştırma yapan batılı Müslüman olmayan bilim adamı. Şarkıyâtçı veya Oryantalist diye de bilinirler.

Müsteşrikliğin târihçesi: İslâm ilimleri ile ilgilenen ilk batılının kim olduğu ve bu konudaki çalışmaların ne zaman başladığı tam olarak bilinmemektedir. Bununla berâber bâzı batılı râhiplerin, o zamânın ilim merkezi olan Endülüs’e geldikleri, Emevîlerin kurdukları İslâm üniversitelerinde okuyarak, Kur’ân-ı kerîm ve Arapça eserleri kendi dillerine çevirdikleri, felsefe tıp ve matematik başta olmak üzere, bütün ilimlerde Müslüman âlimlere tâlebelik yaptıkları târihî bir gerçektir.

Bunların başta geleni, Endülüs üniversitelerinde öğrenim yaptıktan sonra memleketine dönen, daha sonra, Roma kilisesine papaz seçilen Fransız râhip Jerbert’tir.

Endülüs’te tahsil gören bu ve bunun gibi râhipler, memleketlerine dönünce, İslâm kültür ve âlimlerinin eserlerini okumaya ve bu eserleri kendi dillerine çevirerek neşretmeye başladılar. Daha sonra Avrupa’da Padoui Medresesi gibi, Arapça öğrenim yapan okullar kuruldu. Birçok İslâm eseri Lâtinceye çevrilerek, tam altı asır kadar bir zaman, bu eserler batı üniversitelerinde okutuldu.

Zamânımızdan bin yıl öncesinde yaşamış ve bugün geçerli olan birçok kânun ve teoriyi ilim dünyâsına mal etmiş olan Müslüman ilim adamlarından El-Birûnî’nin astronomi, fizik, kimyâ, matematik, mekanik, tıp ve coğrafya konularında yazdığı eserler bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmuş ve bugünkü ilmin gelişmesine yol açmıştır. El-Birûnî, çeşitli konularda 196 eser yazmıştır. Onun yazdığı eserlerde sâhip olduğu bilgileri, Avrupa ve Hıristiyan âlemi ancak sekiz asır sonra tam olarak anlamış ve bu bilgileri genişletmişlerdir.

İslâm üniversitelerinde yapılan tahsilin dışında, Haçlı Seferleri de Hıristiyanlara Müslümanları tanıttı. Müslümanların ilimde ve savaşta üstün başarıları, Avrupalı târihçilere tesir etti. Bunlar İslâmiyet hakkında araştırma yapıp yazılar yazmaya başladılar. Böylece batıya aktarılan İslâm ilimleri, Avrupa’da hürriyeti ve rönesansı hazırladı.

Müsteşrikliğin sebepleri: Müsteşriklik, önceleri İslâmî ilimleri ve İslâm medeniyetini incelemekle başlamış, batı sömürgeciliğinin doğuda genişlemesinden sonra, dînî, siyâsî ve ekonomik sebeplerle doğunun bütün dinlerini, âdetlerini, medeniyetlerini, coğrafyasını, geleneklerini ve dillerini araştırma şeklinde genişletilmiştir. Sebepler şöyle sıralanabilir:

1. Dînî sebepler: Batılıları müsteşrikliğe sevkeden başlıca sebebin din olduğu âşikardır. Müsteşriklik, râhiplerle başlamış ve zamânımıza kadar böyle devâm etmiştir. Bunların gâyesi İslâm dîni hakkında şüpheler toplayarak, hakîkatleri değiştirerek, râhiplerin tesirleri altında kalan milletlere, İslâmiyeti üzerinde durmaya değmez bir dinmiş gibi göstermeğe çalışmaktır. Râhipler bir din adamı olarak, ilmî araştırmalarında misyonerliğin hedeflerini de unutmamışlardır. İslâmı batı kültürü almış Müslümanlara kötü göstererek onların îtikâtlarını zaafa uğratmak, İslâmî değerleri, İslâm medeniyetini ve İslâmiyetle ilgili ilim ve edebiyâtı küçük düşürmek istemektedirler.

2. Sömürgecilik: Batılılar, görünüşte dîni, fakat aslında sömürgecilik savaşı olan Haçlı Savaşlarının yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen, İslâm memleketlerini işgâl etmekten ümitlerini kesmemişler, bu memleketlerin kuvvet noktalarını bilip, zayıflatmak, zaaf noktalarını öğrenip istifâde etmek için îtikât, ibâdet, örf, âdet, tabiî servetler ve diğer bütün hususları araştırmaya koyulmuşlardır. Askerî istilâ ve siyâsî hâkimiyeti elde ettikten sonra da rûhî ve mânevî mukâvemeti zayıflatmak, mânevî değerlerde şüpheye düşürmek yoluyla korkaklık ve kararsızlık meydana getirmek, böylece ahlâkî ölçüleri ve ideolojiyi batıda arayarak kendilerinin kucağına düşen ve onlara âdetâ kölelik eden nesiller yetiştirmek için, şarkiyat sâhasında (müşteşriklikte) çalışmalarını derinleştirmişlerdir. Hıristiyan âlemi, Haçlı Savaşlarının askerî ve siyâsî yönden hezîmetle netîcelenmesinden bu yana diğer yollardan da İslâmiyetten ve Müslümanlardan intikamlarını almaktan bir an vazgeçmemişlerdir. Bunların ilk işleri İslâmı inceleyerek, İslâm memleketlerinde askerî kuvvetlerle oraları işgal etme yolunu kolaylaştırmak olmuştur.

İslâm âleminin siyâsî, askerî, iktisâdî ve kültürel yönden zayıflaması üzerine batılılar, İslâm ülkelerini teker teker işgâl etmeye başladılar. Birçok ülkeyi işgâl ettikten sonra, İslâm milletine karşı sömürgecilik siyâsetlerinin meşrû bir yol olduğunu göstermek maksadıyla İslâmiyet hakkında batılıların araştırmaları gelişmeye ve yoğunlaşmaya başladı. Bunlar 19. asırda İslâmiyetin fikrî mîrasını, dînî, târihî ve medenî yönlerden incelemiş bulunuyorlardı. Fakat gözlerinin önüne çekilen şu iki perde sebebiyle aslı görmekte başarılı olamamışlardır:

1. Avrupa siyâsetçilerinde ve askerî komutanlarındaki dînî taassup: Birinci Dünyâ Savaşında müttefiklerin ordusu Kudüs’e girerken Lord Allenby; “İşte Haçlı savaşları şimdi sona erdi.” demiştir. Hattâ Almanya müttefikimiz olduğu halde bayram yapmıştır.

Hiçbir dîne inanmayan, bu sebeple de İslâmiyeti incelerken tarafsız ve ilmî görünen on dokuzuncu asrın ileri sosyologlarından biri olan Gustaf Le Bone, Avrupa sömürgeciliğinin sembolü olan şu sözleri söylemekten kendini alamamaktadır: “Şark meselesi, Avrupa için her zaman fitne kaynağıdır. Meselenin kökü, gizli veya açık olarak Akdeniz’in anahtarı olan İstanbul’un ele geçirilmesine dayanıyor.” Tarafsız görünen bir müsteşrikin bile böyle fikirlere sâhip olması diğer müsteşriklerin nasıl bir zihin ve ruh yapısına sâhip oldukları hakkında son derece düşündürücüdür.

2. Bütün târihî medeniyetlerin esâsının batı târihi olduğuna inanmaları: Aslî târihin, sâlim ve selim mantığın ancak batılılarda olduğuna inanmışlardır. Diğer milletlerse (onlarca bilhassa Müslümanlar) Gibb’in İslâmın Yönü adlı kitabında dediği gibi“zerre akıllılardır”.

Batılılar sömürgecilk plânlarını rahatlıkla uygulamak için, Müslümanları kültürlerine karşı şüpheye düşürmek için, İslâm medeniyetinin Roma medeniyetinden çalınma bir medeniyet olduğunu, Müslümanların ve Arapların ancak, Roma kültür ve felsefesini nakleden birer millet olduklarını öne sürüyorlar ve İslâm medeniyetini zikrederken birçok uydurma noksanlıkları ileri sürüp, Müslümanların kültür ve medeniyetlerine olan güvenini zayıflatmak, ellerindeki akîde ve yüksek değerlere şüphe getirerek kendi kültürlerini müstemlekelerde yaymak ve mahkûm milletleri devamlı kölelik içinde yaşatmak için çalışmaktadırlar.

Yirminci yüzyılda bu konu bütün müesseselerde işlendiği gibi, iktisâdî ambargolarla da yürütülmek istenmektedir. Hıristiyan taassubu, İslâm ülkelerinde elektronik ve ağır sanâyinin kurulmasını aslâ istemeyip, şâyet böyle bir hamle ve muvaffakiyet seziliyorsa en kısa yollardan harpler çıkarmakla, elde edilen netîceleri ortadan kaldırmak gibi siyâsî cinâyetlere başvurmaktadır.

3. Ticârî sebepler: Müsteşrikliğin gelişmesinde önemli derecede rol oynayan sebeplerden biri de batılıların Müslüman devletlerle ticârî anlaşmalar yapıp, kendi mallarını en yüksek fiyatla satmak, hammaddeleri en ucuz fiyatla almak ve İslâm âleminin her köşesinde mevcut olan yerli sanâyii ortadan kaldırmak istemeleridir.

4. Siyâsî sebepler: Birçok İslâm memleketi istiklâlini elde ettikten sonra şarkiyatçılığın (müsteşrikliğin) yeni bir sebebi ortaya çıkmıştır. Bu da sefâretleri ve çeşitli basın ve yeraltı teşkilâtlarınca kendi siyâsetlerini Müslüman memleketlere ve onların hükûmetlerine benimsetmektir. İslâm memleketlerindeki yöneticilerin fikrini tamâmen anladıklarından birçok hallerde, nasîhat ve yardım bahânesiyle aralarında ayrılık çıkararak, batı sefâretleri bu kardeş devletleri birbirine düşman edip, İslâm milletleriyle hükûmetlerinin el ele vererek yabancıların nüfûzunu memleketlerinden söküp atmalarını önlemektedirler.

5. İlmî sebepler: Hazret-i Îsâ’nın doğumundan sonra bininci yıla girileceği sırada papalık tahtına çıkan Aurillaclı Gerbers (Papa İkinci Silvester): “Roma’da bekçilik yapabilmeğe bile yeterli derecede bilgi sâhibi bir kimse bulunmadığı herkesçe bilinmektedir. Bizzat hiçbir şey öğrenmemiş olan kimse, hangi yüzle öğretmeğe cesâret edebilir?” diyerek, bu geri durumdan inlercesine şikâyette bulunmaktadır. Halbuki yine bu asır içinde, İslâm dünyâsında Ebü’l-Kâsım, asırlar boyunca cerrâhînin mûteber standart bir kitabını teşkil eden değerli eserini yazmıştır. İslâm âleminin âlemşümûl fikirli büyük bilgini El-Bîrûnî, dünyânın güneş etrâfındaki dönüşünü müzâkere ve münâkaşa mevkiine kor. İbn-ül-Heysem, görme kânunlarını keşfeder, küresel, üstüvâneli ve mahrûtî aynalar, adese ve karanlık odalarda fizik tecrübeleri yapar. Bu asırda İslâm dünyâsı, kendi altın devrinin en yüksek noktasına hızla yükselmektedir.

“Batı ise, endişe ve korku içinde, dünyânın sonu geldiğine inanmaktadır... İslâm âlemi bu hâkim mevkiini îtirâzsız tam sekiz asır boyunca elinde tuttu.”

Yukarıdaki satırların yazarı Sigrid Hunke bir Alman müsteşrikidir. Asrımızda bu ve buna benzer bâzı insaf ehline rastlanabilmektedir.

Avrupalılar on yedinci yüzyıla kadar devamlı olarak İslâm kültüründen faydalanarak onu kendilerine adapte etmeye çalıştılar. Tıp, kimyâ, fizik, coğrafya, târih yazıcılığı, astronomi, matematik (cebir, geometri, trigonometri), eczâcılık, ileri zirâat gibi daha birçok ilmî konularda İslâm âleminden büyük ölçüde faydalandılar. Meselâ Sigrid Hunke eserinde, İbn-i Sinâ’nın yedi yüz altmış kadar ilâç terkibinin günümüzde hâlen geçerli olduğunu belirtmektedir.

İslâm âleminin sömürge hâline gelişinin başlangıcı olan on sekizinci asrın başlarında, batının birkaç âlimi şarkiyatçılıkta ilerlemeler kaydediyor, bunlar, İslâm memleketlerindeki Arapça yazma eserleri kıymet bilmiyen sâhiplerinden ucuz fiyatlarla satın almak veya karışıklık içinde bulunan umûmî kütüphânelerden çalmak sûretiyle memleketlerinin kütüphânelerine götürüyorlardı. Kısa zamanda nâdir Arapça yazma kitaplar, Avrupa kütüphânelerine nakledildi. On dokuzuncu asrın başlarında Avrupa kütüphânelerinde 250 bine yakın Arapça eser toplandı. Bunların sayıları hergeçen gün artmaktadır. Şurası muhakkaktır ki batıdan tek bir eser alınmamış, fakat Hıristiyan dünyâsı her geçen gün eserlerimizi çalarak batıya kaçırmıştır.

Böyle olduğu halde İslâm ilminin tamâmı inkâra kalkışıldı. Bu o kadar ileri bir safhaya getirildi ki, kompleks olarak Müslüman nesillerin gönüllerine yerleştirildi.

Müsteşriklerin çalışma metodları: Müsteşrikler, görüşlerini her tarafa yaymak için başvurmadık yol bırakmamışlardır. Bunlardan önemli olanları:

1. İslâmiyetin çeşitli mevzularında incelemeler yapmak ve bunları anlatan kitaplar yazmak. Bu kitapların çoğunda, târihî vak’aları, netîceleri, vesîkaları naklederken kasıtlı tahrifler (değiştirme) yapmaktadırlar. Bu konuda en ileri giden ve bu sebeple en azılı müsteşrik olarak kendini tanıtan Yahûdî müsteşrik Goldzıher gösterilebilir.

2. İslâmiyete, İslâm memleketlerine ve İslâm milletlerine dâir yazılar ihtivâ eden mecmualar yayınlamak.

3. İslâm âlemine misyonerler göndererek, oralarda görünüşte insânî hizmetler yapmak için hastâneler, cemiyetler, okullar, yetimhâneler, Hıristiyan gençlik cemiyetleri misâfirhâneleri gibi yerler kurmak.

4. Üniversite ve ilmî cemiyetlerde konferanslar vermek. Bu müsteşriklerden İslâmiyetin en azılı düşmanı olanlarının Kâhire, Şam, Bağdat, Rabat, Karaçi, Lahor ve diğer memleketlerdeki üniversitelere dâvet edilerek buralarda konferans vermeleri çeşitli yollarla sağlanmaktadır.

5. Yerli basında makâleler neşretmek. Şarkiyatçılar (müsteşrikler) İslâm memleketlerinde ödedikleri büyük ücretlerle gazetelerde makâlelerini neşrettirmektedirler.

6. Şarkiyat kongreleri ve konferanslar düzenlemek. Bu kongreler 1873 târihinden îtibâren düzenli bir şekilde yapılmaktadır.

7. İslâm ansiklopedisi hazırlamak. Bu eserin ilk baskısı bitirilmiş bulunmaktadır. Ansiklopedi yeniden İngilizce, Almanca, Fransızca olmak üzere üç ayrı lisanda neşredilmekte ve İslâmiyetin en büyük düşmanları biraraya gelerek, İslâmiyeti bâtıl fikirlerle dolu bir din gibi anlatmaktadırlar. Ansiklopedinin, İslâm ülkelerinde de kültürlü Müslümanların başucu eseri olması için çalışmaktadırlar. Böylece zararı en yüksek mertebeye çıkarmak istemektedirler. Eser, Arapçaya ve bâzı Müslüman dillerine de çevrilmiştir.

Müsteşriklerin hedefleri: Aklî bir program olarak şarkiyat (müsteşriklik), kendisine plânını çizen misyonerlik ile onu besleyen sömürgeciliğin ortak meyvesidir. O, mâzideki hedefi uğruna hâlâ çalışmakta devâm etmektedir. Açıkça belli olan bu hedef, İslâm akâidinin (Ehl-i sünnet yolunun) temelini kökünden bozmak, bu akâide karşı olan düşünce ve anlayışı desteklemektir. İslâm akâidini yıkmak için müsteşriklikten kuvvet alan ve onun esaslarını yayan bir fikrî şebeke yüzyıllardır çalışmaktadır. Bu fikrî şebeke, Müslümanların devâm ettikleri ve önem verdikleri yüksek değerleri inkâr eden, konuları sözde İslâmî olarak îzâh etmek, müsteşriklerin yeni bir çalışma tarzıdır. Müsteşrikler, böylece Müslüman milletlerde fikrî bir şaşkınlık, rûhî bir boşluk ve dâimî bir bocalama meydana getirmek istemektedirler.

İçtimâî ilimler sâhasında yapılan araştırmalar içinde, İslâmiyetle ilgili batıdaki tetkikler kadar kin, garaz ve kasıtla dolu olanı yoktur. On dokuz ve yirminci asra gelince, müsteşrikler, İslâm târihi, medeniyeti ve akâidinin temelleri hakkındaki araştırmalarını ihtivâ eden pekçok kitap ve makâle neşrettiler. Bu kitap ve makâle sâhiplerinin herbiri, yaptıkları çalışmalarında, mücerred ilmî araştırma rûhuna dayanarak, dînî taassup ve onun meylettirdiği hissî düşünce ve taraftarlıktan uzak olduklarını iddiâ etmektedirler. Fakat bu araştırmalar iddianın yanlışlığını ve İslâm hakkında ortaya atılan bozuk ve kasıtlı tasavvurun, eserlerinin hepsinde hâlâ devâm etmekte olduğunu tesbit etmeye yetmektedir.

Avrupalı müsteşriklerin ifrat ve garaz üzere olduklarını bildiren yine Avrupalı olan Gustav Diereks’ten öğreniyoruz. O; “Müslümanlar hakkında insaf ve hakkâniyet dâiresinde hareket etmek ve faaliyetini takdir etmek için bu kadar uzun bir zaman geçmesinin sebebi ne olabilir? Bu suâlin cevâbını Hıristiyanların daha eskiden başlayarak hasımlarına karşı besledikleri, sönmek bilmez düşmanlıkta aramak îcâb eder.” demektedir.

Müsteşriklerin bugün için en büyük hasmı İslâmiyettir. Bu bakımdan müsteşriklerin ana hedefi İslâmiyeti yıkmak için çalışmaktır. Bu sebeple: Başlıca hedefleri şunlardır.

Müsteşriklerin Başlıca hedefleri şunlardır

1. İslâmiyeti temelinden sarsmak;

2. Peygamber (efendimiz Muhammed aleyhisselâm) hakkında çeşitli iftirâlar atmak;

3. Vahy hakkında şüpheler doğurmak;

4. Kur’ân-ı kerîm hakkında şüpheler doğurmak;

5. Fıkıh ve mezhep meselelerini karıştırmak;

6. Îtikât ve ibâdet meselelerini karıştırmak, Müslümanların îtikâdını bozmak;

7. Müslümanları boş laflarla sun’î övgülere boğarak, esas meselelerden uzaklaştırmak;

8. İslâm âlimlerini kötülemek, onları aşağılamak;

9. Dînini bilmeyen din adamı yetiştirmek;

10. Müslümanlar arasında çeşitli fikirler yayarak onları birbirine düşman etmek ve İslâmiyetin kardeşlik müessesesini yıkmak;

11. Din adamı olarak tanınanlardan bâzılarını elde ederek, arzularına göre yazı yazdırarak, Müslümanlara tesir etmek. Reform gâyesiyle İslâmiyeti, bünyesindeki tabiî aksiyonundan uzaklaştırmak ve uyuşukluğa sevketmek; ele aldıkları ve üzerinde ciddiyetle durdukları meselelerdir.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi
MÜSEYLEMET-ÜL KEZZÂB

Yalancı peygamberlerden biri. Peygamber efendimizin sağlığında Yemâme’de ortaya çıkıp, peygamberlik iddiâsında bulundu. Önce Medîne’ye gelerek Müslüman olmuştu. Sonra peygamberlik iddiâsında bulunarak dinden çıktı, mürted oldu. Müseyleme Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Senden sonra yerine beni seçersen sana tâbi olurum.” deyince, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; elinde bulunan hurma dalını göstererek; “Bu hurma dalını istesen vermem. Allahü teâlânın takdir ettiği şey, elbette meydana gelir. Benden sonra kalırsan, Hak teâlâ seni helâk eder. Zannederim, bana, (rüyâda) gösterdikleri sensin.” buyurdu. Yemâme’de ortaya çıkıp hokkabazlık ve sihirbazlık yaparak, birçok kimseyi aldatarak etrâfında toplamıştı. Müseyleme’ye inananlar ondan bâzı şeyler isterdi. Fakat Müseyleme onların istediğini karşılamak için ne yapmak isterse tersi olurdu. Bir kadın hurma bahçesinin iyi mahsul vermesi için ondan duâ istemişti. O da bir kova su isteyip sudan bir yudum ağzına alıp çalkaladı ve kovaya döktü, su acılaştı. Kadına; “Suyu götür bahçene dök.” dedi. Kadın bu suyu bahçesine serpince ağaçları tamâmen kurudu. Müseyleme hangi çocuğun başına elini koysa çocuğun başı kel olurdu. Gözü ağrıyan biri ona gelip duâ istedi. İki elini o şahsın gözlerine sürdü. Bunun üzerine gözleri kör oldu. Müseyleme’nin yüzüğünü çocukların ağzına korlardı. Ağzına Müseyleme’nin yüzüğü konulan çocuklar dilsiz olur, bir daha konuşmazdı. Peygamber efendimize mektup göndererek peygamberlik iddiâsını bildirmişti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Bir defâsında uyurken rüyâmda iki kolumda iki altın bilezik gördüm, bunlar kadın zîneti olduğu için bu rüyâm beni kederlendirdi. Sonra rüyâmda bana bu bileziklere üflemem vahyedildi. Ben de bunlara üfledim. Bunların ikisi de uçtu. Ben bu iki bileziği benden sonra türeyecek (peygamberlik iddiâsında bulunacak) iki yalancı ile te’vil ettim (yorumladım) ki, bunun biri (Sanalı) Ansi (Esved)’dir, diğeri de (Yemâmeli) Müseyleme’dir.”

Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinin ikinci yılında, Hâlid bin Velîd komutasında bir ordu Yemâme’ye gönderildi. Bu ordunun bayrağını Ömer’in (radıyallahü anh) büyük kardeşi Zeyd bin Hattâb taşıyordu. Müseylemet-ül-Kezzâb’ın etrâfına toplanarak dinden dönenlerle büyük bir savaş yapıldı. Mürtedlerden yirmi bin kişi öldürüldü. Müseyleme ile askerleri mağlûp ve perişan oldu. Zeyd bin Hattâb, Sâbit bin Kays-ı Ensârî, Ebû Dücâne, Ebû Huzeyfe ibni Utbe, 360 Muhâcir, 360 Ensar ve binden fazla da Tâbiîn şehit oldu. Müseyleme bu savaşta Eshâb-ı kirâmdan Vahşî radıyallahü anh tarafından öldürüldü. Vahşî radıyallahü anh Müseyleme’yi nasıl öldürdüğünü şöyle anlatmıştır: “Müseylemet-ül Kezzâb üzerineÊgönderilen orduya katıldım. Umarım ki Müseyleme’ye karşı çıkarım, onun cezâsını veririm, dedim. Nihâyet savaş yapıldı ve İslâm ordusu gâlip oldu. Bir de ne göreyim. Müseyleme yıkık bir duvar dibinde sanki esmer bir deve gibi saçı başı dağınık bir halde duruyordu. Hemen harbemi öyle bir attım ki, Müseyleme’nin göğsüne saplanıp iki küreği arasından çıktı. Bunun üzerine Ensâr’dan bir kişi ona doğru koştu ve başını bir kılıç darbesiyle uçurdu.”
MÜSÂFEHA

İki kişi arasında el sıkışma, el ile tokalaşma. İki kişinin sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağı yanlarını birbirine değdirmesine denir. Parmak uçları ile yapılan tokalaşmaya müsâfeha denmez. Peygamberimizin sünnetine uygun olan müsâfeha, sağ el ayasını ve baş parmak içlerini çıplak olarak (eldivensiz ve örtüsüz) birbirine yapıştırmaktır. Müsâfeha, lügatte el sıkışmak, tokalaşmak, muhabbetini, arkadaşlığını, yakınlığını izhâr etmek (açıklamak) mânâlarına gelir.

İslâm dîninde, iki Müslümanın birbirleriyle karşılaşması hâlinde selâmlaşmaları sünnettir. Yâni Peygamber efendimizin yaptığı güzel bir iş olup sevâbı çoktur. Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar Müslümanların selâmlaşması, birbirlerine secde etmekle olurdu. Sonra bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında, el ile müsâfeha etmek ve söz ile selâm vermek, yâni “Selâmün aleyküm” demek sünnet oldu. İki Müslüman karşılaştığı zaman, birbirine selâm verdikten sonra el ile müsâfeha eder. Müsâfeha ederken günahları dökülür. Birbirine karşı muhabbetleri, sevgileri çoğalır Yakınlık duyguları artar. Zîrâ baş parmakta bulunan damardan muhabbet (sevgi yayılır. Müsâfeha ederken birbirine sevgi geçer. Nitekim Eshâb-ı kirâmdan Ebû Zerr-i Gıfârî radıyallahü anh şöyle bildiriyor: “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ile her karşılaştığımda, benimle müsâfeha ederdi.” Bir Hadîs-i şerîfte de; “Her kim bir mümin kardeşini ziyâret edip, müsâfeha ederek, üç kere elini sallarsa, ellerini ayırmadan her ikisinden Hak teâlâ râzı olur. Ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi, o şahıslardan günahlar öylece dökülür.” buyruldu.

Müsâfehayı terketmemek gerektiğini bildiren bir hadîs-i şerîfte de; “Her kim, müsâfehayı terk ederse o benden değildir.” buyruldu. Müsâfehayı yaptıktan sonra ölenlerinin, hocalarının ve diğer geçmişlerinin ve bütün îmân ehlinin affı için duâ etmek lâzımdır. Bu arada Resûlullah efendimize salevât (selât ü selâm) getirmek de Peygamberimizin emridir.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ebû Süfyan’ın evinden ikindi vakti çıkıp câmiye girdim. Boyu ve boynu uzun ve kaşları çatık bir kişi gelip, dört rekat namaz kıldı. Ben mihraba yakın giderken o şahsa baktım. Namazı bitirince, ellerini kaldırıp ağlayarak duâ etmeye başladı. Ben de ellerimi kaldırıp âmin dedim. Duâsını bitirdikten sonra, elini bana uzattı ve elimi hafifçe tutup, bana selâm verdi. Ondan sonra, elimi üç kerre salladı, daha sonra câmiden çıkıp gitti. Ben o şahsın bu hareketine teaccüp (hayret) ettim.” Bundan sonra Resûl-i ekrem, hazret-i Ali’nin evine gitti ve olduğu gibi bu işi ona anlattı. Bu esnâda Cebrâil aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Yâ Muhammed, Hak teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki: Câmide elini tutanın kim olduğunu bildin mi?” Resûlullah; “Hayır bilemedim.” dedi. Cebrâil dedi ki: “Gördüğün yiğit, Hızır idi. Seni ziyâret etmeye gelmişti.” Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yâ Ali! Hızır aleyhisselâmın sünneti sana vasiyet olsun.” Yine buyurdu ki: “Her kim, bir din kardeşi ile karşılaştığı zaman el ayaları birbirine temas etmek üzere, müsâfeha ederse Hak teâlâ ona Hızır sevâbı verir. Ve her parmağına bir yıllık ibâdet sevâbı verilir. Müsâfeha edenler yerlerinden ayrılmadan Hak teâlâ her ikisini af ve mağfiretine nâil kılar (kavuşturur).” Kadınların da müsâfeha yapması sünnettir.
MÜSÂDERE

Cezâ Hukûkunda, bir cezâ çeşidi, şahsın mal varlığına zorla el koyma. Müsâdere, bir kimsenin menkul veya gayrimenkul bir malının kendi rızâsına bakılmaksızın kânûnî sebeplerle devlet tarafından zorla elinden alınmasıdır. Lügatte, zülum, cebir ve baskı mânâlarına gelir. Arapça “Sadr” kelimesinden türemiştir.

İşlenen bir suç karşılığı suçlunun malvarlığının bütün veya bir kısmı üzerindeki mülkiyetinin ortadan kaldırılması veya mülkiyetinin bir kamu kurumuna devredilmesi Cezâ Hukûkunda çok eski zamanlardan beri tatbik edilmiştir.

Müsâdere, ilk defâ Roma Hukukunda yer almış, Fransız İhtilâline kadar başlıca cezâ olarak tatbik edilmiştir. O dönemlerde bilhassa krala isyan suçunda uygulanan bu cezâ ölüm cezasından daha tesirli idi.

Müsâdere cezâsının kaldırılması için Fransa’da bir hayli çalışma yapıldı. Bu müeyyidenin “cezâların şahsiliği” prensibini zedelediği ileri sürüldü. Fakat 1810 târihli Fransız Cezâ Kânunu, yapılan çok şiddetli îtirazlara rağmen müsâdereyi muhâfaza etti. Yirminci yüzyılda tamâmiyle târihe karıştığının sanıldığı bir sırada, 1918 senesinde Fransa’da bu cezâ yeniden ortaya çıktı.

Müsâderenin muhtevâsı (kapsamı): Suçluya âit veya suçta kullanılmış eşyânın müsâderesi bir cezâ, bir emniyet tedbiri olarak görülebilir. Cezâ olarak müsâdere, genel ve özel olmak üzere iki tiptir. Genel müsâdere, suçlunun menkul ve gayrimenkul bütün mallarının müsâderesidir. Özel müsâdere ise sâdece belirli mallara âit müsâderedir. Mânevî haklar, yâni henüz mal varlığına dönüşmemiş haklar, meselâ basılmamış bir kitap üzerindeki telif hakları müsâdere dışındadır.

Müsâdere cezâsının eşitlik prensibine aykırı olduğu mal ve mülkü bulunmayan, hattâ borca batmış bulunan suçlu üzerinde hiçbir etsiri bulunmadığı bir fikir olarak ileri sürülmektedir.

Müsâdere edilen mallar üzerinde suçun dışındaki kişilerin hak ve alacakları o hâli ile devlete geçer. Yâni mallar mahkûmiyetten önceki durumundaki hâli ile üzerindeki haklar ve alacaklarla birlikte devlete geçmiş olur. Fakat devlet bir “Halef-i külli” durumuna geçmediğinden suçlunun borçlarından ancak müsâdere edilen mallar nisbetinde mes’uldür.

Çeşitli mevzuatlarda müsâdere: Kânunlarda, genellikle bir cezâ niteliğinde özel müsâdere düzenlenmiştir. Bununla berâber Askerî Cezâ kânunları genel müsâdereyi kabul etmişlerdir. Bâzı ülkelerin cezâ kânunlarında da genel müsâdere kabul edilmiştir. Meselâ Fransız Cezâ Kânunu’nun 37. maddesi, devletin dış emniyetine karşı işlenen suçlarda ve savaş durumunda suçlunun mevcut ve ileride eline geçecek bütün mallarının müsâdere edilebileceğini hükme bağlamıştır. Macar Cezâ Kânunu da genel müsâdereyi kabul etmiştir.

Bâzı ülkelerin cezâ kânunları ise müsâdereyi bir emniyet tedbiri olarak kabul etmişlerdir. Meselâ Yeni İtalyan Cezâ Kânunu (Md. 236) ve Yunan Cezâ Kânunu (Md. 76) böyledir.

Türkiye’de gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası genel müsâdere cezâsının konulamayacağını belirtmektedir.

Bugünkü Türk Cezâ Kânunu’nun 36. maddesinde müsâdereden bahsetmektedir. Bu hüküm 1274 târihli Cezâ Kânunu’nun değişik 12. maddesinde yer alan hükmün hemen hemen aynısıdır.

Türk Cezâ Kânunu özel müsâdereyi kabul ettiği hâlde Askerî Cezâ Kânunu 78. maddesinde, düşman tarafına kaçan veya seferberlik hâlinde mükellef olduğu hizmetten uzak kalmak maksadıyla yabancı bir ülkeye sığınan yâhut aynı maksatla yabancı bir ülkede kalan kimsenin Türkiye’de bulunan ve ileride iktisâb edeceği bütün mallarının müsâdere edileceğinden bahsetmiştir.

36.Êmaddede, cürüm ve kabahatte kullanılan veya kullanılmak üzere hazırlanan yâhut fiilin işlenmesinden husûle gelen eşyâ, esas suçtan dolayı mahkûmiyet hâlinde müsâdere olunur. Müsâdereye, asıl dâvâyı görmeye yetkili mahkeme, karar verir. Müsâdere cezâsı, ancak kasten işlenen suçlardan uygulanabilir, hatâ ile, taksirle işlenen suçlarda uygulanmaz. Kullanılması, taşınması, yapılması, satılması suçu işleyen kimseye âit bulunmasa bile kesinlikle müsâdere edilir (Md. 36/2).

Taşınması yasak olmayan silahların, ruhsatsız taşınması hâlinde zapt ve müsâderesine hüküm olunur (Md. 36/3).

Müsâdere kararı mahkumun ölümünden önce verilmiş ve kesinleşmiş ise infâz edilir (Md. 96). Müsâdere karârı verildikten sonra asıl suçun genel veya özel af sonucu af olunması, şikâyetten vazgeçilmesi müsâdere olunan malların geri alınmasını gerektirmez.

Devlete âit eşyânın ve malların müsâdere edilemeyeceği yargıtayın yerleşmiş kararları gereğidir.

İslâm Hukûkunda müsâdere: İslâm Cezâ Hukûkunda suçlunun mal varlığına elkoyma yolu ile bir cezâlandırma şekli yoktur. Mal veya mülke el koymak, cezâlandırma değil, bir başka hukûkî işlem için şartlara bağlı olarak uygulanmıştır.
MÜRVER (Sambucus nigra)

Alm. Holunder (m), Fr. Sureau (m), İng. Elder tree. Familyası: Hanımeligiller (Caprifoliaceae) Türkiye’de yetiştiği yerler: Türkiye’nin çoğu yerinde yaygın olarak yetiştirilir.

Haziran-Temmuz ayları arasında, küçük ve sarımsı beyaz renkli, kokulu çiçekler açan, 2-5 metre boyunda ağaçcıklar. Rutûbetli yerlerde, gölgelik ve dere kenarlarında rastlanır. Gövdeleri dik, silindir biçiminde, içi yumuşak özlü, grimsi kabukludur. Yapraklar saplı, kenarları dişlidir. Çiçekler saplı, şemsiyeye benzer şekilde bir arada toplanmışlardır. Meyveleri küre şekilli, morumsu siyah renkli ve üzümsüdür.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin çiçekleri, meyveleri ve dalların kabukları kullanılır. Meyveleri, daha çok tâze olarak kullanılır. Çiçeklerde uçucu yağ, müsilaj, rezin, tanen, şekerler vardır. Çiçekleri terletici, idrar söktürücü, müshil etkilidir. Yaprak ve gövde kabukları da aynı şekilde kullanılır.

Sambucus ebulus (cüce mürver veya bodur mürver) Türkiye’de daha çok yaygın olan bir tür olup, tarla veya hendek kenarlarında yetişir. Meyveleri parlak siyah renkli ve küremsidir. Meyvelerinden mor renkli bir boyar madde elde edilmektedir. Aynen diğer tür gibi kullanılır.

MÜNKER VE NEKİR

Kabirde, ölüye suâl soracak iki meleğin adı. Lügatte, nasıl olduğu bilinmeyen mânâsınadır. Münker ve Nekir, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaktır. Kabir suâli haktır, doğrudur (Bkz. Kabir). Hadîs-i şerîfte, buyruldu ki: “Ölü kabre konulunca yanına iki siyah ve gök gözlü melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir. Peygamber olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm hakkında ne dersin, derler. Eğer mümin ise, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, şehâdet ederim ki, Allahü teâlâ birdir. Muhammed (aleyhisselâm) O’nun Resûlüdür, der. Mezarını enine boyuna yetmiş arşın büyütürler. Nur ile doldururlar. Neşeli uyu, seni en çok sevdiğinden başka hiçbir şey uyandırmaz, derler. Münâfık ise bu suâle bilmiyorum, insanlardan işittim, bir şeyler söylediler, ben de söylerdim, der. Bunun üzerine toprağa, onu sıkıştır, denir. Kaburga kemikleri birbirine geçer, böylece âhirete kadar azâp içinde kalır.”

Ölü, kabre konulduğunda ilk defâ “Rûmân” adındaki melekle karşılaşır. Abdullah ibni Mes’ûd radıyallahü anh haber veriyor ki: “Birgün Peygamber efendimize, (Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaşacağı şey nedir?) diye sual ettim. Resûlullah buyurdu ki: “Ey İbn-i Mes’ûd! Bunu senden başka kimse, bana sormadı. Ancak sen suâl ettin. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek nidâ eder, O meleğin ismi Rûmân’dır. Kabirlerin arasına girer. Der ki: Ey Allah’ın kulu! Amelini (dünyâda iken yaptıklarını) yaz! O kimse der ki: Benim burada ne kâğıdım var, ne dividim (kalemim) var, ne yazayım? O melek der ki; bu söz kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükürüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir. Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını âdetâ o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek, o yazdığı kefen parçasını dürer, o ölünün boynuna asar.” Bundan sonra Resûlullah efendimiz; “Her insanın yaptığı işleri gösteren sahîfelerini biz boynunda kıldık.” (İsrâ sûresi: 13) âyet-i kerimesini okuyuverdi. Rûmân’dan sonra, güzel sûrette ve güzel kokulu, güzel elbiseli olarak ameli gelir. (Beni bilmez misin?) der. O da der ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim garipliğim zamânında bana ihsân eyledi?” O da der ki: “Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Bundan biraz vakit geçtikten sonra, Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma!” der.

Bundan sonra, Münker ve Nekir gelirler. Bu meleklerin şekilleri insanlardan, hayvanlardan, diğer meleklerden ve cinlerden hiçbirine benzemez. Onlarla yakınlık, ahbablık arkadaşlık olmaz. Onları gören korkar. Çok heybetlidirler. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri oldukça siyah, gözleri mâvi, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yer üzerine sarkmış sürünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Solukları da şiddetle esen rüzgâr gibidir. Bütün insanlara suâl ederler. Çünkü Allahü teâlâ onlara öyle kuvvet ve özellik vermiştir ki, aynı anda, birçok yerde, birçok kimseye suâl ederler. Muhâtabı olan ölüler, sözlerini işitip, kendinden başka orada bulunanı anlamayıp, kendi suâliyle meşgûl olur. Bâzı âlimler, suâl meleklerinin sayıları çoktur dediler.

Ölü kabre konulunca, bilinmeyen bir hayatla dirilecek, rahatlık veya azâb içinde kalacaktır. Bu hâl, Münker ve Nekir’in suâllerine göre tâyin edilecektir. Bu iki melek, kabirdeki ölüye, “Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kitâbın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir? Amelde mezhebin nedir?” suâllerini veya bütün îmân bilgilerini sorarlar. Îmânı, îtikâdı doğru olanlar güzel cevap vereceklerdir. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. Cevâbı iyi olmazsa, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah akşam oradaki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azaplar çeker.

Mümin, münâfık ve bid’at ehli (sapık inançlı) olan bütün insanlara kabir suâli vardır. Müminlerden dokuz kimseye suâl olmaz: Şehit, düşman karşısında nöbetteyken ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp, sabr ederek başka sebeple ölen sıddıklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi ölenler, her gece Tebâreke ile Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyanlara kabir suâli olmaz. Peygamberler aleyhimüsselâm da, Sıddîklara dâhildir. Birkaç gün tabutta kalan mevtâya tabuttayken suâl olmaz. Suâl kabirde olur. Kabirde Münker ve Nekir meleklerine cevap olarak şunları ezberlemelidir: Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim din-i İslâm, kitâbım Kur’ân-ı azîmüşşân, kıblem Kâ’be-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ’at, amelde mezhebim İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir. Hadîs-i şerîflerde; “Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” ve “Kabir azâbından Allah’a sığınırız.” ve “Üzerinize idrâr sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır.” ve “Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azap duyar.” buyruldu. Resûlullah iki kabir yanında durup; “Bunlardan biri, idrâr sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise, Müslümanlar arasında söz taşıdığı için, kabir azâbı çekiyorlar.” buyurdu. Ölürken kaç yaşında olursa olsun, Cennet’te erkekler de, kadınlar da hep otuz üç yaşında olacaktır.

MÜNECCİM

Alm. Astrolog, Sterndeuter (m), Fr. Astrologue (m), İng. Astrologer. Yıldız ilmiyle uğraşan, gök cisimlerinden olan yıldızların, ayın, güneşin ve diğer seyyârelerin (gezegenlerin) durumlarından, hareketlerinden çeşitli hükümler çıkararak, bunların hayvanlara, insanlara ve yeryüzündeki hâdiselere tesir ettiğine inanan ve soranların durumlarına bakıp, onlar hakkında hüküm veren kimse. Müneccim, Arapçada “yıldız” mânâsına gelen “necm” (çoğulu nücum) kelimesinden türemiştir. Yıldızlarla uğraşanlara da “müneccim” denmiştir.

İnsanlar, çok eski devirlerden beri yıldızlarla ilgilenmişler, hareketlerini ve çeşitli durumlarını incelemişlerdir. Ayrıca yeryüzündeki olaylara ve canlılara tesir ettiklerine de inanmışlardır. Değişik, inanış sâhibi olan Bâbillilerin, Âsurluların, Keldânîlerin ve Eski Mısırlıların bu konudaki çalışmaları kayıtlara geçmiş olup, günümüze ulaşanları vardır. Eski çağlarda İran, Hindistan, Roma, Yunanistan, Fenike, Anadolu ve Bâbil’de yıldızların hareketlerine, durumlarına bakarak, insanların başına geleceklerle ilgili sonuçlar çıkaran ve gelecek hakkında hüküm verenler, falcılık yapanlar olmuştur. İnsanların tabîat olaylarından etkilenmelerini ve gök cisimlerinin kendilerine ve başlarına gelecek olaylara tesir ettiğine inanmaları, daha çok Allahü teâlâ tarafından gönderilen ilâhî dinleri tanımadıkları ve bu sebeple bâtıl inançlara saplandıkları devirlerde ve böyle topluluklarda olmuştur.

İnsanların yıldızlarla uğraşması sonucunda iki ilim dalı ortaya çıkmıştır. Birincisi ahkâm-ı nücûm ilmidir ki, bugün buna astroloji denilmektedir. Sâdece İlm-i nücûm (nücûm ilmi) denilen diğerine de hey’et veya astronomi ilmi adı verilmiştir. Eskiden her iki ilimle uğraşanlara “Müneccim” deniliyordu. Bugün ayrı ayrı adlandırılmakta olup, birinciyle uğraşana“Astrolog”, ikincisiyle uğraşana da “Astronom” denilmektedir. Müneccimler, yıldızların doğup batmaları ve diğer durumları ile ilgili hesaplara âşinâ olup, hâllerini kayd ederek takvimlere geçirirlerdi.

Ahkâm-ı nücûm ilmi, yâni astrolojiyle uğraşan müneccimler, gökyüzündeki cisimlerin sebep olduğu olayları ve bilhassa yıldızların çeşitli durumlarını öne sürüp, bunların yeryüzündeki canlılara ve olaylara tesir ettiği iddiâsına dayanarak, kafalarına göre haber ve hüküm verirlerdi. Meselâ, yıldızların birbirine yaklaşık ve karşı olmak, üçü, altısı veya dördü bir arada bulunmak gibi hâllerinden ayrı ayrı hüküm çıkarırlar ve hattâ daha da ileriye giderek; “Yeryüzündeki her iş, yıldızların tesiriyle olur, şu yıldız şuraya giderse, bu iş şöyle olur.” gibi falcılığa benzeyen şeyler söylerler ve böyle inanırlardı. Astrolog olan müneccimler her vakit ve zamânın, iyi ve kötü hâllerinden ve hangi zamanda işe başlamamak gerektiğinden hangi vakitte işe başlamanın iyi veya zararsız olacağından, her vaktin bâzı işlere iyi veya kötü husûsî bir bağlantısı olduğundan bahsederek; “Güneşin, bâzı burçlarda ve ayın bâzı safhalarda bulunması buna sebep olur, yâhut ikisi arasındaki bâzı durumlar ile olur.” gibi gerçek dışı sözlerle insanları kandırmaya çalışırlardı. Bundan başka gökyüzünde bulunan on iki burçtan her birini belirli bir harf ve belirli bir şekille gösterirler, kendilerine bir şey sorulduğunda reml atarlardı. Yâni, soran kimseyle ilgili burcun şekline ve harflerine bakarak burçlarındaki şekillerin delâlet ettiği mânâlara dayanarak, o burçların durumlarına uygun husûsî hükümler bildirirlerdi.

İlm-i nücûm, yâni astronomi ise dünyâmızın da içinde bulunduğu kâinâtı, yâni gezegenleri, güneşi, ayı, yıldızları, kuyruklu yıldızları, akan yıldızları, asteroitleri, galaksileri, konu alan ve bu cisimlerin yapılarını, bulundukları yerleri, hareket kânunlarını, meydana gelişlerini, zamânımıza kadar geçirdikleri değişiklikleri, gelecekte meydana gelebilecek olayları ortaya koymaya çalışan ilimdir. (Bkz. Astronomi)

Yıldızların hareketlerinin, özellikle seyyârelerin ölçülerini, herbirinin hareketleri, burçlara giriş-çıkışlarını tahmin ve tesbit etmek bu ilimle olur. Bu ilmin faydası, yıldızlardan özellikle gezegenlerden her birinin yörüngesini ve burcun durumuna göre yerini bilmektir. Geçişlerini, dönüş istikâmetlerini, doğuş ve batışlarını, görünen ve görünmeyen hal ve zamanlarını, nerede ve ne zaman olursa olsun bilmektir. Yıldızlar arasında olan kavuşma ve yaklaşmalar, karşı karşıya gelmeler, dörtlü, üçlü ve altılı kümeleşmeler, güneş ve ay tutulmaları ve buna benzer diğer haller, hesap ve delille tâyin edilir, önceden bilinir. Bu anlatılan hâllerde saat, vakit, mevsimler, yıl, kıble tarafı ve namaz vakitleri bilinir, anlaşılır. Bunlarla, olaylar ve canlılar hakkında hüküm bildirmenin İslâm dîninde bir kıymeti yoktur. Hattâ bâzan tam isâbet etse ve söylenilenler gerçekleşse bile, tesâdüfî kabûl edilir.

Allahü teâlâ yeri, gökleri ve içinde bulunan her şeyi insanların istifâde etmesi için yaratmıştır. Yaratılan her varlığın bir faydası olup, boş, lüzumsuz değildir. Gökyüzündeki varlıkların yaratılmasında, insanların, bâzısını bulabildiği ve çoğunu da henüz anlayamadığı nice hikmetler, faydalar vardır. Allahü teâlâ, insanların bunlara bakıp ibret almasını kendisinin büyüklüğünü düşünmelerini istemektedir. Nitekim Âl-i İmrân sûresi 190-191. âyetlerinde meâlen; “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün, birbiri ardınca gelişinde, olgun akıl sâhipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir kesin deliller vardır. Onlar (olgun akıl sâhipleri) ayakta, otururken ve yatarken (her zaman) Allahü teâlâyı hatırlarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında, Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler ve şöyle derler: “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen lüzumsuz şeyi yaratmaktan münezzehsin (çok uzaksın). Artık bizi Cehennem azâbından koru.” buyrulmaktadır.

Bu sebeple İslâm âlimlerinden çoğu gökyüzünde bulunan güneş, ay, yıldızlar ve diğer gezegenlerin durumlarıyla yakından ilgilenmişler, onlar hakkında çeşitli araştırmalar yapmışlar ve astronomi öğrenmeyi teşvik etmişlerdir. Nitekim İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh; “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü kavrayamaz.” buyurmuştur. İslâm âlimlerinin, bugünkü modern astronomi bilgilerinin ortaya konmasında çok büyük hisseleri vardır.

Bîrûnî, Bettânî, Endülüslü Zerkâlî, Bağdatlı İbn-i Heysem, Batrûcî, Uluğ Bey, Kâdızâde-i Rûmî ve Ali Kuşçu gibi İslâm dünyâsında yetişen fen âlimleri, fevkalâde başarılı çalışmalar yapmışlardır.

Ortaçağda, Avrupa’da Galileo, İslâm kitaplarından okuyup; “Dünyâ yuvarlaktır ve batıdan doğuya doğru dönmektedir” dediği zaman Hıristiyan papazları kendisini afaroz edip, yakılmasına karar vermişlerdi. İslâm âlimleri, yıldızlar ve diğer gök cisimlerinin çeşitli durumlarını tesbit ederek kitaplara geçirmişlerdir. Hattâ daha önceki devirlerde, yıldızların insanlara ve olaylara tesir ettiği husûsundaki kesin hüküm bildiren eski müneccimlerin (astrologların) iddialarını da incelemişler ve bu hususta birçok ilmî eserler yazmışlardır. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin yazdığı, Mârifetnâme kitabında, bu hususta geniş bilgi verilmektedir. Müslümanlar, İslâmiyeti tanımayan eski müneccimlerin söylediği gibi, yıldızların ve diğer gezegenlerin mutlak sûrette, kayıtsız şartsız canlılara ve tabiat olaylarına tesir ettiği inancına sâhip olmamışlardır.” “Hakîki müessir Allahü teâlâdır.” demişlerdir. Bununla berâber, gökyüzündeki yıldızların ve diğer gök cisimlerinin, yeryüzünde bulunan canlı ve cansızların çeşitli durumlarına ve tabîat olaylarına tesiri olduğunu, tecrübelerine ve tahminlerine dayanarak söylemişlerdir. Fakat bunun kesin ve kat’î olduğunu iddiâ etmemişler ve hele hayatta başa gelecek işlerin yıldızların tesiriyle olduğuna hiç inanmamışlardır. Çünkü İslâmiyet, insanın kaderini takdir edenin yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildirmiştir.

İslâm devletlerinde ve bilhassa Osmanlılarda, yıldızlarla uğraşan ve kendilerine “müneccim” denilen kimseler, bugünkü astronomi ilminin meşgul olduğu yıldızların doğuşları, batışları bunlara göre düzenlenen vakit tâyinleri ve diğer durumlarıyle ilgili hesapları yaparak, bunun sonucunda ortaya çıkan durumları kayd edip zaptetmişlerdir. Bütün bu bilgileri namaz vakitlerini bildirmek için hazırlanan takvimlerde kullanmışlardır. Nitekim şimdi hazırlanan takvimlerde o zaman tesbit ve tâyin edilen bu takvim bilgilerinin bir çoğundan faydalanılmaktadır.

Osmanlı saray teşkilâtında görevlendirilmiş memurlardan biri de “müneccimbaşı” idi. Müneccimbaşı, ilmiye sınıfından olup, en mühim vazîfesi takvim tertibiydi.

Osmanlı sarayındaki müneccimbaşılar, tertip ettikleri takvimleri pâdişâh ve sadrâzamlara takdim ederlerdi. Müneccimbaşıların berâberinde talebeleri de bulunurdu. Müneccimbaşıların en meşhûru on yedinci asırda yetişen müneccimbaşı Hüseyin Efendidir. Müneccimbaşılık, Osmanlı Devletinin sonuna kadar devâm etti. Daha sonra kurulan rasathâne memurlukları, müneccimbaşıların görevlerini üstlendiler.




RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)