MUHAMMED

Muhammed


BAYRAK

TC.Bayrak



Welcome, Guest
You have to register before you can post on our site.

Username
  

Password
  





Forum Statistics
Members:» Members: 27
Latest member:» Latest member: Fahriye
Forum threads:» Forum threads: 17,806
Forum posts:» Forum posts: 20,489

Full Statistics Full Statistics

DOWNLOADEN


“Downloaden Bölümümüzden BEDAVA Grafik Paketleri,E-Kitaplar ve Bedava Bilgisayar Programlarını Tek TIKLA BEDAVA indirebilirsiniz”
(Raşit Tunca)




AYET

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”
ENBİYA Suresi 105


FELSEFEMiZ

“ iSLAM OKUMAK YAZMAK YADA ÇiZMEK DEĞiLDiR, Yahutta O Hadis şöyle, Bu Ayette böyle diyor Diye Papağanlıkda Değildir. islam Kuranı ve sünneti HAYATINA TATBiK edip, Onunla Yaşayabilmekdir”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)


Raşit Tunca Sözü

“Yüzme bilmek Denizden çıkmana fayda vermez, taaki yüzme biliyorsan, denizedee düştüysen, ellerini, kollarını, ayaklarını çırpacaksın, ve birde tutuncak dal bulacak, tutunup çıkacaksın. ilimde böyledir, bir ilmi bilmek fayda etmez, taaki, onu hayatında tatbik edesiye, Dinde böyledir, din bilmek imanını kurtarmaz, taaki, ne zaman, bildiğin öğrendiğin dinini hayatında tatbik edip, yaşadın, o zaman belki kurtulursun.”
(Karoglan Raşit Tunca Sözü)

GÜZEL SÖZ

“ Bazen Hata Yapıvermek, Doğruyu bulmanın ilk Basamağıdır.
(Başağaçlı Raşit Tunca Sözü)



İSLAM TARİHİNİN YILDIZLARI KADIN ÂLİMLER

Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebevi, mescit olmasının yanı sıra nebevi öğretinin de merkezi konumundaydı. Allah Resulü, erkeklerin yanı sıra kadınların eğitimiyle de yakından ilgilenmişti. Zira ilahi hitaba erkekler kadar kadın da muhataptı ve onlar da Allah’ın ve kutlu elçisinin emir ve yasaklarından mükellefti. (Ahzab, 33/36.) Allah Resulü her ortamda, bir sohbet esnasında, mescitte, cuma ve bayram hutbelerinde kadınların da hazır bulunmalarını istemekteydi. Resulüllah, Medine’ye hicretinden kısa bir müddet sonra ensardan kadınları bir evde toplamış, onlara Hz. Ömer’i elçi olarak göndermişti. Hz. Ömer, bu eve gelince onlara selam vermiş, kendisinin Allah Resulü’nün elçisi olduğunu belirtmiş, Resulüllah’ın talebini onlara iletmişti. Resulüllah’ın büluğ çağına yaklaşmış kızların, genç kızların, evinin bir köşesinde oturan kadınların hatta âdet gören kadınların dahi bayram namazlarında namazgâha gelmelerini istediğini onlara bildirmişti. (Müslim, Îdeyn, 12; Ebu Davud, Salat, 241.) Bu meyanda cuma namazının yanı sıra Ramazan ve Kurban Bayramı namazları da erkek, kadın ve çocukların iştirakiyle kılınmıştı. İbn Abbas şunları aktarmıştı: “Ben bir Ramazan ya da Kurban Bayramı günü Resulüllah (s.a.s.) ile birlikte namazgâha çıktım. O, önce bayram namazını kıldırdı, akabinde hutbe irad ettikten sonra kadınların yanına gitti, onlara nasihat etti, bazı hususları hatırlattı ve sadaka vermelerini emretti.” (Buhari, Îdeyn, 16.) Medine’de nebevi öğretiyle bir toplum inşa eden Allah Resulü (s.a.s), kadınların eğitimleriyle de ilgilenmişti. Bu bağlamda Ebu Said el-Hudri şöyle nakletmiştir: “Bir kadın, Resulüllah’a (s.a.s) gelerek ‘Ya Resulüllah! Senin sohbetinden hep erkekler faydalanıyor. Bize bir gün ayırsan da o gün senin yanına gelsek, Allah’ın sana öğrettiğinden bize de öğretsen.’ dedi. Hz. Peygamber, ‘O hâlde şu şu günlerde toplanın.’ buyurdu. Bunun üzerine kadınlar toplandılar. Resulüllah (s.a.s), onların yanına gelerek Allah’ın kendisine öğrettiklerinden onlara bir şeyler öğretti.” (Müslim, Birr, 152.)

Resulüllah’ın kadınların eğitimine karşı gösterdiği bu tutum onların İslami ilimlerde derinleşmesinde önemli bir faktör olmuştu. Kuşkusuz İslami ilimlerde kadın deyince ilk akla gelen sahabi Hz. Aişe validemizdir. O, Peygamber şehri Medine’yi ilim ve hikmet merkezi hâline getirmişti. Böylece Medine’de binlerce hadis talebesinin iştirak ettiği ilim meclisleri oluşmuş, Allah Resulü’nün bilgi mirası, bu meclisler vasıtasıyla sonraki nesillere aktarılmıştı. Medine’de Hz. Aişe’nin yıllarca süren eğitim öğretim faaliyetleri sonunda, İslami ilimlerin temelleri atılmış ve ilmî hareketin gelişmesinin yanı sıra hadis ve fıkıh sahalarında Medine ekolü teşekkül etmişti.

Hz. Aişe, gençliği, keskin zekâsı, ilme merakı ve kabiliyeti ile hadiste, tefsirde, fıkıhta ve Arap dilinde temayüz etmiş mümtaz bir şahsiyetti. Hadiste muksirundandı (çok fazla hadis rivayet eden sahabe), fıkıhta Medine’deki yedi meşhur fakihten biriydi ve tefsirde otorite idi. Hz. Aişe kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin sonraki nesillere aktarılmasında emsalsiz hizmetler ifa etmişti. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’du. O, hem Hz. Peygamber’in diğer hanımlarından hem de Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Malik dışında bütün sahabeden daha fazla hadis nakletmiş tek kadın sahabiydi. Binden fazla hadis rivayet eden ve muksirun diye adlandırılan yedi sahabinin dördüncüsüydü. Hz. Aişe validemiz, küçük yaşından itibaren Kur’an’ı ezberlemeye başlamış, ayetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Ayrıca dirayeti, basireti, Kur’an’a vukufiyeti ve Resulüllah’la birlikteliği sayesinde ibadet, ahlak, ahiret, savaş hukuku ve muamelat mevzularında Kur’an’dan pek çok ayeti tefsir ve tevil etmişti. Hz. Aişe validemiz, Resulüllah ile olan ilmî görüşmelerinde ona oldukça derin sorular yöneltiyor ve ele alınan meselelerin her yönüyle anlatılabilmesi için uzun münakaşalar yapıyordu. O, İslam’da yetişen en büyük hukukçu hanımlardan birisi olmaya muvaffak olmuştu. Ayrıca tarih, belagat ve şiirde oldukça ileri bir seviyedeydi. O hukuki, tıbbi, edebî ve tarihî meselelere vukufiyetiyle da temayüz etmişti.

Hz. Aişe’nin hadis ilmindeki tesiri sadece kendi yaşadığı dönemle sınırlı değildi. O hadislerin tedvininde mühim bir rol oynayan dönemin kadın muhaddislerinden Amre binti Abdurrahman’ın da hocasıydı. Onun talebeleri, hadis rivayetinin bel kemiği Şube b. Haccac gibi isimlerin haber kaynağını teşkil etmişti. Amre binti Abdurrahman, Hz. Aişe’nin yanında yetişmişti ve onun hadislerini çok iyi bilmekteydi. Amre, hadislerin toplanması maksadıyla Halife Ömer b. Abdülaziz tarafından çıkarılan fermanda rivayetlerinin yazılması bilhassa istenen tabiindendi. Bu asrın kadın muhaddislerinden bir diğeri, yine Hz. Aişe’nin talebelerinden Ümmü’d-Derdâ es-Suğra lakaplı Hüceyme binti Huyey el-Evsabiyye’dir. Zehebi son derece aktif olan bu kadının hukuk nosyonuna, bilimsel kapasitesine ve güzel ahlakına dikkat çekmişti. Ümmü’d-Derdâ altı ay Beytü’l-Makdis’te, altı ay Dımeşk’te kalmış, bu süre zarfında evinde hadis dersleri vermişti.

Öte yandan Emeviler döneminden itibaren şehirleşme oranıyla üst tabakada yer alan kadınlar kendilerine özgü bir sosyal hayat tarzı benimsemişlerdi. Kadınlar bu dönemde camilerden uzaklaşsalar da ilim ve kültür hayatında önemli bir konuma sahip olmuşlardı. Kadınlar yakın çevrelerindeki âlimlerden istifade etmiş, ilim ehli kadınlar bilhassa ulema aileleri içinde yetişmişti. Kadın âlimler İslam tarihinde erken dönemlerden itibaren şiir ve tasavvuf sahasında da mümtaz bir konumdaydı. Tarihçiydi kadın. Fakihti, hadis ravisiydi. Bilhassa hadis ilminde temayüz etmişti.

Hicri ikinci asırda kayda değer kadın muhaddisler yetişmişti. Bunlardan birisi tabiin döneminin hadis otoritelerinden Said b. Müseyyeb’in kızıydı. Onun hadise vukufiyetine dair şöyle meşhur bir rivayet nakledilir: Halife Abdülmelik, oğlu Velid’le Said b. Müseyyeb’in kızını nikâhlamak ister, ona baskı yapar, Said b. Müseyyeb ise baskılardan kurtulmak için kızını talebelerinden birisi ile nikâhlar. Damat zifaf gününün ertesinde hocasının dersine gitmek üzere hazırlık yaparken bunu gören eşi, nereye gitmeye hazırlandığını sorar, o da Said’in dersine diye cevap verince bu muhaddis hanım, kendisine, “Otur, Said’in sana öğreteceklerini ben sana öğreteyim.” der. Damat ondan hadis dinlemeye başlayınca bir ay derslere katılmaz, zira o eşinin derin hadis bilgisine hayran olmuştur. Bu rivayetin kaydedildiği İbnü’l-Hâc’ın el-Medhal adlı eserinde, Medine’nin başka büyük âlimi, ikinci asrın tartışmasız hadis ve fıkıh otoritesi Malik b. Enes’in kızıyla ilgili de bir rivayetle karşılaşırız: Babası öğrencilerinin hadis derslerini dinlerken kızı da içerideki odadan dersleri takip etmiş, öğrencilerinin hatalarını düzelttirmişti.

Hicri üçüncü asırda İmam Malik’in talebeleri arasında Abide el-Medeniyye adlı Medine’nin pek çok ilim otoritesinden, sayıları on binlere varan rivayetler naklettiğine muttali olduğumuz Endülüs’te yaşamış siyahi bir cariyeyi de kaydetmek gerekir. Bu bağlamda kadın muhaddisler İslam şarkında değil garbında da aktif bir biçimde ilim muhitlerinde yer almıştır. Bu asrın gözde âlimlerinden söz ederken İmam Şafii’nin de hocalarından, Hz. Peygamber’in torunlarından olan Seyyide Nefise’yi de zikretmek gerekir. O Mısır’da hadis rivayetiyle meşhur bir muhaddisti.

Hicri dördüncü asırda hadis rıhleleri devam etmiş, bu rıhleler erkeklerle sınırlı kalmamış, kadın muhaddisler de bu ilmî yolculuklara iştirak etmişti. Hicri dördüncü asrın Kazvinli kadın muhaddislerinden Fatıma binti Abdülaziz bu kadın muhaddislerden biriydi. Ayrıca bu asrın önde gelen kadın muhaddislerinden Emetü’l-Vâhid Süteyte binti’l-Hüseyin, hadis, tefsir, nahiv ve fıkıh sahasında otoriteydi.

Hicri beşinci asırda ise “Ümmü’l-Kirâm” lakaplı Kerime binti Ahmed’i anmak gerekir. Hadis hafızları arasında yer alan bu kadın muhaddis İmam Buhari’nin, el-Camiu’s-Sahih adlı eserini Mekke’de rivayet eden bir hanımdı. Hayatı boyunca hiç evlenmeyen Kerime binti Ahmed, kendisini hadis ilmine vakfetmiş ve takriben yüz yaşında vefat edinceye kadar hadis ilmi ile meşgul olmaya devam etmişti. Kadın muhaddisler hadis tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli müesseselerde muhaddislere hadis nakletmiş ve icazet vermişlerdi. Birçok muhaddis onlardan temel hadis kaynaklarını okumuş ve hadis eserlerinin nakli için icazet almıştı. Bu meyanda Kerime binti Ahmed (ö. 463) Mekke’de Buhari’nin, el-Camiu’s-Sahih’ini okutmuş, Hatib el-Bağdadi ve Endülüslü âlim Humeydi gibi meşhur muhaddisler eseri ondan sema yoluyla almıştı.

Daha sonraki asırlarda yaşamış kadın muhaddisler arasında Şühde binti el-İlberî yer alır. O, isnad sahibi bir muhaddisti. İbn Asakir ile Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzi’nin hocasıydı. Hicri altıncı asırda Bağdat camilerinde ders veren Şemsu’d-Duhâ adlı kadın muhaddisi de burada kaydetmek gerekir. Hicri altıncı asırda yaşamış bir diğer kadın muhaddis Âtike binti Ebi’l-Alâ’ idi. O sünnet ilimlerinde yetişmiş, hadisçi bir hanımdı. Ebu’l-Vakt Abdulevvel es-Sancarî’den pek çok hadis dinlemiş, daha sonra Hemdân’dan kalkıp Bağdat’a gelmiş ve sünnet ilimlerini tedris etmişti. O asırda yaşamış bir diğer kadın muhaddis, Fatıma bint Ebi’l-Hasan Sa’d el-Hayr el-Endelüsi idi. Kahire ve Şam’da talebeler yetiştirmişti. Kendisinden bir grup âlim hadis almıştı. Münziri’nin hocaları da bunlar arasındaydı.

İslam tarihinde kadın muhaddislerin Darulhadislerde de ders verdiklerine de şahit olmaktayız. Eşrefiyye Dârulhadis’inde ders verenler arasında Ümmü’l-Fazl, Hacer bint Şerefuddin Muhammed b. Ebu Bekir el-Kudsi de yer alır. Sehavi, bu hanımın, devrinin en gözde hadisçisi hâline geldiğini, bu sebeple de talebe akınına uğradığını kaydeder.

Sehavi, dokuzuncu hicri asrın biyografisine ayırdığı ed-Davu’l-Lami adlı eserinde kadın muhaddislere dair geniş malumatlar sunmuş, sadece bir asır içinde temayüz etmiş 1075 muhaddisin biyografisine yer vermişti. Aişe binti Muhammed b. Abdülhadi ve kız kardeşi Fatıma binti Muhammed b. Abdülhadi bu muhaddislerdendi. Onların talebeleri arasında İbn Hacer el-Askalani de yer almaktaydı. Hicri sekizinci ve dokuzuncu asırlarda, hadis ilminin duayeni sayılabilecek simaların hemen hepsinin çok sayıda kadın muhaddise talebe olduğu görülmekteydi. Biyografi, tarih ve hadisin mümtaz siması Zehebî, yüzün üzerinde kadın muhaddise talebe olmuştu. Ayrıca Taceddin es-Sübki’nin hadis dinlediği hocalardan 19’u kadın idi. Süyuti 33, İbn Hacer el-Askalânî ve İbn Asâkir ise 80 kadından hadis öğrenmişti.

Kısacası, kadın muhaddisler, hadis tarihi boyunca nebevi mirasın, hadislerin ve hadis eserlerinin bir sonraki nesle aktarılmasında büyük bir rol üstlenmişlerdi. Kadın âlimler İslam kültür tarihinde mümtaz bir konuma sahip olmuşlardı.

Kaynak

Doç. Dr. Emine DEMİL
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Aylık Diyanet Dergisi

ASR-I SAADETTE KADIN

İslami ilimler terminolojisi, iki temel kaynak olan Kur’an-ı Kerim ve hadis ile doğrudan bağlantılıdır. Örneğin İslam tarihinin başlangıç noktasını teşkil eden cahiliye terimi, Kur’an kaynaklıdır. Hz. Peygamber’in vefatı ile Emeviler arasındaki dönemi ifade eden Hulefa-i Raşidin terimi ise hadis kaynaklıdır. Asr-ı saadete gelince Hz. Peygamber dönemini ifade eden bu terimin kaynağı Kur’an ve hadis temelli neşet eden Müslüman topluma karakteristik özelliklerini veren tevhid, güzel ahlak ve insani erdemlerdir. Asr-ı saadet, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretle kurduğu ve vefatına değin 10 yıl boyunca bilfiil yönettiği yapıyı iki kelime ile bir çırpıda özetler. Hane-i saadet, hücre-i saadet gibi Hz. Peygamber’le ilgili özel terimlerin arkasına “saadet” ifadesini eklemeyi çok seven necip Türk milletinin oldukça rağbet ettiği bu tabir, sosyal ve siyasi yaşama dair her türlü konuda kuvvetli bir olumlama içerir. Çünkü asr-ı saadet, inanç, ibadet, ahlak, maneviyat, hukuk, sağlık, eğitim vb. akla gelebilecek her alanda öncesinden yani cahiliyeden kıyas mümkün olmayacak derecede uzaklaşmış, çok kısa sürede tarihte eşi benzeri görülmemiş değişimlere sahne olmuştur. İşte asr-ı saadetin saadet veren yönünden en çok istifade eden kesimlerden birisi kadınlardır. Asr-ı saadette kadın, cahiliyeden ve cahiliye zihniyetinin yeniden canlandığı tüm zamanlardan farklı olarak önce Resulüllah’ın nezdinde, sonra onun güzel örnekliği ile şekillenen toplumun diğer kesimlerinde son derece olumlu ve elverişli bir ortamda yaşamıştır.
Asr-ı saadette kadını anlamak için öncelikli olarak cahiliye döneminde Mekke’deki kadını iyi tanımak gerekmektedir. İslam öncesi dönemde yani cahiliyede Mekke kadınları, mensubu bulundukları kabile ve kabile içerisindeki konumlarına göre değişen şartlarda yaşamışlardır. Sayıca ve nüfuzca güçlü kabilelere mensup asil ve zengin ailelerin kadın üyeleri, hem akrabalarından hem de toplumdan saygı görmüş; mal sahibi olup mallarını yönetebilme, eş seçebilme, evlenme ya da boşanma gibi hususlarda söz sahibi olabilmişlerdir. Mekke’nin alt tabakaya mensup ailelerinin kadın fertlerine ise bırakın yukarıda zikrettiğimiz hususlarda imtiyaz sahibi olabilmeyi, bazı şart ve durumlarda hayat hakkı dahi tanınmamıştır. Hak aramak için başvurulacak müesseselerin olmadığı cahiliye döneminde alt tabakaya mensup kadınlar, ailenin erkeklerinin insafına bırakılmış durumdadır.
Her ne kadar ikisi de Hicaz bölgesinde yer alıyor olsa da cahiliye döneminin Medine’de, Mekke’dekinden farklı yaşandığının altını çizmek önemlidir. Mekke tarım ve hayvancılığın yapılamadığı, geçimini tamamıyla Kâbe’nin kutsallığından ötürü bölgeye gelen Araplar için kurulan panayırlar ve Arap Yarımadası’nın dört bir yanına gönderilen ticaret kervanlarının kazancı ile sürdüren bir şehirdir. Medine ise volkanik araziler üzerinde kurulu olup başta hurma tarımı olmak üzere çeşitli sebze ve meyvelerin yetiştirildiği, hayvancılık yapılabilen bir yerdir. Mekke ticaret, Medine ise tarım toplumudur. Mekke’de geçimi sağlayan kesim, tehlikeli ticari yolculuklara çıkarak eve kazançla dönmeye gayret eden erkektir. Medine’de ise aile fertleri kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin, sahip oldukları arazi ve bahçelerde bir arada çalışarak geçimlerini sağlamaktadırlar. Mekke’de kabileler arasında Kâbe hizmetlerinden ötürü kendisini ayrıcalıklı gören, “Kureyş kabilesi ve diğerleri” şeklinde bir ayrım mevcuttur. Kureyş’in kolları içerisinde başka hiyerarşik sıralamalar da vardır. Medine’de ise kabile hiyerarşisi bu denli keskin değildir. Tarım yapılabildiği için aileler arasındaki maddi uçurumlar da Mekke’deki kadar derin değildir. Bu vb. özelliklerden dolayı cahiliye döneminde Mekke’de zengin ve asil ailelere mensup olmayan kadınların sahip oldukları dezavantajların doğrudan Medine’de bir karşılığı bulunmamaktadır. Medineli kadınların, sosyal hayatta var olabilen, aile içinde ağırlığını hissettiren bir konumda oldukları anlaşılmaktadır.
Bi’set öncesi dönemde cahiliye toplumuna has her türlü kötülükten kendisini uzak tutmayı başaran Allah Resulü, hanımı Hz. Hatice’yi, kızları Zeyneb, Ümmü Gülsüm, Rukiye ve Fatımatüzzehra’yı el üstünde tutmuştur. Ailesindeki kadınlara kendilerini değerli hissettirmiştir. Onun Hz. Hatice ile evliliği, “İdeal bir evlilik nasıl olmalıdır?” sorusunun cevabı niteliğindedir. Allah Resulü’nün sergilediği tavır ve davranışlarla hanımının gönlünü kazandığının en açık göstergesi, ilk vahiy sırasında Hz. Hatice’nin söylediği sözlerde gizlidir. Allah Resulü, Hira Mağarası’nda Cebrail’den “Oku!” emrini işitmesinin ardından, korku ve endişe içerisinde evine gelip üstünün örtülmesini istediğinde Hz. Hatice, sükûnetini koruyarak sevgili eşine, kendinden emin bir şekilde, “başına gelen şey her ne ise bunun şer olamayacağını” izah etmiştir. Gerekçe olarak da Allah Resulü’nün cömertlik, misafir ağırlama, akrabalarını gözetme, muhtaç ve mağdurlara yardım, adalet, doğruluk, güvenilirlik gibi özelliklerini sıralamıştır. Bir kadının, kocasından kaynaklı bir stres anında, soğukkanlılığını koruyup “Eminim başına gelen şey kötü değildir, çünkü sen şu şu vasıflara sahip şahane bir insansın.” mealinde sözler söylemesi, ancak ona duyduğu sevgi, saygı, bağlılık ve hayranlık sayesinde mümkün olabilir. Hz. Hatice’nin bu tavrı, Allah Resulü’nün on beş yıllık evliliği boyunca hanımına değer verdiğini, sevgisini ve saygısını kazandığını açık bir şekilde göstermektedir.
Bi’set sonrasında Allah Resulü, ailesindeki kadınlara sergilediği müşfik ve hoşgörülü tavrın toplumun geneline yayılması için gayret göstermiştir. Bunu yaparken de cahiliyeye has Mekke Medine, üst tabaka alt tabaka vb. ayrımları ortadan kaldırarak kadını ait olduğu kabileye, şehre veya eve gelir getirip getirmemesine göre değil, yaratılış açısından değerli gören bir anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Resulüllah’ın tebliğinde, kulun Allah katındaki değerini belirleyen unsurun cinsiyet değil iman ile amel olduğunu bildiren ve kadınla erkeğin birbirlerinin eksikliklerini gidermek, tamamlamak için yaratıldıklarını ifade eden ayetler önemli bir yer tutmaktadır. (Bakara, 2/18; Nisa, 4/1, Tevbe, 9/71; Hucurat, 49/13.) O, her şeyden önce toplumdaki yeri ve nüfuzu ne olursa olsun, kadınların kendisine ulaşabildiği bir peygamberdir. Bu, cahiliyede kendisine hak arama mercii bulamayan kadınlar için çok önemli bir kazanımdır. Kadınlar gerek aile içinde gerekse başka nedenlerle yaşadıkları her türlü sorunu Allah Resulü’ne iletebilmişler, onun sunduğu sadra şifa çözümlerle yürekleri genişleyerek huzurundan ayrılmışlardır. Rivayetler, Medine’deki 10 yıl boyunca kadınların, kocalarından gördükleri şiddetten haksız boşanma taleplerine, evladından ayrı kalmaya mecbur tutulmaktan ekonomik sıkıntılara ve dahi özel hâllerine kadar her türlü konuyu korkmadan ve çekinmeden Allah Resulü’ne taşıyabildiklerini göstermektedir. Bir grup kadın sahabenin, “Bizler, erkekler kadar senin sohbetinden istifade edemiyoruz.” deyip kendileri için bir gün ayırmasını istemeleri üzerine Resulüllah’ın, kadınlara özel bir gün belirlemesi bu bağlamda son derece önemlidir.
Hz. Peygamber İslam’ı bizzat yaşayarak tebliğ eden bir peygamberdir. Dolayısıyla onun eşlerine ve çevresindeki kadınlara yönelik olumlu tutum ve davranışları kulaktan kulağa yayılarak kadınlar arasında gündem olmuştur. Bu vesileyledir ki kadınlar, eşleri ya da çocuklarından gerekli değeri görmedikleri durumlarda Allah Resulü’nü referans göstererek hak arama mücadelesine girişebilmişlerdir. Örneğin Hz. Ömer’e karısı, “Hayret bir şey, hanımların sana hiç muhalefet etmesinler istiyorsun, oysaki Hz. Peygamber’in hanımları, ona itiraz edebiliyorlar.” diye tepki göstermiştir.
Asr-ı saadette kadının sahip olduğu en önemli ayrıcalık, hakkını arayabileceği bir muhatap bulabilmesinin yanında Allah Resulü’nün, her fırsatta sahabeye, kadınlara değer verilmesine yönelik tebliğde bulunmasıdır. Allah Resulü’nün kadın konulu nasihatlerinden birisi, “Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanınızdır.” (Tirmizi, Radâ, 11.) şeklinde kayda geçmiştir. “Hanımlarımızın bizim üzerimize ne tür hakları var?” şeklindeki bir soru karşısında Hz. Peygamber’in, “Ekonomik kazancınıza uygun olarak yiyeceğini ve giyeceğini temin ediniz, vurmayınız ve incitici kötü sözler söylemeyiniz.” (Ebu Davud, Radâ, 41; İbn Mace, Nikâh, 3.) dediği bildirilmiştir. Allah Resulü’nün, sahabeyi, kadının aile kavramı açısından taşıdığı önem ve değere dikkat çekmek suretiyle şiddetten uzak durmak noktasında sık sık uyardığı görülmektedir. İbn Ömer, asr-ı saadetteki bu değişimi şu çarpıcı sözlerle ifade etmiştir: “Hz. Peygamber döneminde biz kadınlara karşı haksızlık yapmaktan ve şiddete başvurmaktan hakkımızda ayet iner de uyarılırız endişesiyle çekinirdik. Resulüllah vefat ettikten sonra bu çekince ortadan kalktı ve artık dikkat etmez olduk.”
Hz. Peygamber döneminde kadınların aileyi çekip çeviren, evi yuva hâline getiren eş ve anne olmalarının yanı sıra farklı uğraş ve yeteneklerle de temayüz ettikleri görülür. Yapılan çalışmalar göstermektedir ki asr-ı saadette kadınlar, ticaret hayatının içinde aktif bir şekilde yer almışlar, mal alıp satmışlar, sağlık hizmetlerinde bulunmuşlar, tarım alanında çalışmışlar, çarşı pazarlarda denetleme memuresi olarak görev almışlar, sağlık hizmetlerinde bulunmuşlar, savaşlara katılıp su taşıma, yaralıları tedavi etme, yeri geldiğinde silahla kendini savunma ya da saldırıda bulunma vazifelerini ifa etmişlerdir. Asr-ı saadette kadın, mescitlerin vazgeçilmez bir unsurudur. Hz. Peygamber sıklıkla sahabilerini, eşlerinin vakit namazlarına gitmelerine mani olmamaları hususunda uyarmıştır. Kaynaklarımızda kadınları, mescitte gruplar hâlinde oturup sohbet ederken, Allah Resulü’ne selam verirken ya da sohbetinde onu dinlerken tasvir eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Kısacası asr-ı sadette kadın, evinde, mescitte, tarlasında, çarşı pazarda, cephede, seyahatte yani hayatın her alanında var olmuş, değer görmüş, değer kazandırmıştır. (“Hz. Peygamber döneminde Kadın” konusu ile ilgili detaylı bilgi için: Fatımatüz Zehra Kamacı, “Hz. Peygamber Döneminde Kadın Olmak,” Kadın Olmak, İslam, Gelenek, Modernite ve Ötesi (ed. Şule Albayrak), İz Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul 2019, s. 175-243.)

Kaynak

Doç. Dr. Fatımatüz Zehra KAMACI
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Aylık Diyanet Dergisi

Musâfaha ne demektir? Namazdan sonra camide musâfaha yapılması bid’at mıdır?

Musâfaha nedir veyahut ne demektir? Namazdan sonra camide musâfaha yapılması bid’at mıdır? Namazlardan sonra camide musafaha yapmanın hükmü nedir? Diyanet cevapladı.

Musâfaha; bir tür dostluk ve barış ifadesi olarak tokalaşma şeklinde yapılan bir muâşeret şeklidir.

MUSAFAHA YAPMAK SÜNNET MİDİR?

Hz. Peygamber(s.a.s.), bu uygulamaya büyük önem vermiş (Buhârî, İsti’zân, 27; Ebû Dâvûd, Edeb, 154) ve “Birbiriyle karşılaşan iki Müslüman el sıkıştığında, daha oradan ayrılmadan günahları affedilir.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 154) buyurmak suretiyle musâfaha etmeye teşvik etmiştir.

NAMAZDAN SONRA CAMİDE MUSÂFAHA YAPILMASI BİDAT MIDIR?

Müslümanlar arasında dostluk, hoşgörü ve kaynaşmaya vesile olması hasebiyle namaz sonrasında musâfaha yapmakta dînen bir sakınca yoktur. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 547) Ancak namazdan sonra cami içinde veya dışında musâfaha yapmayı, cemaatle namazın ayrılmaz bir unsuru gibi algılayarak topluca yapılan bir merasim hâline getirmek uygun değildir.


Dinimiz kadınların el sıkma şeklinde merhabalaşmalarına ne demektedir?..

Değerli kardeşimiz,

Buna "musafaha" denir. Gerek erkeklerin birbiriyle, gerekse de kadınların birbirleriyle, karşılaştıkları zaman selâmlaşmaları, hal-hatır sormaları, musafaha yapmaları, tokalaşmaları, kucaklaşmaları, birbirlerine güleryüz göstermeleri İslâmî kardeşliğin bir icabıdır. Bu davranışların tamamı sadakadır ve ibadettir.

Bir hadiste Peygamberimiz (asm) musafahanın faziletini şöyle anlatırlar:

    "İki Müslüman karşılaşıp musafaha yaparlarsa, Cenâb-ı Hak, onlar ayrılmadan her ikisinin de günahını bağışlır."(1)

Peygamberimizin bu hususta nasıl hareket ettiğini de Hazret-i Ebû Zer'den öğreniyoruz. Müslümanlar kendisi ne sorarlar:

    "Resul-i Eklemle (a.s.m.) karşılaştığımz vakit sizinle musafaha yapar mıydı?"

    Bu sual üzerine Hz. Ebû Zer (r.a.) kendi başından geçen nurlu bir hatırayı şöyle anlatır:

    "Resul-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) karşılaşıp da musafaha etmediğimiz hiç vaki değildir. Her karşılaşmada musafaha ederdi. Beni bir gün evden çağırtmıştı. O gün evde yoktum. Eve geldiğimde haber verdler. Hemen huzuruna vardım, divanın üzerinde oturuyorlardı. Beni görünce ayağa kalktı ve kucakladı. Bu manzara benim için çok, hem çok güzel bir şeydi."(2)

Karsılaşınca musafaha yapmak, kucaklaşmak Peygamberimiz (asm)'in hem sözlü, hem de fiilî bir sünnetidir. Peygamberimiz (asm)'in sünnet olan bu hareketini mutlaka erkekler tatbik edecek diye bir kaide yoktur. Bu sünneti mümin erkekler yapabildikleri gibi, mümin kadınlar da yaparlar. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, kadınların kendilerine nikâhı düşebilecek erkeklerle musafaha yapmamalarıdır, bu caiz değildir.

Karşılaşınca Peygamber Efendimizin üzerine salavat-ı şerife getirme meselesine gelince; bu mevzuda da yine bir hadis-i şerifin mealini okuyalım:

    "Birbirlerinii seven iki kul karşılaştıkları zaman Resulullaha (a.s.m.) salavat getirirse, ayrılmadan önce Allah'ın affına ermiş olurlar."(3)

Meallerini verdiğimiz bu hadislerden, bizim de tabiî olarak tatbik ettiğimiz şu sıralama çıkıyor:

İki Müslüman karşılaştıkları zaman önce "Esselâmü Aleyküm" "Ve aleykümüsselam" diyerek selâmlaşırlar, musafaha yaparlar ve "Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed" diyerek Peygamberimiz (asm)'in üzerine salavat getirirler. Bunların hepsi de sünnettir. Hiçbir zaman bid'at ve uydurma olamaz. Gerek erkekler, gerekse kadınlar kendi aralarında bu sünneti yaşamaya, yaşatmaya gayret ederler.

Yalnız, kadınlar musafaha ve kucaklaşma sünnetini cadde ve sokak gibi yabancı erkeklerin görebileceği bir yerde yapmamaya dikkat ederlerse daha isabetli olur. Zaten takvaya riayet eden mümin kadınlar her vakit İslâmî edep ve erkâna riayet ederler.

Erkeklerin, karşılaştıklarında birbirlerinin yüzünü öpmesi İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre mekruh ise de İmam-ı Ebu Yusufa göre mekruh değildir. Bazı âlimler bu hususta şöyle derler: Eğer yüzünü öptüğü bir kimse, bir din âlimi ve takva sahibi bir kimse ise, bunda bir mahzur yoktur. Çünkü, bunda dinin şerefini korumak vardır. Kadınların ise karşılaştıkları zaman ve ayrılacakları zaman birbirlerinin yanaklarını öpmeleri mekruhtur.(4)



İnsanların genelde dostluk, sevgi, anlaşma, tebrik, bağlılık gibi duyguların ifadesi olarak el sıkışmaları birçok kültürde mevcut bir uygulamadır. Tokalaşmanın Arapça karşılığı olan musâfaha “bir şeyin yan tarafı” anlamındaki safh kökünden türemiştir. Tokalaşmada eller karşılıklı avuç içleri birleşecek şeklinde tutulduğundan buna musâfaha denilmiştir. İslâm’da müslüman kardeşliğini güçlendirmek için selâmlaşma, musâfaha ve güleryüzlülük teşvik edilmiştir. Selâmlaşmanın bir parçası sayılan tokalaşma Hz. Peygamber’in sünnetinde yer alan âdâb-ı muâşeret kaidelerindendir. Kur’an’da musâfaha kelimesi yer almamakla birlikte safh ve bu kökten türemiş fiiller “bağışlama, hoşgörülü olma” anlamında yedi âyette sekiz defa geçmektedir. Resûl-i Ekrem tokalaşmanın kalpteki kin duygusunu gidereceğini bildirmiştir (el-Muvaṭṭaʾ, “Ḥüsnü’l-ḫuluḳ”, 16). İslâm kültür tarihinde tokalaşmanın çok eskiden beri var olduğu belirtilir ve ilk tokalaşma âdeti Hz. İbrâhim’e dayandırılır (Fâkihî, III, 221). Alışveriş esnasındaki tokalaşma veya elleri hızlıca birbirine vurma âdeti “safka” kelimesiyle ifade edilir.

Resûlullah, müslüman kardeşini güleryüzle karşılama şeklinde bile olsa hiçbir iyiliğin küçük görülmemesini istemiş (Müslim, “Birr”, 144), selâmlaşmanın yayılmasını emretmiş (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 130, 131) ve tokalaşmanın selâmlaşmanın tamamlayıcısı olduğunu söylemiştir (Tirmizî, “İstiʾẕân”, 31). Selâm söz bakımından güven ve güvence vermenin ilânı, güleryüzle musâfaha onun tekididir. Sahâbeden Hz. Peygamber’le tokalaşanlar bununla övünmüştür. Abdullah b. Büsr’ün, “Şu elimi görüyor musunuz? Onunla Resûlullah’a biat ettim” dediği rivayet edilir (Müsned, IV, 189). Resûl-i Ekrem ashabıyla tokalaştığı gibi ashap da kendi aralarında tokalaşırlardı (Buhârî, “İstiʾẕân”, 27). Berâ b. Âzib’in rivayetine göre Hz. Peygamber, iki müslüman karşılaştığında tokalaşıp Allah’a hamdeder ve ondan bağışlanma dilerse daha oradan ayrılmadan Allah Teâlâ’nın her ikisini de affedeceğini bildirmiştir (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 141, 142). Resûlullah’ın yolculuğa çıkan bir kimseyle vedalaştığı zaman onun elini tuttuğu, o bırakıncaya kadar elini bırakmadığı ve onun için dua ettiği rivayet edilir (Tirmizî, “Daʿavât”, 43). Hz. Peygamber bir sahâbînin, “Bizden biri kardeşi veya arkadaşıyla karşılaştığında saygı için eğilebilir mi, sarılıp onu öpebilir mi, elini tutup tokalaşabilir mi?” şeklindeki sorularından ilk ikisine olumsuz, üçüncüsüne olumlu cevap vermiştir (Tirmizî, “İstiʾẕân”, 31). Bununla birlikte kucaklaşmanın mutlak şekilde yasaklanmadığını, yakınlık, yaş ve mevkiye göre kucaklamanın yanı sıra el, yüz veya alından öpülebileceğini gösteren hadisler de vardır. Resûl-i Ekrem amcasının oğlu Ca‘fer b. Ebû Tâlib Habeşistan’dan döndüğünde onu kucaklamış ve alnından öpmüştür. Yine kızı Fâtıma geldiğinde ayağa kalkar, onu kucaklar ve alnından öperdi. Yolculuk dönüşü veya uzun aradan sonra karşılaşma dışında sıkça görüşen insanların sadece selâmlaşıp tokalaşması âdâb-ı muâşeret yönünden daha uygun görülmüştür. Ayrıca Resûlullah’ın Müslümanlığı kabul edenlerle ilk görüşmesinde İslâm’a bağlılık amacıyla yahut Akabe biatları ve Bey‘atürrıdvân gibi önemli hadiselerde biat alırken musâfaha yaptığı bilinmektedir.

Âlimler gündelik hayatta riayet edilecek âdâb-ı muâşeret kaideleri çerçevesinde konuşma, selâmlaşma, sarılma, el veya alından öpme, tokalaşma, karşılama, ayağa kalkma, vedalaşma gibi iletişim biçimlerini bir bütün halinde inceleyerek sünnete uygun âdâbı belirlemeye çalışmıştır. Fakihler arasında tokalaşmanın sünnet olduğu hususunda görüş birliği vardır. Hz. Peygamber’in tokalaşma şekline dair bir kayıt bulunmamakla birlikte rivayetlerden onun tokalaşırken belli kuralları gözettiği anlaşılmaktadır. Meselâ Resûl-i Ekrem, musâfaha yaptığı kimse elini çekmeden onun elini bırakmadığı gibi karşıdaki yönünü başka tarafa çevirmeden ondan yönünü çevirmezdi (Beyhakī, X, 192). Resûlullah’a Medine döneminde on yıl kadar hizmet eden Enes b. Mâlik, bir şey söylemek için kulağına eğilen bir kimse başını geri çekmedikçe Hz. Peygamber’in ondan uzaklaştığını hiç görmediğini söyler (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6). Bu tarzdaki rivayetlerden hareketle kısa tutulmakla birlikte tokalaşmada rencide edecek biçimde elin hızla çekilmemesi gerektiği, ilk elini uzatan tarafın elini çekmesini beklemenin uygun olacağı, selâm verme gibi önce el uzatmanın daha faziletli sayıldığı, tokalaşmanın sağ elle yapılmasının, güler yüzle selâm vermenin, kendisi ve karşı taraf için dua etmenin, Hz. Peygamber’e salavat getirmenin tokalaşma âdâbından olduğu ifade edilmiştir. Tokalaşmanın tek elle mi yoksa iki elle mi yapılacağı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sahâbe ve tâbiînden gelen bazı rivayetlere binaen (Buhârî, “İstiʾẕân”, 28) iki elle tokalaşmanın sünnet olduğu görüşünü benimseyenlere göre sağ eller bağlanıp sol eller onların üzerine konularak tokalaşılır. Tokalaşmanın sünnet kabul edildiği durumlar arasında karşılaşma, karşılama, yöneticiyle biatlaşma merasimi zikredilmiştir. Karşı tarafa eziyet vermemek için ellerin kirli veya terli olması halinde çekinmek daha uygunsa da tokalaşmada hükmî tahâret aranmaz. Nitekim Resûl-i Ekrem’le yolda karşılaşan Huzeyfe b. Yemân’ın cünüp olduğu için tokalaşmaktan çekindiğinde Hz. Peygamber’in, “Müslüman necis olmaz” diyerek bunda bir sakınca bulunmadığını ifade ettiği nakledilir (Ebû Dâvûd, “Ṭahâret”, 91; Ebû Hüreyre hakkında benzer bir rivayet için bk. Tirmizî, “Ṭahâret”, 89). Ayrıca hastalığı bulaşıcı değilse hastalarla musâfahada bir mahzur görülmediği, hasta ziyareti sırasında hastanın alnına veya eline elini koyma, halini sorma gibi davranışların teşvik edildiği bilinmektedir (Tirmizî, “Eṭʿime”, 19).

Tokalaşma ile ilgili çeşitli meseleler tartışılmış, erken dönemde gayri müslimlerle ve bid‘at ehliyle, modern dönemde karşı cinsle tokalaşma konuları öne çıkarken klasik fıkıh literatüründe en çok namazlardan sonra tokalaşma âdeti ele alınmış, bu hususta çok sayıda risâle yazılmıştır. Namazların arkasından musâfahanın müstehap veya mubah sayıldığını söyleyenlerin yanı sıra mekruh veya haram olduğunu söyleyenler de vardır (Abdünnâsır, s. 73-84). Günümüzde vakit namazları, cuma ve özellikle bayram namazlarının ardından cemaat arasında camilerde yapılan tokalaşma, geçmişte belli bir dönemde daha çok sabah ve ikindi namazları ile cuma namazından sonra yapılmaktaydı. Bunun müstehap sayıldığını söyleyenler tokalaşmanın sünnet oluşunun namaz sonrasındaki tokalaşmayı da kapsadığı, namazın arkasından tokalaşmanın müminlerin arasında yakınlaşmayı ve sevgiyi arttıracağı görüşünden hareket ederler. Bazılarına göre namazdan sonra musâfaha bid‘at-ı hasene veya mubahtır. Bid‘atı beş kısma ayıran İbn Abdüsselâm sabah ve ikindi namazlarının ardından yapılan musâfahayı mubah bid‘ata örnek gösterir (Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, II, 173). Nevevî de her karşılaşmada musâfahanın müstehap olduğunu, ancak sabah ve ikindi namazlarından sonra yapılan musâfahanın sünnete dayanmadığını, bununla birlikte mubah kabul edildiğini belirtir (el-Eẕkâr, s. 210). Osmanlılar döneminde Şürünbülâlî gibi bazı âlimler de cevaz görüşünü benimsemiştir. Bunu mekruh veya haram sayanlara göre tokalaşmanın belirli namazlara hasredilmesi ve sadece namaz sebebiyle yapılmasının Resûlullah’ın uygulamasında bir örneği yoktur ve sonradan ihdas edilmiş bir âdet olup reddedilmesi gerekir. Başta İbn Teymiyye, Birgivî ve Kadızâdeliler olmak üzere çeşitli mezheplere mensup birçok fakih tarafından savunulan bu görüş özellikle belirli namazların ardından tokalaşmanın namaza has bir sünnet gibi algılanmaya başlanacağı endişesinden kaynaklanır (İbn Âbidîn, II, 235). Ayrıca bayram namazlarından sonra musâfaha yapmayı da bid‘at olarak görenler vardır (Azîmâbâdî, XIV, 82). Bunun en başta gelen sebebi bu uygulamanın insanları bağlayan ve terki ayıplanan bir merasim haline gelmesidir. Bir uygulamanın bid‘at olması için bir sünneti ortadan kaldırması, bir ibadet veya ibadetin unsuru şeklinde telakki edilmesi ve terkinin ayıplanması hususları göz önüne alınmaktadır. Bunların bulunmadığı durumlarda, namaz öncesinde farklı zamanlarda camiye gelen insanların namaz kılındıktan sonra çıkarken tabii bir şekilde selâmlaşma, tokalaşma ve sohbet etmelerinde bir sakınca görülmemesi gerekir.

Gayri müslimlerle tokalaşma konusu gayri müslimlerle genel ilişkiler bağlamında ele alınmıştır. Konuya gündelik hayat ve komşuluk hakları çerçevesinde yaklaşanlar, tokalaşmamanın rencide edici olacağı durumlarda tokalaşmanın daha uygun sayıldığını ifade etmiştir. Bu görüşün önemli dayanaklarından biri, din hususunda düşmanlık ve zulme başvurmayan gayri müslimlerle iyi geçinmeye cevaz veren âyetlerdir (el-Mümtehine 60/8-9). Fıkıh literatüründe yer alan, gayri müslimlerle ve bid‘at ehliyle tokalaşmanın mekruh olduğuna dair görüşlerde ise farklı din ve inanç mensuplarıyla ilişkilerde dönemin düşmanlık ve güvensizlik gibi öne çıkan kaygıları ve duyarlılıkları yanında musâfahanın dinî-siyasî bir anlama sahip biatlaşmayla yakın ilişkisi de etkili olmalıdır.

Klasik fıkıh literatüründe karşı cinsle tokalaşma konusu, günlük hayatta dostluk ve sevgiyi güçlendirici davranışlar çerçevesinde değil nâmahremle birlikte oturma âdâbı, ona bakma, dokunma gibi kadın-erkek ilişkilerinin sınırlarını tesbit bağlamında incelenmiş ve kişiler, arada evlilik yasağı bulunup bulunmaması ve yaş gibi kriterlerden hareketle dört grupta ele alınmıştır. 1. Kişinin evlenmesi ebediyen haram olan akrabalarından biriyle tokalaşmasında sakınca bulunmadığı ifade edilmiştir. Bunlar nesep, sütakrabalığı veya sıhriyet yoluyla kurulan akrabalıklardır. Ana-baba, dede-nine, kardeşler, yeğenler, hala ve teyze gibi nesep bağıyla, sütanne, sütkardeş gibi süt akrabalığı yoluyla ve kayınvâlide, gelin, babanın eşi, eşin kızı gibi sıhriyet bağıyla akraba olunanlarla musâfahada bir sakınca görülmemiştir. Ancak fakihlerden bu sınırı dar tutarak sadece usul ve fürûa veya nesep bağıyla akrabalığa hasredenler de vardır. 2. Aralarında Hanefîler ve Hanbelîler’in de yer aldığı fakihlere göre mahrem olmasa da yaşlılarla musâfahada bir sakınca yoktur. 3. Yine herhangi bir akrabalık bağı bulunmasa da küçüklerle tokalaşma Mâlikîler dışındaki mezheplere göre câiz görülmüştür. Bütün bu gruplarla ilgili musâfahanın cevazı normal şartlar altında geçerli olup gayri meşrû eğilimler söz konusu ise haram hükmünü alacağı ifade edilmiştir. 4. Mahrem olanlar dışında karşı cinsten genç ve orta yaşlılarla tokalaşmaya kadim dönemde fakihler cevaz vermemiştir; günümüzde ise iki farklı görüş bulunmaktadır (Abdünnâsır, s. 31-56). Cevaz vermeyenler, Hz. Peygamber’in biat alırken kadınlarla tokalaşmayıp sözle yetindiğine dair rivayetleri delil getirir (Müsned, II, 213; VI, 357; Abdürrezzâk es-San‘ânî, VI, 6-9). Ayrıca Resûl-i Ekrem, kendisiyle musâfaha yapmak isteyen kadınlara sözlü biatlaşmanın yeterli olduğunu ve kadınlarla musâfaha yapmadığını söylemiştir (Nesâî, “Beyʿat”, 18; Tirmizî, “Siyer”, 37; İbn Mâce, “Cihâd”, 43). Bunun yanı sıra karşı cinsten yabancılara dokunma ve onlarla tokalaşma onlara bakmayı yasaklayan âyetlerin hükmüne kıyaslanmıştır. Şâfiîler’de ve Hanbelîler’de karşı cinsle tokalaşma abdest hükümleri çerçevesinde de ele alınmıştır; çünkü bu mezheplere göre mahrem veya nâmahrem olsun karşı cinse dokunma abdesti bozar. Bazı kayıtlarla cevaz görüşünü benimseyenler ise çeşitli rivayetlerden deliller getirmenin yanı sıra yukarıdaki rivayetlerin bu konuda açık bir haramlık hükmü taşımadığı, o dönemde Arap toplumunda kadınlarla tokalaşma âdeti bulunmadığından Resûlullah’ın kadınlardan biat alırken kendileriyle tokalaşmadığı, onun bu uygulamasının tokalaşmanın haramlığına delâlet etmediği noktasından hareket ederler.


Dipnotlar:

1. Ebu Davud, Edeb: 143.
2. Müsned, V/168.
3. el-Ezkar Trc. s.480.
4. el- Fetava’l- Hindiye, V/369.
(bk. Mehmed PAKSU, Sünnet ve Aile)



BİBLİYOGRAFYA

Müsned, II, 213; IV, 189; VI, 357.

Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Muṣannef, VI, 6-9.

İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, V, 246-247.

Fâkihî, Aḫbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Abdullah b. Dehîş), Beyrut 1414/1994, III, 221.

İbn Kuteybe, ʿUyûnü’l-aḫbâr (Tavîl), III, 41.

Nesâî, ʿİşretü’n-nisâʾ, Beyrut 1409/1989, s. 201-203.

Ebû Saîd İbnü’l-A‘râbî, el-Ḳubl ve’l-muʿâneḳa ve’l-muṣâfaḥa (nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim), Kahire, ts. (Mektebetü’l-Kur’ân).

Taberânî, el-Muʿcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), II, 176; XX, 211-212.

a.mlf., el-Muʿcemü’l-evsaṭ (nşr. Târık b. Avazullah – Abdülmuhsin el-Hüseynî), Kahire 1415/1995, VIII, 182.

Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkādir Atâ), Beyrut 1414/1994, VII, 99-100; X, 192.

Ferrâ el-Begavî, Şerḥu’s-sünne (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1403/1983, XII, 289, 290, 291, 292, 293.

Kâsânî, Bedâʾiʿ, V, 123-124.

Muvaffakuddin İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), Riyad 1419/1999, XIII, 252.

İzzeddin İbn Abdüsselâm, Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), II, 173.

Nevevî, el-Eẕkâr, Beyrut 1404/1984, s. 209-210.

Takıyyüddin İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’l-fetâvâ (nşr. Âmir el-Cezzâr – Enver el-Bâz), Mansûre 1426/2005, XXIII, 192.

İbn Balabân, el-İḥsân bi-tertîbi Ṣaḥîḥi İbn Ḥibbân (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1407/1987, II, 277, 326; IX, 161-162.

İbn Hacer el-Askalânî, Fetḥu’l-bârî (nşr. Ebû Kuteybe Nazar Muhammed el-Fâryâbî), Riyad 1426/2005, XIV, 211-216.

Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, Beyrut 1398, I, 296; II, 29, 127.

Hatîb eş-Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc (nşr. M. Halîl Aytânî), Beyrut 1418/1997, I, 105; III, 182; IV, 286.

Ahmed b. Muhammed Akhisarî, Risâle fî enne’l-muṣâfaḥa baʿde’ṣ-ṣalavâti’l-ḫams bidʿatün, Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 429, vr. 72-73.

Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-hak: İslâmda Tenkid ve Tartışma Usûlü (s.nşr. Süleyman Uludağ – Mustafa Kara), İstanbul 1990, s. 199-201.

Şürünbülâlî, Saʿâdetü ehli’l-İslâm bi’l-muṣâfaḥati ʿaḳıbe’ṣ-ṣalâti ve’s-selâm (Resâʾilü Ḥasen Şürünbülâlî içinde, 50. risâle), Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1184, vr. 527-548.

Muhammed b. Seyyid Kemâleddin, Risâle fi’l-muṣâfaḥa, Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 3767, vr. 143-147.

İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, Beyrut 1421, II, 235; VI, 368, 381, 412.

Azîmâbâdî, ʿAvnü’l-maʿbûd, Beyrut 1415, XIV, 80-84.

Ahmed eş-Şerebâsî, Yesʾelûneke fi’d-dîn ve’l-ḥayât, Beyrut 1980, IV, 86-87.

Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1985, s. 300-301, 310-313.

M. Mûsâ Nasr, Tamâmü’l-kelâm fî bidʿati’l-muṣâfaḥa baʿde’s-selâm, Amman 1405/1985, s. 16-34.

Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıḳhü’l-İslâmî ve edilletüh, Dımaşk 1405/1985, III, 567, 570.

Abdülkerîm Zeydân, el-Mufaṣṣal fî aḥkâmi’l-merʾe ve beyti’l-müslim fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1413/1993, III, 249-251, 268.

Hayreddin Karaman, Hayatımızdaki İslam, İstanbul 2006, II, 150-153.

Abdünnâsır b. Hıdır Mîlâd, el-Muṣâraḥa fî aḥkâmi’l-muṣâfaḥa, Medine 1429/2008, s. 11-98.

“Muṣâfaḥa”, Mv.F, XXXVII, 356-366.

Mustafa Çağrıcı, “Tokalaşma”, İslam’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul 1997, IV, 379.


Kaynak:

Diyanet
Sorularla İslamiyet
DNA HAKKINDA

Alm. Deutscher Normenausschuss, Fr. Acide desoxyribonucleique, İng. Desoxyribonucleic asid. Kalıtımda rol oynayan organik bir molekül. Bir nükleik asit çeşidi. “Deoksiribo nükleik asit” adını alır. Kısaca “DNA” olarak gösterilir. Canlılarda yönetici bir moleküldür. Hücrenin protein ve enzim sentezinde rol oynar. Ayrıca yeni bir hücre meydana getirecek gerekli elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil eder.

İlk defâ A.F.Mıescwer adlı bir araştırıcı 19. yüzyılın sonlarında hücre çekirdeğini incelerken bu maddeleri fark etmiştir.

Ökaryotik hücrelerde DNA başlıca çekirdekte bulunmakla berâber az olarak mitokondri ve kloroplastlarda da vardır. Hücre çekirdeğinde bulunan kromatin, DNA ve buna bağlı proteinlerden yapılmıştır.

1953 senesinde Watson ve Crick adlı araştırıcılar hazırladıkları modeller üzerine DNA yapısını açıklamaya çalışmışlardır. Buna göre; DNA teorik olarak sonsuz uzunlukta ve birbirine sarmal olarak dolanmış yanyana iki molekül zinciridir. Bu, hayâlî bir eksene sarılı bir ip merdivenine benzetilebilir. Merdivenin kenarları bir şeker molekülü (deoksiriboz) ile fosforlu bir molekülden meydana gelir. Merdiven basamaklarının arasında gevşek hidrojen bağlarıyla birbirini çeken pürin ve pirimidin denilen azotlu bazlar bulunur. Bu basamaklar merdivenin kenarındaki şeker moleküllerine bağlıdır.

DNA’daki azotlu bazlar iki gruptur: Pürin bazları adenin ve guanin; pirimidin bazları ise sitozin ve timindir. Bunların molekül durumları şöyledir ki, bir adenin ancak bir timinle ve bir sitozin ancak bir guaninle birleşebilir. Bunlar pratikte baş harfleri ile gösterilir. Bu duruma göre her kademede ancak 4 çift baz bulunabilir. A-T, T-A, G-S, S-G. Her DNA molekülünde; adenin (A) molekül sayısı, timin (T) molekül sayısına eşittir ve ancak birbirleriyle karşılıklı bağ yapabilirler. Birbiriyle oranları 1’dir (A/T=1). Aynı durumlar guanin (G) ile sitozin (S) arasında da mevcuttur (G/S=1). Ancak (G+S)/(A+T) oranı 1’e eşit değildir. Bu oran bütün DNA’larda farklı olabilmektedir. Adeninle timin arasında çift hidrojen bağı (A = = = T) bulunur. Sitozinle guanin arasında ise üç hidrojen bağı (S    G) mevcuttur. Bir baz çifti, yapısı îtibâriyle yakınındaki baz çiftlerini etkilemez. Bu azotlu baz-şeker-fosfat topluluğuna “nükleotit” denir. DNA, bir nükleik asit olup, temel birimi “nükleotit”tir. DNA’nın bütün nükleotitlerinde şeker ve fosfor grupları aynıdır. Nükleotitlerin farklılığı taşıdıkları bazlardan kaynaklanır. Nükleotitler taşıdıkları azotlu bazlara göre adlandırılırlar: Adenin nükleotit, guanin nükleotit, timin nükleotit, sitozin nükleotit.

Bu DNA molekülünü yapan nükleotitlerin belirli bir sıra ve düzenle dizilmeleriyle molekül boyunca gen blokları meydana gelir. Sâdece şeker ve bazdan oluşan birleşime ise nükleosit denir. DNA molekülündeki sarmallık sağa doğrudur, her on çift nükleotitte tam bir tur tamamlanır.

DNA genetik bilgi deposudur. Mikroskopla bile görülemeyen bu sayılamayacak kadar bilgiler, gâyet muntazam olarak yerleştirilmiştir. İnsan vücudunun plânını içinde taşıyan bu muhteşem yapı kendisini inceleyen ilim adamlarını hayretler içinde bırakmakta ve DNA’dan bahseden ilmî eserlerin pek çoğunda bunu yaratanın azâmet ve büyüklüğü dile getirilmektedir.

DNA’nın iki görevi vardır: Birincisi hücre bölünmesinin hazırlıkları sırasında kendi kopyasını yapmasıdır. Kromozomların ikiye bölünmesi sırasında DNA molekülü kendisinin bir kopyasını yapar, buna replikasyon veya duplikasyon denir. Bu olay yavru kromozomda aynı kısımların bulunabilmesi için gereklidir. DNA’nın kendini eşlemesi esnâsında, iki sarmal ipliği bir arada tutan hidrojen bağları âdetâ bir fermuar gibi açılır. Açıkta kalan pürin ve pirimidin nükleotitlerin uçları, hücrede önceden sentezlenmiş nükleotitlerle tamamlanır. Böylece birbirinin aynı olan iki DNA meydana gelmiş olur. Hücre bölünmesinde her biri bir hücreye gider. İkinci görevi, kendinde toplanmış olan bilgiyi RNA’ya (Ribonükleik asit) vermesidir. Bu işleme transkripsiyon denir. Transkripsiyonun esâsı DNA kalıbı üzerinden RNA’nın direkt olarak sentezlenmesidir. Böylece DNA’daki bilgi RNA’ya aktarılmış olur. RNA’daki toplanan bilgi ribozomlarda tercüme edilerek protein, enzim gibi maddelerin sentezinde kullanılır.

Kromozomlarda bulunan genler DNA yapısındadır. Her canlı bireyin ve neslinin hayat plânı hücre hâfızasını meydana getirir. DNA molekülleri şifrelerle kodlanmıştır. DNA’nın yapısına giren bazların (A,T,G,S) her biri şifre sembolü olarak kullanılır. Hayâtın dili bu dört harfli alfabeyle DNA moleküllerinde yazılmaktadır. DNA’nın ipliklerinde ard arda gelen üç nükleotit bazı bir mânâ (şifre) ifâde eder. Dört farklı nükleotitle arka arkaya 64 şifre kodlanabilir (AAA, AAS, AAG, AGS, vb.). Şifrelerin DNA’daki sıralanışlarının değişmesiyle ise binlerce mânâ ifâde edilebilir.

DNA’lar, kendilerinin kopyalarını yaparak, üreme hücreleriyle hayat şifrelerini nesilden nesile iletirler. Canlıların vücut yapılarının ve karakterlerinin (mâvi gözlülük, kıvırcık saçlılık, çekik gözlülük vs.) cansız bir molekülde şifrelenmesi ve bu molekülün otomatik olarak kendisinin kopyasını yapabilmesi, daha açık bir ifâdeyle hayat sırrını kendinde kapsaması özelliğine fen adamları hayretle bakmakta ve bunların ancak ilâhî bir kudretle mümkün olabileceğini ifâde etmektedirler.

Bâzı sebeplerden dolayı DNA’daki genlerde yapı değişiklikleri görülebilmektedir. Bu değişmeler yavru hücrelere de aynen geçer. Bu durum bâzan kansere sebeb olabilmektedir.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi
DİZİLER

Alm. Progressionen, Fr. Progression, İng. Progression. Tanım kümesi pozitif tam sayılar olan bir fonksiyon. Bu fonksiyonun değer kümesi reel sayılar ise, reel dizi; kompleks sayılar ise, kompleks dizi adını alır. n’inci görüntüsü olan f(n) = an ye genel terim denir. Terimleri a1, a2, ..., an ... olan bir dizi (a1, a2, ..., an ...) veya kısaca (an) şeklinde gösterilir. Örnekler:

    1          1  1        1
    1. (an) = (¾) = (1, ¾ , ¾ ,..... ¾ ,...) ® 0’dır.
                  n          2  3        n



          2n+1        3  5  7        2n+1
    2. (bn) = (¾¾¾) = (¾ , ¾ , ¾ ,...., ¾¾¾ ,...) ® 2’dir.
                    n+1        2  3  4        n+1



3. (cn) = (-1)nn = (-1, 2, -3, 4, ....., (-1)nn, .....)

4. (dn) = (2) = (2, 2, 2, ......., 2, ......) ® 2

Birinci dizi monoton azalan, ikinci dizi monoton artan dizilerdir. Her n için an>an+1 ise dizi monoton azalandır. an<an+1 ise dizi monoton artandır. Birinci dizinin bütün terimleri 0 ile 1 arasında, ikinci dizinin bütün terimleri ise 2 ile 3/2 arasındadır. Böyle alt ve üst sınırları olan dizilere sınırlı diziler denir. Bâzı dizilerin alt sınırı reel sayı olup, üst sınırı belli bir sayı olmaz veya tersi olur. Dizinin alt sınırına EBAS (en büyük alt sınır), üst sınırına da EKÜS (en küçük üst sınır) denir.

Bir dizinin yakınsaklığı: Genel terimin limiti belli bir sayı olan dizilere yakınsak dizi denir. Belli bir limiti yoksa veya birden fazla limiti varsa bu diziye ıraksak dizi denir. 1. ve 2. örnekteki dizilerin limitleri 0 ve 2 olduğundan yakınsaktırlar. 3. örnekteki dizinin içinde iki dizi vardır. Bunlar (-1, -3, -5, ... (-1)n n, ...) ve (2,4,6,8, ... (-1)n n, ...) dizileridir. Her iki dizinin de belli bir limiti yoktur. Bu dizi ıraksaktır. 4. örnekteki diziye sabit dizi denir. Sâbit dizilerde her n için an = an+1’dir. ((-1)n) dizisi de ıraksaktır. Bu dizi (-1, 1, -1, 1, -1, 1 ...) şeklindedir. İki farklı limiti vardır. Biri (-1) sâbit alt dizisinin limiti -1’dir. Diğeri (+1) sâbit alt dizisinin limiti 1’dir. Genel terimi (-1)n+(-1)n+1 olan dizi de sâbit (0) dizisidir. Sâbit dizilerin tek limiti olduğundan yakınsaktır.

Dizilerin birçok alt dizileri de vardır. Dizilerin dört işlemi tanımlanmıştır. Bir dizinin bir sayı ile çarpımı, dizinin bütün terimleriyle çarpımı demektir. Aritmetik ve geometrik diziler, çok kullanılan iki özel dizidir.

Aritmetik dizi: (a,a+r, a+2r, a+3r, ...) şeklinde dizidir. İlk terimi a, r ortak farkı sıfırdan farklı bir reel sayı olmak üzere genel terimi:

an = a+(n-1) r

olan diziye aritmetik dizi denir.

a = 2, r = 3 için (an) = (2, 5, 8, 11, ...)dir.

a = 3, r = -2 için (an) = (3, -1, -3, -5, ...)dir.

Aritmetik dizinin ardışık üç terimi a1, a2, a3, ise:

        a1+a3
        a2 = ¾¾¾¾ veya      2a2 = a1+a3 dir.
                  2

Dizinin terimleri sonsuzdur. Terimleri belli sayıda olan bir diziye sonlu dizi denir.

Sonlu bir aritmetik dizinin özellikleri:

1. Aritmetik dizide herhangi bir terimden, kendinden önce gelen terim çıkarıldığında ortak fark bulunur. Yâni;

an-an-1 = r  dir.

2. Bir aritmetik dizi (a1,a2, ... am ..., an ...) ise

      an-am
        r = ¾¾¾¾ dir.
              n-m

3. Bir aritmetik dizide baştan ve sondan aynı uzaklıkta olan iki terimin toplamı, ilk ve son terimin toplamına eşittir. Yâni:

(a1, a2, a3 ... an-2 , an-1, an) bir aritmetik dizi ise

a1+ an = a2+an-1 = a3 + an-2 = ...= ap+an-p+1  dir.

4. Bir aritmetik dizide her terim kendinden eşit uzaklıktaki terimlerin aritmetik ortalamasıdır. Yâni:

        ap-k+ap+k
        ap = ¾¾¾¾¾¾ , 1 £ k < p’dir.
                    2   

Yâni a1,a2,a3,a4,a5,a6,a7,a8 bir aritmetik dizi ise

        a3+a5      a2+a6    a1+a7
        a4 = ¾¾¾¾ = ¾¾¾¾ = ¾¾¾¾ olur.
                  2            2            2

5. a ile b sayıları arasına bunlarla birlikte aritmetik dizi teşkil edecek şekilde n tane sayı yazılırsa, bu dizinin ortak farkı:

        b-a
        r = ¾¾¾¾  dir.
              n+1

Meselâ 7 ile 23 arasına öyle üç tâne sayı yazalım ki bu beş sayı aritmetik dizi teşkil etsin:

      23-7        16
        r = ¾¾¾¾ = ¾¾¾ = 4 olur.
              3+1          4

O halde bu üç sayı 11,15,19 sayılarıdır.

6. Sonlu bir aritmetik dizinin ilk n terim toplamı:

        n
        Sn = ¾¾ (a1+an)  veya:
                2

          n
        Sn = ¾¾ [2a1+(n-1)r]  dir.
                2

Meselâ (4,11,18,25, ...) dizisinin 10 terim toplamı:

          10
        S10 = ¾¾ (4+9.7) =5.67 = 335 bulunur.
                  2

Geometrik dizi: k, 0 ve 1’den farklı bir reel sayı olmak üzere (an) = (a, ak, ak2, ak3, ..., akn-1, ...) dizisine geometrik dizi denir. İlk terim olan a’yı sâbit bir k sayısı ile çarparak dizinin terimleri elde edilir. Geometrik dizinin genel terimi:

an = a.kn-1 dir. k>1 ise artan, a<k<1 ise azalan dizi olur.

Sonlu bir geometrik dizinin özellikleri:

1. Bir geometrik dizide bir terimin kendinden öncekine bölümü ortak çarpandır. Yâni:

an
        ¾¾ = k’dır.
        an-1

a = 2, k = 3 için geometrik dizi, (2,6,18,54, ...) dır.

Bu dizide:

  54      18      6
          ¾¾ = ¾¾ = ¾¾ = 3 olur.
          18      6      2

2. Bir geometrik dizide her terimin karesi kendisinden önceki ve sonraki terimlerin çarpımıdır. Yâni:

a2n = an-1.an+1 dir.

3. Sonlu bir geometrik dizide baştan ve sondan aynı uzaklıktaki iki terimin çarpımı, ilk ve son terimlerin çarpımına eşittir. Yâni:

a1.an = a2.an-1 = a3.an-2 = ... = ap.an-p+1’dir.

4. a ile b sayıları arasına bunlarla birlikte geometrik dizi teşkil edecek şekilde n tane sayı yazılırsa bu dizinin ortak çarpanı:



FORMüL VAR!  (1)



Meselâ 2 ile 162 arasına öyle üç sayı yerleştirelim ki, bu beş sayı bir geometrik dizi teşkil etsin. Bunun için;



FORMüL VAR! (2)



bulunur.

İstenen sayılar: 6,18,54’tür.

5. Bir geometrik dizinin ilk n terim toplamı:

          1-kn
        Sn = a ¾¾  dir.
                  1-k



                  1  1  1
        Meselâ (2, 1, ¾, ¾, ¾, .....)
                          2  4  8

dizisinin ilk 10 terim toplamı:



FORMüL VARR!  (3)



bulunur.
DİZEL MOTORU

Alm. Dieselmotor, Fr. Diesel. İng. Diesel. Kuvvetle sıkıştırılmış hava içine püskürtülen yakıtla çalışan içten yanmalı bir motor tipi.
Dizel veya Diesel olarak bilinen bu motor teknikte büyük güçlere ihtiyaç duyulması sebebiyle keşfedilmiştir. Gelişmesinde Alman şirketlerinin büyük faydaları olmuştur. Kara taşımacılığında kullanılan ilk dizel motorlar 1922’den îtibâren îmâl edilmeye başlandı. Denizcilikte kullanılan dizellerin yapımları her ne kadar 1910’da başladıysa da gerçek mânâda küçük teknelerde kullanılabilen tipleri ancak 1929’dan îtibâren îmâl edildi. Bu târihlerden îtibâren kara taşıtlarında istenilen 40-50 beygir gücünde motorlar yapılmaya başlanmıştır. İkinci Dünyâ Savaşının başlarına kadar dizel motorları demiryolu taşımacılığında, traktörlerde, inşâat makinalarında, gemilerde, sanâyinin çeşitli alanlarında güç kaynağı olarak kullanıldıysa da ufak güç isteyen yerlerde tercih yine benzin motorlarındaydı. Günümüzde az masraflı olma özelliğinden dolayı benzinli motorlara tercih edilmektedir.
Çalışma prensibi: Dizel motoru içten yanmalıdır. Piston aşağı inerken, silindire hava dolar. Piston yukarı çıkınca bu hava sıkıştırılır. Sıkıştırma oranı benzininkilerden çok yüksek olup (1, 12 ile 1, 25 arası)  mertebesinde olduğu için, havanın sıcaklığı 500°C’nin üstüne çıkar. Piston üst ölü noktaya yaklaşırken, silindire, üstteki bir enjektör memesinden yakıt püskürtülür. Yakıt sıkıştırma sonucu ısınmış olan havayla karışınca, kendiliğinden tutuşur. Mazot 80°C’den îtibâren tutuşmaya başladığı için yangın tehlikesi benzininkine nazaran daha azdır.
Dizel motorların bitkisel yağlardan, tabiî gaz ve benzinlere kadar akla gelen her yakıta uygulanabilme özelliği vardır. Fakat dünyâda en çok kullanılan, ham petrolden elde edilen mazottur.
Dizel motorlarında püskürtme: Mazotun püskürtülmesi püskürtme memesi ile yapılır.
Açık püskürtme ve kapalı püskürtme olarak iki türü mevcuttur. Bu tiplerden en çok kullanılan kapalı püskürtme tipidir.
Kapalı püskürtmelerde püskürtülen yakıtın geçtiği yol bir meme iğnesi ile kapalıdır. Özel bir yay iğneyi yerinde tutar. Pompa çalışınca mazot basıncı iğneyi yuvasından kaldırarak mazotu püskürtür. Püskürtme işi sona erince de yay iğneyi yuvasına getirerek gaz püskürtülmesini keser. Açık püskürtme işinde; püskürtme işini gören bir çok delikler bulunur. Her bir deliğin püskürttüğü yakıt hüzmeleri birbirleriyle karşılaştıkları ve çarpıştıkları için yelpaze şeklinde püskürtülür.
Püskürtmeçler, hacimleri 3 litreden fazla olan dizel motorlarında çok delikli olurlar.
Dizel motorları yapılış şekillerine göre üç bölüme ayrılır:
1. Yanma odalı dizel motorları: Bu çeşit dizel motorların silindir kapaklarında özel olarak yapılmış yanma odaları bulunur. Bu odalara sıkıştırma zamanlarında gerekli oranda hava sıkıştırılır. Mazot bu odacık içerisine püskürtülerek yüksek ısı altında yanması ve pistonları çalıştırması sağlanır.
Bu tip motorlarda mazot püskürtme pompaları da alçak bir basınçla (santimetrekareye 60-80 kg) çalışırlar. Bu motorlarda soğuk havalarda motorun kolayca çalışabilmesi için kızdırma bujileri vardır.
2. Anaforlu dizel motorları: Bu motorların silindir kapaklarında da birer yanma odaları mevcuttur. Motorun sıkıştırma zamânında bu odalara belirli hava sıkışır. Mazot bu yanma odaları ile silindirleri birleştiren kanalların çok yakınlarına ince tozcuklar şeklinde püskürtülür. Yakıtın ilk hüzmeleri yanma odalarına geçerek yüksek sıcaklık altında kendi kendine ateşlenir ve geri dönerek gerideki yakıtları da yüksek bir basınç ve anafor altında yakarak pistonların üst ölü noktadan alt ölü noktaya doğru itilmesini sağlar. Bu tip motorlar santimetrekareye 120-150 kg basınçla çalışırlar. İlk ateşlemeler bunlarda da kızdırma bujileriyle yapılır.
3. Püskürtmeli dizel motorları: Diğer dizel motorlarına göre yüksek hızla çalıştıkları için daha verimli motorlardır. Yakıt doğrudan doğruya, diğerlerinden farklı olarak yanma odasına püskürtülür. Yanma odalarında santimetrekareye 150-350 kg bir basınçla sıkıştırılan hava, püskürtülen yakıtı kolayca yakar ve verimi arttırır.
İki zamanlı dizel motorları: İki zamanlı motorlarda anamilin bir defa (360 derece) dönmesiyle çevrim tamamlanır, sâdece yakıt ve hava karışımıyle çalıştıklarından benzine nazaran daha verimlidir (Benzinlerde hava+yakıt+yağ karışımı).
Piston, yanmış gaz basıncı ile alt ölü noktaya doğru inerken emme ve egzoz kapaklarının ağzını açar. Emme kapağı havayı, pompadan silindire doğru verir. Bu da egzoz gazlarının aşağı doğru iletilmesine ve silindirin karışımdaki egzoz deliğinden dışarı çıkmasına yol açar. Piston yukarı çıkarken, kapakları örterek, silindirin her tarafını kapatır ve silindirin üst kısmına yakıt püskürtmeden önce, temiz havanın sıkıştırılmasını temin eder. Bu tür sisteme ters süpürme denir.
Tek atışlı süpürmede de, silindirin kenarında bir emme kapağı vardır. Egzoz gazları silindirin üst kısmındaki kapakçıktan dışarı atılır. Bu kapakcıklar bir tane veya daha fazla olabilir. Kapakçıklar emme kapağının üstünün açılmasından biraz daha önce açılır. Bu durumda basınç altında bulunan gazlar, silindirden dışarı çıkmaya başlar.
Dizel motorların benzine göre üstünlüğü
1. Benzin motorlarında teorik olarak hesaplandığı kabul edilen % 75 ısı enerjisi, % 25’e yakın bir işe dönüşebildiği hâlde, bu oran dizel motorlarında % 65 ısı enerjisinden % 35 gibi faydalı bir iş elde edilir ki, bu dizel motorlarındaki yüksek basınç ve ısıdan dolayı verimin benzine göre % 10 daha fazla olduğunu göstermektedir.
2. Dizel motorlarında beygir saat başına 100-200 gr civârında mazot sarfiyâtı olduğu hâlde, bu durum benzinde 300 gr civârında seyreder.
3. Çekiş gücü uygulama safhasında dizellerde daha fazla, benzinlerde daha azdır.
4. Mazotun tutuşma derecesi 80°C’den îtibâren başladığı hâlde benzinlerde oda sıcaklığında olur. Bu durum benzinlilerde dizellere göre yangın tehlikesinin daha çok olduğunu gösterir.
5. Dizel motorlar bitkisel yağlar dahil olmak üzere benzinin yüksek oktanlısına kadar her türlü  yakıtla çalışabildiği hâlde benzili motorlarda yalnız benzin kullanılır.
6. Ateşleme donanımı benzine göre daha basit  olduğu için ârızaları daha azdır.
7. Benzinli motorların egzoz gözlerinde daha fazla CO2 olmasına karşılık dizel motorların egzoz gözlerinde daha az CO2 vardır.
8. Dizel motorlarındaki işletme giderleri aynı işi görecek benzinli motorlara göre yarıdan daha azdır.
Kullanıldığı yerler: Ticârî nakliyat taşıtlarında ve inşaatlarda hemen hemen sâdece dizel motorları kullanılır. Çoğu lokomotifler dizel-elektrik tahriği (dizel motorunun mekanik gücünü tekerlekleri döndüren elektrik enerjisine çevirir) veya dizel motoru ile çalışır. Zirâî makinalar, biçerdöver, traktör ve su motorları hep dizelle çalışır. Sanâyide kullanılan jeneratör ve kompresörlerin de Dizelden faydalanılarak çalıştırıldığını söylemek yerinde olur. Bu motorlar hava veya su ile soğutulabilir, iki veya dört zamanlı olabilirler.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi
DOĞUM
Alm. Geburt (f), Fr. Nalssance (f), İng. Birth. Kadının gebelik boyunca taşıdığı canlıyı zamânı gelince plasentayla birlikte dış âleme bırakması. Şüphesiz ki canlının dış ortama uyabilmesi onun mümkün ölçüde miada erişmesi, organ ve sistemlerinin yapı ve fonksiyon bakımından yeterli özellikler kazanmasıyla orantılıdır. Bu bakımdan normal doğum bebeğin olgunluğu ile paralel bir durum gösterir. Doğum, bütünüyle, ritmik ağrıların başlamasından, bebek ve eklerinin rahimden dışarı çıkışına kadar uzanan bir seri olayları içine alır.
Bebeğin doğuşunu sağlayan başlıca faktör, rahim adaleleriyle berâber ona yardımcı karın adalelerinin kasılmalarıdır. Normal doğum bu tabiî güçlerin tesiri altında netîcelenir. Bebeğin doğumu için tabiî kuvvetler dışında bir gücün müdâhalesine gerek duyuluyorsa “müdâhaleli doğum”dan söz edilir.
Miadında doğum, takriben 38-40 gebelik haftalarının içindedir. Bu devreden evvel, 28-37 haftalar arasında sonuçlanan gebelikler “erken doğum” adını alır. 20-28 haftalarda sonuçlanan gebeliklere “immatür doğum”, yâni olmamış doğum ismi verilir. 20. haftanın altında sonuçlanan gebelikler “düşük” olarak ele alınır. Birçok memleketlerde kânun gebelik süresini tesbit etmiştir. Bu süre bizim memleketimizde 300 gündür.
Doğum olayının yaklaştığını gösteren belirtiler:
1. Bebeğin başının aşağı düşerek karnın küçülmesi. Bu zamanda kadında solunumda bir rahatlama meydana gelir. Fakat mesaneye baskı arttığı için sık idrar etme hissi ve yürümede güçlük meydana gelir.
2. Doğum yolunda ifrazat artışı: Kadın doğum yolunda nemlilik hisseder ve pet kullanması gerekebilir. Bu, son haftada ortaya çıkan bir durumdur.
3. Son günlerde 100-1000 gr arasında bir ağırlık kaybı.
4. Nişan gelmesi: Doğumdan 24-36 saat önce hafif kanla karışık müküslü bir ifrazat gelir. Bu, rahim ağzının yumuşamaya ve genişlemeye başladığını gösterir ve doğumun yakın olduğunun belirgin işâretlerindendir.
5. Su kesesinin erken açılması: Bazı vak’alarda su kesesinin erken açılması yakın bir doğumun belirtisidir. Zîrâ zarların yırtılmasını çoğu kez 24- 48 saat içinde doğum ağrıları tâkib eder.
6. Yalancı ağrıların mevcudiyeti: Bâzı kadınlarda doğumdan birkaç gün önce meydana gelen ağrıların bir kısmı hafif ağrı şeklinde karında hissedilir. Bu ağrılar çoğu kez barsaklarda gaz birikimi sonucu meydana gelir. Diğer erken belirtiler mevcut olmadığından yalancı ağrı ismini alırlar.
7. Ağrılı kasılmaların başlaması: Karın bölgesinde gebelik boyunca hissedilen ağrısız, düzensiz kasılmaların gebeliğin son haftalarında arttığı görülür. Bu kasılmaların rahim ağzını açmak ve yumuşatmak üzere ağrılı, düzenli ritmik seyir kazanması doğum süresinin başlamış olduğunu gösterir.
Doğumun Devreleri
Doğum olayı birbirini tâkip eden 3 devreye ayrılır.
I. Devre: Genişleme devresi de denilen bu devre, gerçek doğum ağrılarının belirmesiyle başlar. Rahim ağzının tam olarak açılmasıyla son bulur. Başlangıçta 2 milimetre olan rahim ağzı açıklığı kasılmalar sâyesinde 10 santimetreye ulaşır. Bu devre ilk doğumlarda 12, birden sonraki doğumlarda ise 6 saattir. Kasılmalara gerçek doğum vasfı kazandıran nitelik, ağrı duyusuyla berâber oluşudur. Rahim kasılmaları başlangıçta 15-20 dakikada bir gelmek üzere başlar ve takriben 15-20 saniye sürer. Başlangıçta bel ve kuyruk sokumunda duyulan ağrı zamanla aşağılara iner. Birinci devre sonunda ağrılar 2-3 dakika arayla gelip 40-60 saniye sürer.
Doğum ağrılarının başlama mekanizması:
Zamânı gelen bir gebelikte doğum ağrılarının ne şekilde başladığı problemi henüz karanlığını muhâfaza etmektedir. Bununla berâber bu kompleks mekanizmada tek bir faktörden ziyâde bir seri faktörlerin birbiri üzerine etkisinin söz konusu olduğu düşünülmektedir. Bu etkide hormonal, kimyevî, mekanik ve nöropsişik faktörler mesuldür.
Birinci devrenin sonunda tamâmen yumuşayan rahim ağzında genişleme tamamlanarak bebeğin geçeceği çapa erişir. Bu esnâda amnion kesesi de artan basınç netîcesinde en zayıf yerinden yırtılır ve su dışarı akar.
II. Devre: Rahim boynunun genişlemesinin tamamlandığı andan başlayan bu devre bebeğin doğumuna kadar devâm eder ve bebeğin dışarı atılmasını hedef alır. Bu sebeple buna “atılma dönemi” de denir. İkinci devre ilk doğumda, iki saat, birden sonraki doğumlarda ise 20-30 dakika kadar sürer. Ağrıları su kesesinin yırtılmasını takiben kısa bir süre hafifler, müteakiben bebeğin doğum kanalına girmesiyle daha da şiddetlenir. Doğum ağrıları ile akıntı hissinin refleks olarak meydana getirdiği karın adalelerinin kasılmaları aynı anda vukû bulur. Bu uyuşma temin edilmezse irâdî karın adalelerinin kasılmalarından istenilen sonuç alınamadığı gibi, gebe kadın boşuna ve lüzumsuz yere yorulmuş olur.
Çocuk normalde sol yanına yatmış başını gövdesine dayamış dizlerini karnına birleştirmiş olarak bulunur ve önce başın en tepesi çıkar. Kadında doğum mekanizması dik duruş sebebiyle çok kompleks bir özellik gösterir. Çocuğun dışarı atılması için vücut ve bebek bir çok seri hareket yapar. Bu hareketler kademeleriyle birlikte bilinmektedir. Fakat ne gibi faktörlerin etkisiyle meydana geldiği ve sebepleri henüz açıklığa kavuşmamıştır. Bu olay öyle programlanmış ve düzenlenmiştir ki, dışarıdan hiçbir müdahaleye fırsat kalmadan bebek doğar. Bebeğin anne karnındaki duruşu ve doğum esnâsındaki hareketlerinde meydana gelecek en küçük değişiklik doğumu imkânsızlaştırır veya çok zorlaştırır. Aynı zamanda bebek ve anne ölümlerine sebebiylet verebilir. Bu sebeple bu muazzam hâdise ve basamaklarını planlayan birinin mevcut olması selim akılların kabul ettiği bir gerçektir. Çünkü; doğumda çocuğun dışarı çıkması için yapmış olduğu başın öne eğilmesi vücudun ise dönmesi, gerilmesi, dışa dönmesi ve başın arkaya gitmesi ve sonra yana dönmesi hârika hareketlerdir. Başın gövdeye eğilip en üst kısmıyla doğum kanalına girmesi normal doğum için kat’î olarak lâzım olan bir şarttır. Bu baş hareketindeki en küçük değişme başın doğum kanalına girmesine müsâade etmez.
Yeni Doğan Bebeğin İlk Bakımı
Bebek doğar doğmaz ayaklarından tutulmak sûretiyle baş aşağı pozisyonda ağzı steril bir gazlı bezle veya pamukla silinerek mukus dışarı alınmalıdır. Bundan sonra göbek kordonunun kesilmesi ve bağlanmasına sıra gelir. 2 santim aralıkla iki pensle göbek kordunu iki taraftan kapatılır. Arasından makasla kesilir. Sonra bebeğin karın derisine 2 santim uzaklıktaki bölümü temiz, steril bir ipek veya keten şeritle bağlanır. Bağlamanın bir santim üzerinden ikinci bir bağlama yapılmalıdır. Bilâhare kesik uca antiseptik bir solüsyon (mersol) sürülerek steril bir gazlı bezle kapatılır.
Daha sonra bebeğin durumu; rengi, solunumu, kalp atımı, adale kuvveti, refleksleri bakımından değerlendirilir. Herhangi bir bozukluk varsa küvöze konulur. Yeni doğan bebeğin gözlerinin bakımı için % 1’lik gümüş nitrat solüsyonundan birer damla damlatılması kânûnî mecburiyettir. Derinin bakımı için önce steril kompreslerle silmek kâfidir. 2 ve 3. günlerde tahriş etmeyen antiseptikli ılık banyolarda kirlerini almak oldukça faydalıdır.
III. Devre: Plasentanın (bebeğin eşi) çıkışıdır. Bebeğin doğumunu müteakib 3-5 dakika istirahate geçen rahimde kasılmalar tekrar başlar. Kasılmalar netîcesinde plasenta tutunduğu yerden ayrılır. Bu genellikle 10-20 dakika kadar sürer. Burada en önemli husus rahimin kasılmalarını ve plasentanın kendiliğinden ayrılmasını kesin olarak beklemektir. Erken olsun diye tutulup çıkarılmaya çalışılırsa, rahimin içi dışına döner ve çok tehlikeli bir durum meydana gelmiş olur. Bebeğin doğumundan sonra hafif bir kan fışkırması ve kordonun bir miktar aşağıya sarkması plasentanın ayrıldığını gösteren belirtilerdir. Doğumun üçüncü devresinde 100-300 cm3lük bir kanama olur. Bu genellikle normal kabul edilir ve bir tedâvî îcâb ettirmez.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi
DİYOPTRİ

Alm. Dioptrie, Fr. Dioptrie, İng. Diopter. Optik âletlerin veya bir merceğin yakınsamasını veya gücünü ölçmek için kullanılan birim. Bir merceğin gücü, odak uzaklığı ile ters orantılıdır. Odak uzaklığı ne kadar küçükse gücü o kadar büyük olur:

P=Y=1/f’dir. (P=Güç), (Y=Yakınsama)

Merceklerde güç ve yakınsama, sayısal ve birim olarak birbirine eşittir. Odak uzaklığının metre cinsinden tersi, bir merceğin diyoptri olarak gücünü verir. İnce kenarlı merceklerde yakınsama (güç) pozitif, kalın kenarlı merceklerde yakınsama negatiftir. Bir merceğin ışığı toplama veya odaklama gücü şeklinde açıklanır.

Odak uzaklığı f=25 cm olan ince kenarlı bir merceğin yakınsaması 1/0.25=4 diyoptri, f=2 m ise Y=1/2=0,5 diyoptri olur.

Bu durumda birinci mercek ikinciden daha güçlüdür.
Diyarbakır Hakkında Bilgiler

İlin Kimliği
Yüzölçümü    : 15.355 km2
Nüfusu           : 1.094.996
İlçeleri           : Merkez, Mismil, Çermeik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazra, Kocaköy, Kulp, Lice, Silvan.
Karpuzu ve kalesiyle meşhur Güneydoğu Anadolu’da yer alan bir ilimiz. Doğuda Batman, kuzeydoğuda Muş, kuzeyde Bingöl ve Elazığ, batıda Malatya ve Adıyaman, güneyde Şanlıurfa ve Mardin illeriyle çevrilidir. 37°30’ ve 38°43’ kuzey enlemleri ile 40°37’ ve 41°20’ doğu boylamları arasında yer alır. Güneydoğu Anadolu’nun Gaziantep’ten sonra ikinci gelişmiş şehridir. Trafik numarası 21’dir.
İsminin Menşei
Diyarbakır bölgesinin en eski ismi Asur kaynaklarında Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir ismi ise, Arabistan’dan göç eden bir kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan gelen Bekr Kabîlesi Dicle civârına yerleştiler. Bölgeye “Bekrlerin Diyârı” mânâsına gelen Diyâr-ı Bekr ismi verildi. Zamanla bu isim Diyarbekir olarak söylenmeye başlandı. 1937 senesinde Bakanlar Kurulu karârıyla Diyarbakır olarak değiştirildi.
Târihi
En eski medeniyetlerin kurulduğu “Mezopotamya” ile “Anadolu” medeniyetlerinin geçiş bölgesinde olan Diyarbakır’ın târihi çok eski devirlere uzanır. Çayönü Tepesi kazılarında, dünyânın en eski köyü bulunmuştur. Hitit İmparatorluğunun bir parçasıyken Hurri-Mitanni Krallığına dâhil olmuş, zaman zaman Babil ve Asuriler arasında (M.Ö. 1400) el değiştirmiştir. Asurlular devrinde bölge vâlilik merkeziydi. Daha sonra bölgeye Medler ve peşinden de Persler hâkim oldular. M.Ö. 4. asırda İskender, bu bölgeyi ve İran’ı Makedonya Krallığına kattı. İskender’in ölümünden sonra kısa bir müddet Selevkoslar İmparatorluğunun hâkimiyetinde kaldı. Tekrar târih sahnesine çıkan Partlar, bölgeyi ele geçirdiler. Mîlâttan sonra bir ve ikinci asırlarda bu bölge için Romalılar ve Partlar arasında çok kanlı savaşlar oldu. Romalılar bölgeye hâkim oldular. M.S. 395 senesinde Roma İmparatorluğu parçalanınca, Anadolu gibi bu bölge de Doğru Roma (Bizans) payına düştü. Partların halefi olan Sâsânîler, bölgede, hâkimiyet mücâdelesini devâm ettirdiler. Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında İran (Acem-Sâsânî) İmparatorluğuna son verildi. 639 senesinde hazret-i Ömer’in emri ile İyaz ibni Ganem kumandasındaki İslâm ordusu Diyarbakır (Amid)ı ve çevresini fethetti. Bu İslâm ordusunun kumandanlarından olan Hâlid bin Velid, Amid’e (Diyarbakır’a) ilk giren komutandı. Muhâsarada oğlu Süleymân ile sahâbelerden hazret-i Sâsaa şehid oldular. Diyarbakır bir eyâlet olarak İslâm devletine bağlandı. 869 senesinde Emir Îsâ, Abbâsî halîfelerinin umûmî vâlisi olarak tâyin edildi. Fakat Emir Îsâ, halîfeye bağlı olarak bağımsızlık îlân etti. 869-899 arasında 30 sene Şeyhiler Hânedânı olarak Emir Îsâ, Emir Ahmed ve Emir Muhammed bölgede hüküm sürdüler.
Halîfe Mütazıd, Amid’e gelip Şeyhiler Hânedânını ortadan kaldırdı. Bir müddet bu bölgeye Hamdânîler hâkim oldularsa da, 990 senesinde bölgeye hâkim olan Mervânîler, 1096 senesine kadar saltanat sürdü. Alparslan 1071 Malazgirt Zaferinden bir sene önce Diyarbakır’a geldi. Mervânîler, Selçuklulara tâbi oldu. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra bölge, Suriye Selçuklularına kaldı. Bir süre sonra da Diyarbakır ve havâlisine İnaloğulları hâkim oldular. 1138’den sonra Vezir Emir Nisan idâreyi ele geçirdi. Selâhaddîn Eyyûbî, 1183’te Diyarbakır’ı aldı ve Hısn Keyfa Emiri Artuklu Nûreddîn’e verdi. Artuklular 1232 senesine kadar hüküm sürdüler. 1232’de Eyyûbî Sultânı Melik Kâmil Diyarbakır’ı ele geçirerek Artukoğullarına son verdi. 1240’ta Anadolu Selçukluları Diyarbakır’ı aldılar.
Eyyûbî Emiri Melik Kâmil, 1258’de Diyarbakır’ı Selçuklulardan geri aldı. 1259’da şehir, İlhanlılara geçti. İlhanlılar, bölgeyi Artukoğullarına bıraktılar. 1401’de Timur Han, Diyarbakır’ı Akkoyunlu Karayülük Osman Beye verdi. Karayülük Osman Bey Akkoyunlu Devleti başşehrini Diyarbakır yaptı. Uzun Hasan, başkenti Tebriz’e götürdü. İran Safevî Sultanı Şah İsmâil, 1507’de Akkoyunlu Devletini ortadan kaldırarak Diyarbakır’ı ele geçirdi.
1507-1515 arasında Türk-Memlûk-Mısır-Suriye-İran-Safevî arasında bu bölge için mücâdele devâm etti. Fakat halkın çoğunluğunu Türkler teşkil ediyordu. Osmanlı hükümdârı Yavuz Sultan Selim Han, 1515’te Diyarbakır’ı ve bütün Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı Devleti topraklarına kattı. O târihten bu yana hiç istilâ görmedi. Osmanlı devrinde Diyarbakır eyâlet (beylerbeyilik) idi. Kendisine bağlı 24 sancağı (vilâyeti) bulunuyordu. Bu eyâletin kapladığı alanda bugün Diyarbakır, Elazığ, Siirt (Kığı hâriç), Bingöl, Mardin, Tunceli ve (Birecik hariç) Şanlıurfa bulunmaktadır.
Fizikî Yapı
Diyarbakır’ın topraklarının, % 37’si dağlar, % 31’i ovalar, %30’u platolar % 2’si yaylalardan meydana gelmiştir. İl çanak şeklinde bir havzadan ibârettir. Bu havzanın ortalama yüksekliği 700 metredir.
Dağları: Diyarbakır, Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. Batısında Mâden Dağları yer alır. Mâden Dağlarının en yüksek noktası 2230 metredir. En yüksek yerleri: Tosun Tepe (2813 m), Hasar Tepe (2761 m), Ömer Tepe (2075 m), Karacadağ (Kollubaba Tepe 1957 m), Kuştaşı Tepe (1727 m), Yuva Tepe (1547 m), Tumtaş Tepe (1576 m)dir. Diğer dağları ise Uzuncaseki Dağı, Yumru Dağı ve İnceburun Dağlarıdır.
Ovaları: Diyarbakır ovaları bazalt levhaları ile örtülü kırmızı-kahverengi topraklardır. Diyarbakır Ovası 40 bin hektardır. Dicle Nehri ortadan geçer. Doğu kısmı daha bereketlidir. Gevran (Ergani) Ovası 15 bin hektar olup etrâfı tepelerle çevrilidir. Karahan Ovası 10 bin hektardır. Kiki Ovası 25 bin hektardır. İlin en verimli ovasıdır. Buğday ve arpa ekilir. Behremki Ovası 18 bin hektar olup, bereketlidir. Ayrıca 5 bin hektardan küçük olan Lice, Hazro, Çermik, Çüngüş, Piran, Hani, Kulp Şerit ve Dicle ovaları vardır.
Akarsuları: Diyarbakır’ın en önemli akarsuyu Dicle Nehridir. İli Dicle ve kolları sular. Mâden Suyu ile Birklin Suyu Dolucan’da birleşerek Dicle Nehri meydana gelir. Birklin Suyu Birklin Mağaralarından çıkar ve Dibni Suyu buna karışır. Mâden (Ergani) Suyu Gölcük’ten çıkar. Dicle Nehri Devegeçidi Suyu, Havar, Yenice, Karasu dereleri ile, Anbar, Kuru, Pamuk, Sinan ve Batman çaylarını alır. Daha ilerde Göksu ve Aşağı Hanik çayları Dicle’ye katılır. Batman Çayı Dicle’nin önemli bir koludur. Uzunluğu 100 kilometredir. Gühermi Dağından çıkan Kulp Suyu, Muş’tan gelen bir kolla birleşir. Melul Dağından çıkan Şakiram Çayını alarak, Sason Dağlarından gelen ikinci kolla birleşir. Diğer küçük akarsular ise Sinan Suyu, Çangüş Suyu, Göz Suyu, Medrap Suyu ve Kalhane Suyu ile Meda Çayı ve Sinek Çayıdır.
Gölleri: Diyarbakır’da tabiî göl yoktur. Baraj gölleri ile göletler vardır. Devegeçidi Barajı: Devegeçidi Deresi (Suyu) üzerine kurulmuştur. Sulamada kullanılır. 10 bin hektarlık arâziyi sular ve 180 milyon m3 su toplanır. Karakaya Barajı: Malatya sınırında Fırat üzerine kurulmaktadır. Enerji ve sulama maksadıyla kullanılacaktır. İnşaat bittiğinde 7,5 milyar kilovat-saat enerji istihsal edilecektir. İçme suyu temini ve tarım arâzisini sulamak için Ortaviran, Gözegöl ve Kurtkaya göletleri yapılmıştır.
İklim ve Bitki Örtüsü
İklimi: Diyarbakır ilinde sert kara iklimiyle yarı kurak yayla iklimi hüküm sürer. Yazlar çok sıcak, kurak ve uzun, kışlar soğuk ve az yağışlı geçer. Güneydoğu Toroslar kuzeyden gelen soğuk rüzgârları kestiği için Doğu Anadolu’ya nazaran kışları daha az soğuktur. Senelik yağış miktarı 496 milimetredir. Sıcaklık +46,2°C ile -24,2°C arasında seyreder.
Bitki örtüsü: Diyarbakır topraklarının % 33’ü orman ve fundalıklarla, % 40’ı ekili arâzi ve % 22’si çayır ve mer’alarla kaplıdır. İlkbaharda her yer yemyeşildir. Yaz aylarında ise dere kenarları dışında her yer (step) bozkırdır. Otlar tamâmen kurur. Vâdilerde söğüt, çınar, ceviz ve kavak ağaçları, yükseklerde ise meşe, ardıç ve yabânî meyve ağaçları yer alır. Ormanlık arâzi her ne kadar % 33 görülmekteyse de muntazam ormanlık saha çok azalmıştır.
Ekonomi
İlin ekonomisi tarıma dayanır. Brüt gelirin % 40’ı tarımdan ve % 10’u sanâyiden temin edilir.
Tarım: Diyarbakır’da 650 bin hektara yakın bir alan ekilmektedir. Tahıl başta gelen ürünüdür. Sebze ve meyvecilik gelişmektedir. Tahıl ürünü 20 sene içinde 3 misli artmıştır. Başlıca tarım ürünleri ise buğday, arpa, darı, pirinç, mercimek, baklagiller, saf pamuk, tütün, susam ve keten tohumudur. Son 10 sene içinde sebzecilik çok gelişmiştir. Hıyar, domates, patlıcan, biber, fasulye, kabak ve tâze soğan yetişir. Diyarbakır karpuzu ve kavunu iri olduğu gibi, çok lezzetlidir. Türkiye’de yetişen karpuzun % 10’a yakını ve kavunun % 5’i Diyarbakır’da yetişir. Meyvecilikte daha çok üzüm, ceviz, bâdem, nar, dut ve armut yetişir. Diğer meyveler azdır. Sun’î gübre kullanımıyla modern tarım araçları kullanımı artmıştır. Dicle, Diyarbakır’ın Nil’i sayılır. Dicle kenarındaki köylerde “Boranhane” denilen güvercinliklerde binlerce güvercin beslenir.
Kumsal arâzide yetişen karpuzların içine küçük bir çocuk sığabilir. 34 çeşit üzüm, 7 çeşit karpuz yetişir. Karpuz çeşitleri; pembe, sürme, ferikpaşa, yafa, kara, alaca ve Mehmed Emir’dir. İri, tatlı ve kokulu kavunlarından beji, tat, mollaköy ve asma tipi meşhurdur.
Hayvancılık: 350 bin hektara yaklaşan çayır ve mer’aları ile hayvancılığa çok elverişlidir. Hayvancılık verimi henüz düşüktür, kalite ıslahıyle üretim artacaktır. Koyun, kılkeçisi, sığır, eşek ve katır beslenmektedir. 7 bini aşan arı kovanı ile arıcılık gün geçtikçe gelişmektedir.
Ormancılık: Orman alanı 500 bin hektar görülmekteyse de, ormanların önemli kısmı fundalıktır. Mevcut olan ormanların da verimi düşüktür. Ağaçlandırma faaliyeti devâm etmektedir. 220 köy orman içinde ve 103 köy orman kenarındadır. Mevcut ormanların ise % 70’i normal baltalıktır.
Mâdencilik: Türkiye’nin hâlihazırda en zengin petrol yatakları Diyarbakır-Siirt sınırında Siirt’in Batman ilçesi ile Diyarbakır’ın Bismil ilçesi sınırları içindedir. Diyarbakır’da ilk petrol kuyusu 1961’de Shell tarafından açılmıştır. TPAO ise 1973’ten beri faaliyettedir. Memleketimizde senede çıkan 2.5 milyon ton ham petrol istihsâlinin yarısı Diyarbakır’dan elde edilir. Hazro ilçesinde de linyit çıkarılır. Ergani’de bakır mâdeni vardır.
Sanâyi: Son senelerde en büyük gelişme inşaat sektöründe olmuştur. Küçük sanâyi, dokumacılık, bakırcılık, demircilik ve kuyumculuk da gelişmiştir. Fabrikaların çoğu devlet sektörüne âittir. Sümerbank Pamuklu Dokuma Fabrikası, Sümerbank Halı ve Yünlü Dokuma Fabrikası, Yem Fabrikası, Süt Endüstrisi Kurumu, Buhar ve Su Türbinleri Fabrikası, Küçük Su Türbini ve Pompa Fabrikası, Tahıl Sigorta Fabrikası ve Ergani Çimento Fabrikası vardır.
Ulaşım: Diyarbakır ulaşım bakımından çok elverişlidir. Bütün komşu illere asfalt yol ile bağlı olduğu gibi, Elazığ-Mardin karayolu ile Urfa-Siirt-Bitlis karayolları Diyarbakır’da kesişir. Yollar düzgün ve bakımlı olup kışın bile devamlı açıktır. İstanbul-Kurtalan demiryolu Diyarbakır’dan geçer. İstanbul-Ankara-Diyarbakır uçak seferleri ise her gün yapılmaktadır. Dicle’nin bir kıyısından diğer kıyısına yolcu, eşyâ ve odunlar “kelek” ismi verilen sallarla yapılır. Motorlu araç sayısı son 10 senede 10 misli artmıştır. Buna paralel olarak da yol yapımı sür’atle artmaktadır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfûsu: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 1.094.996 olup, 600.640’ı şehirlerde, 494.356’sı köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 15.355 km2 olup, nüfus yoğunluğu 71’dir.
Örf ve âdetleri: Diyarbakır’da Türk-İslâm kültürü hâkimdir. Diyarbakır, hazret-i Ömer devrinde 639’da, İslâm orduları tarafından fethedildikten bu yana Müslümanların ve 1042’den bu yana da Müslüman-Türklerin idâresinde kaldığı için, Türk-İslâm kültürü ile yoğrulmuştur. 639 öncesi kültürler unutulmuştur. 1085’te Selçuk, 1097’de İnaloğulları, Nisanoğulları, Artukoğulları, Akkoyunlu ve bilhassa Osmanlılar bu bölgenin Türkleştirilmesinde mühim rol oynamıştır. İnaloğulları zamânında Diyarbakır kütüphânesinde 1.040.000 kitap bulunuyordu. Artukoğulları ve Osmanlılar devrinde burada kültür ve mîmârî zenginlik doruk noktasına ulaşmıştır.
Kıyâfet: Elbiseler çok renklidir. Atlas, canfes ve diba gibi kumaşlardan yapılır. Entari üstüne işlemeli hırka giyilir. Başlıklarda kullanılan gümüş tepelikler köyden köye değişir. Erkekler entari, şalvar, kuşak, şal, işlik ve yelek giyerler. Başa külah giyilir veya puşu sarılır.
Mahallî yemekler: Meftune, çiğ köfte, duvaklı pilav, lebeni ve nariye tatlısıdır. Yemekler bol etli, çok yağlı, baharatlı ve acı olur. Diyarbakır’ın masal ve efsâneleri, mânileri, halk edebiyâtı, ağıtları, türkü ve uzun havaları ve halk oyunları çok zengindir. Ünlü halk şâirleri yetişmiştir. Meşhur oyunları: Keşev, delile, halay, harrani, meyremo, poppori, tehayat, dunik, çaçan ve çapiktir.
Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu bölgesinin sağlık merkezidir. Tıp Fakültesi, 50 sağlık ocağı ve 200 sağlık evi yanında, Devlet Hastânesi, Doğum Hastânesi, Göğüs Hastalıkları Hastânesi, Tıp Fakültesi Araştırma Hastânesi, SSK Hastânesi ve ilçe hastâneleri ile sağlık hizmeti yürütülmektedir.
Eğitim: Asırlardır Güneydoğu Anadolu’nun bir kültür merkezi olmasına rağmen, okur-yazar niseti en düşük illerden biridir. Okur-yazar nisbeti % 60’ı biraz geçmiştir. İl dâhilinde 58 anaokulu, 1112 ilkokul, 94 ortaokul, 42 lise, meslekî ve teknik okul bulunmaktadır. Diyarbakır’da Dicle Üniversitesine bağlı Tıp, Diş Hekimliği, Zirâat, Hukuk ve Fen fakülteleri mevcuttur. Eğitim Fakültesi, Meslek Yüksek Okulu ve Yabancı Diller Yüksek Okulu da Dicle Üniversitesine bağlanmıştır.
Yetişen meşhûrlar: On dördüncü asır divan şâirlerinden Nesîmî (İmâmüddîn), Seyfeddîn Âmidî (Şâfiî fıkıh ve kelâm âlimi), Alâeddîn Haskefî (Hanefî fıkıh âlimi), İbrâhim-i Gülşenî (mütasavvıf), Ziyâ Gökalp, Süleymân Nazif Diyarbakır’da yaşamıştır. Abbâsîler devrinde Halîfe Me’mûn zamânında Mûsâ bin Muhammed’in oğulları Şakir ve Ahmed tarafından bir meridyenin uzunluğu ilk defâ Sincar sâhasında ölçülmüş ve bugünkü değerde bulunmuştur.
İlçeleri
Diyarbakır’ın biri merkez olmak üzere on dört ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 468.830 olup, 381.144’ü ilçe merkezinde, 87.686’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 58, Mermer bucağına bağlı 14, Yolboyu bucağına bağlı 20 köyü vardır. İlçe toprakları genelde düzdür. Diyarbakır Ovası toprakların hemen hepsini kaplar. Topraklarını Dicle Nehri sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, baklagiller, pamuk, keten ve meyvedir. Tarıma elverişli olmayan bölgelerde hayvancılık gelişmiştir. En çok küçükbaş hayvan beslenir. Tekel Fabrikası, Sümerbank Yünlü Dokuma ve Şayak Fabrikası, Un Fabrikaları, Et Kombinası, TSK Süt Fabrikası başlıca sanâyi kuruluşlarıdır.
İlçe merkezi, Diyarbakır Yaylasının Dicle’ye bakan eteğinde rakımı 600-700 m olan bir alanda kurulmuştur. Urfa-Van, Elazığ-Mardin karayolları ve İstanbul-Kurtalan demiryolu ilçeden geçer. İlçede askerî ve sivil amaçlı bir havaalanı vardır. Belediyesi 1880’de kurulmuştur.
Bismil: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 99.662 olup, 39.834’ü ilçe merkezinde, 59.828’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 40, Tepe bucağına bağlı 23, Yukarısalat bucağına bağlı 25 köyü vardır. Yüzölçümü 1748 km2 olup, nüfus yoğunluğu 57’dir. İlçe toprakları, Dicle Irmağının meydana getirdiği çöküntü alanında yer alır. Kuzeyini Yumru Dağı engebelendirir. İlçe topraklarını Kuruçay, Pamuk Çay ve Batman Çayı sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, pamuk, üzüm ve ketendir. Hayvancılık gelişmiş olup, en çok koyun, kılkeçisi ve tiftik keçisi yetiştirilir. Gelişmemiş, küçük bir yerleşim merkezidir. İlçeden Diyarbakır-Kurtalan demiryolu geçer. Diyarbakır’ın en eski yerleşim merkezlerinden olan Bismil, Dicle Nehri kıyısında kurulmuştur. İlçe belediyesi 1936’da kurulmuştur. İl merkezine 58 km mesâfededir.
Çermik: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 49.107 olup, 16.531’i ilçe merkezinde, 32.576’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 46, Başarı bucağına bağlı 19 köyü vardır. Yüzölçümü 1032 km2 olup, nüfus yoğunluğu 48’dir. İlçe toprakları dağlıktır. Kuzeyinde Gelincik, batısında Aşukar, güneyinde Petekkaya Dağları yer alır. İlçe topraklarını Sinek Çayı, Medya Çayı, Göz Suyu, Madrap Suyu ve Sinan Suyu sular. Akarsu vâdilerinde düzlükler vardır.
Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri, tahıl, pamuk, üzüm, pirinç, badem ve cevizdir. En çok küçük baş hayvan beslenir. Kıl, yağ ve yün başlıca hayvansal ürünleridir. El tezgahlarında dokumacılık yapılır.
İlçe merkezi, Sinek Çayı kıyısında Kale ve Heykel Dağları ile çevrili yüksekce bir ovada yer alır. İl merkezine 90 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1904’te kurulmuştur.
Çınar: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 50.445 olup, 10.080’i ilçe merkezinde, 40.365’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 40, Kilvan bucağına bağlı 11 köyü vardır. Yüzölçümü 1952 km2 olup, nüfus yoğunuluğu 26’dır. İlçe topraklarının güney ve batısı dağlıktır. Batısında Karacadağ yer alır. İlçenin diğer bölümünde Kiki Ovası vardır. Bu ovayı Ballıkaya Deresi ile Göksu Çayı sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, pamuk, üzüm ve pirinçtir. Karacadağ bölgesinde hayvancılık yapılır ve en çok koyun beslenir. Tarım ve hayvansal ürünlerde üretim düşüktür.
İlçe merkezi, Diyarbakır-Mardin karayolu üzerinde yer alır. Yeni bir yerleşim merkezi olup, 1940-50 arasında Bulgaristan ve Kudüs’ten gelen göçmenlerin buraya yerleştirilmesinden sonra gelişmiştir. İl merkezine 30 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1937’de kurulmuştur.
Çüngüş: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 17.067 olup, 3935’i ilçe merkezinde, 13.132’si köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 35 köyü vardır. Yüzölçümü 489 km2 olup, nüfus yoğunluğu 33’dür. İlçe toprakları dağlıktır. Orta kesimini Mâden Dağları engebelendirir. Dağlardan kaynaklanan sulardan en önemlisi Çüngüş Çayıdır. Akarsu vâdilerinde küçük düzlükler vardır. Türkiye’nin önemli barajlarından olan Karakaya Barajı ilçe sınırları içindedir.
Ekonomisi hayvancılık ve tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, üzüm, pamuk, kavun ve karpuzdur. Ekime müsâit alanları azdır. Hayvancılık birinci derecede gelir kaynağı olup en çok koyun beslenir. Verim genelde düşüktür.
Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezidir. İl merkezine 114 km mesâfededir. Çüngüş 1953’te ilçe olmuş, belediyesi 1949’da kurulmuştur.
Dicle: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 35.980 olup, 5414’ü ilçe merkezinde, 30.566’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 35 köyü vardır. İlçe toprakları dağlıktır. Düzlükler, Dicle Irmağı kıyısı boyunda yer alır. Dağların yüksek kesimlerinde hayvancılık açısından önemli yaylalar vardır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Fakat iklim şartlarının uygun olmaması yüzünden, tarım ürünleri çeşitli değildir. Başlıca tarım ürünleri tahıl ve meyvedir. Çok sayıda küçük baş hayvan beslenir. Halkın bir kısmı Elazığ sınırları içinde kalan Guleman krom işletmesinde çalışır.
Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezidir. 1951’de ilçe merkezi oldu. Eski ismi Piran’dır. İl merkezine 88 km mesâfededir. Belediyesi 1936’da kurulmuştur.
Eğil: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 21.148 olup, 4803’ü ilçe merkezinde, 16.345’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 18 köyü vardır. Merkez ilçeye bağlı bir bucak iken, 19 Haziran 1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. Toprakları genelde hafif engebeli arâziden meydana gelir. Dicle Baraj Gölünün bir kısmı ilçe topraklarında kalır. Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. İlçe merkezi Dicle Baraj Gölünün kıyısında yer alır. Belediyesi 1934’te kurulmuştur.
Ergani: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 78.603 olup, 37.365’i ilçe merkezinde, 41.238’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 61, Ahmetli bucağına bağlı 9 köyü vardır. Yüzölçümü 1489 km2 olup, nüfus yoğunluğu 53’tür. İlçe toprakları Dicle havzasında yer alır. Kuzeyi dağlık, güneyi ise ovalıktır. Sulama amaçlı Devegeçidi Baraj Gölünün bir kısmı ilçe sınırları içinde kalır.
Ekonomisi tarıma dayanır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, mercimek, nohut, pamuk olup ayrıca az miktarda ayçiçeği yetiştirilir. Sebze ve meyvecilik yaygındır. En çok üzüm ve bâdem yetiştirilir. Yüksek kesimlerde hayvancılık yaygın olarak yapılır. Koyun ve kıl keçisi, hayvan varlığının büyük bölümünü teşkil eder. Çimento ve un fabrikaları başlıca sanâyi kuruluşlarıdır. İlçe topraklarında açılan kuyulardan petrol çıkarılır. Halkın bir bölümü Maden ilçesindeki krom işletmelerinde çalışır.
İlçe merkezi, Ergani Ovasının kenarında Zülküfül Dağının güney eteklerinde yer alır. Haydarpaşa-Kurtalan demiryolu şehrin batı kıyısından; Çermik-Dicle karayolu ise ilçe merkezinden geçer. İl merkezine 55 km mesâfededir. Çevresi bağ ve bahçelerle kaplıdır. İlçe belediyesi 1923’te kurulmuştur.
Hani: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 27.252 olup, 10.266’sı ilçe merkezinde, 16.986’sı köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 18 köyü vardır. Yüzölçümü 415 km2 olup, nüfus yoğunluğu 66’dır. İlçe toprakları dağlıktır. Kuzeyinde İnceburun dağları yer alır. Dağlardan kaynaklanan suları Ambar Çayı toplar. Ambar Çayı vâdisinde düzlükler vardır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, baklagiller, pamuk, üzüm, ceviz ve bâdemdir. Yüksek kesimlerde küçükbaş hayvan besiciliği yapılır. En çok koyun beslenir. Gelişmemiş küçük bir yerleşme merkezidir. İl merkezine 85 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1878’de kurulmuştur.
Hazro: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 23.971 olup, 8048’i ilçe merkezinde, 15.923’ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 419 km2 olup, nüfus yoğunluğu 57’dir. İlçe toprakları dağlıktır. Güneydoğu Torosların kollarından olan Uzuncaseki Dağı engebelendirir. Dağlardan kaynaklanan suları Sarım Çayının kolları ve küçük dereler toplar. Akarsu vâdilerinde küçük düzlükler vardır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, nohut, üzüm, badem ve ceviz olup, ayrıca az miktarda mercimek, pirinç ve pamuk yetiştirilir. Dağlık kısımlarda küçükbaş hayvan besiciliği yaygındır. En çok koyun beslenir. İlçe merkezi Uzuncaseki Dağının eteğinde yer alır. Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezidir. İl merkezine 70 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1943’te kurulmuştur.
Kocaköy: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 15.408 olup, 4244’ü ilçe merkezinde, 11.164’ü köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 16 köyü vardır. Merkez ilçenin Mermer bucağına bağlı bir köy iken, 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe oldu. Toprakları genelde düzdür. Topraklarını Ambarçayı sular. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, pamuk, keten, karpuz ve meyvedir. İlçe merkezi Diyarbakır-Hani karayolunun batısında iç kısımlarda yer alır. İlçe belediyesi 1976’da kurulmuştur.
Kulp: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 50.482 olup, 7.472’si ilçe merkezinde, 43.010’u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 17, Ağaçlı bucağına bağlı 14, Akçasır bucağına bağlı 4, Hamzalı bucağına bağlı 10 köyü vardır. Yüzölçümü 1601 km2 olup, nüfus yoğunluğu 32’dir. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Kuzeyindeki Tosun Tepesi (2813 m) ilçenin en yüksek noktasıdır. Akarsu vâdileri, ilçe topraklarını derin bir şekilde parçalamıştır. Başlıca akarsuları Sarım Çayı, Kulp Çayı ve Sorkan Çayıdır.
Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri üzüm, buğday ve ceviz olup, ayrıca az miktarda arpa, bâdem, tütün ve pamuk yetiştirilir. Yüksek kesimlerde küçükbaş hayvan besiciliği yapılır. Ormancılık da önemli geçim kaynağıdır. İlçe merkezi, Kulp Çayının kıyısında yer alır. Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezidir. Diyarbakır’ın en eski yerleşim birimlerinden olan ilçe, Diyarbakır-Muş kervan yolu üzerinde idi. İl merkezine 122 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1930’da kurulmuştur.
Lice: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 47.088 olup, 11.639’u ilçe merkezinde, 35.449’u köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 39, Kayacık bucağına bağlı 16 köyü vardır. Yüzölçümü 1083 km2 olup, nüfus yoğunluğu 43’tür. İlçe topraklarının kuzeyi dağlık, güneyi ise dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Topraklar Birkilin, Ambar ve Sarım çayları tarafından derin şekilde yarılmıştır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, keten, kenevir, arpa ve üzüm olup, az miktarda badem, ceviz, pamuk ve baklagiller yetiştirilir. Az miktarda yetiştirilen ve sarma sigaralarda kullanılan tütünü meşhurdur. Salça fabrikası başlıca sanâyi kuruluşudur. İlçe merkezi, Akdağ eteklerinde, Akı Tepesi üzerinde kurulmuştur. Diyarbakır-Bingöl karayolu ilçeden geçer. İl merkezine uzaklığı 83 km mesâfededir. 1975 zelzelesinden sonra kurulan kısma Yenişehir denilmektedir. Lice belediyesi 1915’te kurulmuştur.
Silvan: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 109.953 olup, 59.865’i ilçe merkezinde, 50.088’i köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 42, Bağdere bucağına bağlı 11, Çatal köprü bucağına bağlı 12 köyü vardır. Yüzölçümü 1379 km2 olup, nüfus yoğunluğu 80’dir. İlçe toprakları orta yükseklikteki dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Dağlardan kaynaklanan suları Batman Çayı toplar
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri, buğday, mercimek, arpa, üzüm, nohut, tütün ve pamuk olup, ayrıca az miktarda badem ve ceviz yetiştirilir. Hayvancılık önemli gelir kaynağıdır. En çok küçükbaş hayvan beslenir. Yaprak tütün bakımevi, un fabrikası ve tuğla îmâlâthânesi başlıca sanâyi kuruluşlarıdır.
İlçe merkezi Ferhat Dağı eteklerinde yer alır. Çok eski bir târihi olan şehir, surlarla çevrilidir. Asurlular zamânında kurulmuştur. Eski ismi Meyyâfârikîn’dir. Diyarbakır’ı Siirt ve Bitlis’e bağlayan karayolu ilçeden geçer. İl merkezine 77 km mesâfededir. Diyarbakır’ın en kalabalık ilçesidir. Belediyesi 1880’de kurulmuştur.
Târihî Eserler ve Turistik Yerleri
Diyarbakır, târihî eserler bakımından çok zengindir. Turizme elverişli ise de yeterli alt yapı te’sisleri yoktur. Târihî eserlerin çoğu Türk- İslâm medeniyetine âittir.
Diyarbakır Kalesi: Dünyânın günümüze ulaşan en büyük şehir surları Diyarbakır’dadır. Dicle vâdisinden 100 m yükseklikte bir düzlük alana kurulmuştur. Çeşitli devirlerde tâmir edilmiştir. Kale dış ve iç kale olarak iki kısımdır. Dış kalenin uzunluğu 5, iç kalenin ise 3 kilometredir. Kalenin 82 burcu vardır. Kalenin yüksekliği 10-12 m, kalınlığı 3-5 metredir. Dış kalenin 4 kapısı vardır: Dağ (Harput) Kapısı, Dicle (Yeni) Kapısı, Mardin (Teli) Kapısı ve Şanlıurfa (Rum) Kapısıdır. İç kale çember şeklinde ve dış kalenin kuzey doğusundadır. Bu kale içinde Artuklusarayı, câmi, kemer ve viran kale denilen ilk kalenin kalıntıları vardır. Kalenin havadan görünüşü kalkan balığına benzer. Kalede Artukoğulları, Selçuk, Osmanlı ve Akkoyunlu kitabeleri vardır. Çin seddinden sonra dünyânın en uzun, sağlam ve geniş surlarıdır. Yedi Kardeşler, Sen-Ben, Keçi Burçları kalenin en büyük burçlarıdır. Kalede koğuşlar, mahzenler, sarnıçlar ve depolar vardır. Dicle’ye bakan kısmı hâriç diğer yanları savunma hendekleriyle çevrilidir. Bu hendekler bugün dolmuştur. Kale duvarları kabartma ve oyma motiflerle süslüdür.
Silvan Kalesi: Çok eski bir târihe sâhiptir. Kesin târihi belli değildir. 532’de Bizans imparatoru Birinci Justinyen tamir ettirdi. İki surla çevrili dikdörtgen şeklindedir. 1185’te Hülâgu’nun ordusu büyük tahribat yapmıştır. Çınar ilçesindeki Mirhıdır ve Zerzeva kalelerinin yerleri kalmıştır. Kaleler tamâmen yok olmuştur. Hazro ilçesinde Tercil, Mihrani ve Aydınlar kalelerinin burç, sarnıç ve sur kalıntıları vardır.
Ulu Câmi: Diyarbakır’da Bizans devrinde yapılan Mar Tuma Kilisesini hazret-i Ömer zamânında 639’da feth eden İslâm ordusu câmi hâline getirmiştir. Bu câmiyi 1090 senesinde Selçuklu Hükümdârı Melikşah yeni baştan inşâ ettirdi. Anadolu’nun en eski câmisidir. 80x80=1600 m2 saha kaplar, iki şadırvan, muhteşem cümle kapısı, mimberi ve mihrabı bir sanat âbidesidir.
İçkale (Nâsıriye) Câmii: 1155’te Selçuklular tarafından yapılmış, Osmanlı ve Cumhûriyet devrinde tâmir görmüştür. Bu câmiye hazret-i Süleymân Câmii, Narıyye Câmii de denir. Arap mîmârî tarzı hâkimdir. Diyarbakır’ın en eski câmilerindendir.
Nebi Câmii: Selçuklular tarafından yapılmıştır. Uzun ve dikdörtgen şeklinde olan minâresi, bir sıra ak ve bir sıra kara taştan örülmüştür.
Peygamber Câmii: Osmanlı mîmârîsinin tipik bir örneğidir. Kânûnî Sultan Süleymân Han yaptırmıştır.
Şeyh Muhtar (Mutahhar) Câmii: On beşinci asırda yapılmış olup, Akkoyunlulara âit bir eserdir. Dört kısa sütun üzerine oturtulmuş minâresi ilgi çekicidir. Dünyâda benzeri olmayan bir biçimde yekpâre dört sütun üzerine inşâ edilmiştir.
Ömer Şeddâd Câmii: Mardin Kapısı girişindedir. 1150’de İnaloğulları zamânında yapılmıştır. Genelde süslemesizdir.
Hoca Ahmed Câmii: Mardin Kapısı yakınlarındadır. 1489’da Hoca Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Yan mekanlı ilk Osmanlı câmilerinden küçük bir yapıdır.
Ali Paşa Câmii: 1534-1537 arasında Hadım Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Mardin Kapı ile Urfa Kapı arasındadır. Osmanlı sanatının genel niteliklerini birleştiren bir yapıdır.
Sefâ Câmii: On beşinci asır yapısı olup, minâresinin güzelliği ve mihrabının işçiliği ün yapmıştır. Ulu Câminin batısındadır. Akkoyunlular döneminin önemli eserlerindendir.
Melek Ahmed Paşa Câmii: On altıncı asır yapısıdır. Melek Ahmed Paşa yaptırmıştır. Kâidesi çini mozayiklerle süslüdür. Minâresi çok güzeldir. Urfa Kapı yakınındadır.
Hüsrev Paşa Câmii: Hüsrev Paşa tarafından 1526’da yaptırılmıştır. Mîmârîsi çok güzeldir. Mardin Kapı yakınındadır. Medrese olarak yapılmış olup, 1728’de minâre eklenmiştir.
Hasan Paşa Câmii: Hasan Paşa tarafından 1575 senesinde yaptırılmıştır. Güzel bir Osmanlı eseridir.
Fâtih Paşa Câmii: Diyarbakır’ı fetheden Osmanlı kumandanı Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından 1522’de yaptırılmıştır. Türbesi yanındadır. Dokuz vezir (beylerbeyi) ile Osmanlı kumandanı Özdemiroğlu Osman Paşa türbeleri bu câmi yanındadır. İldeki ilk Osmanlı eseridir.
Behram Paşa Câmii: Osmanlı eserlerinin en büyük ve önemlisidir. 1522’de inşâ edilmiştir. Tek minârelidir. Kapısı ve mihrabı bir sanat şâheseridir.
Selâhaddîn Eyyûbî Câmii: Silvan’da olup, 12. asırda Selâhaddîn Eyyûbî tarafından yaptırılmıştır. Silvan’ın en büyük câmisidir.
Kara Behlül Bey Câmii: 1950’de Osmanlı Sancakbeyi Kara Behlül Beyin Silvan’da yaptırdığı güzel bir câmidir. 1899’da minâresi eklenmiştir.
Târihî Eyyûbîler Minâresi: Silvan’dadır. Mîmârî kıymeti büyüktür. 5 tabakadır. Üzeri süslerle bezenmiştir. Yüksekliği 35 m olup, dikdörtgen şeklindedir.
Çermik Ulu Câmii: Kale Mahallesindedir. On ikinci asırda Artukoğullarından Fahreddîn Karaarslan yaptırmıştır. Selçuklu Sultânı Üçüncü Alâeddîn Keykûbâd döneminde tâmir edilmiş ve minâre eklenmiştir.
Silvan Ulu Câmii: 1031’de yapıldığı zannedilmektedir. 1157’de Artukoğlu Necmüddîn Alpî ve 1224’de Eyyûbîlerden Ebü’l-Muzaffer Şehâbeddîn Gâzi tarafından tâmir ettirilmiştir. Mihrap önü kubbesinin büyük tutulduğu câmilerin ilk örneğidir.
Zinciriye Medresesi: Ulu Câminin batısındadır. Kitâbesinde 1198’de Mimar Îsâ Ebû Dirhem’in yaptığı yazmaktadır. Küçük avlulu, tek katlı bir yapıdır.
Mesudiye Medresesi: Ulu Câmi yakınındadır. Artuklu devrinin en önemli eserlerindendir. Kitâbesinde 1199’da Ebû Muzaffer İkinci Sökmen devrinde inşâsına başlanıp, 1223’te tamamlandığı yazılıdır. Mîmârı Câfer ibni Mahmud’dur. İki katlı, açık avlulu bir yapıdır. Çok süslü taş işçiliğini yansıtan kemerleri ilgi çekicidir. 1934’te müze hâline getirilmiştir.
Ali Paşa Medresesi: Mardin Kapı ile Urfa Kapı arasında Ali Paşa Câmii yanındadır. 1543-1547 arasında Hadım Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. Tek katlı bir yapıdır.
Muslihiddîn Ları Medresesi: İbariye, Perli medrese olarak da bilinir. Sey Sefâ Câmii yakınındadır. On beşinci asrın ikinci yarısında yapıldığı tahmin edilmektedir. Tek katlıdır.
Abdullah Paşa Medresesi: Çermik’te 1757’de Çeteci Abdullah Paşa tarafından yaptırılmıştır. İkinci Abdülhamîd Han zamânında Çermik Rüştiye Mektebi olarak kullanılmıştır. Günümüzde tâmir edilmiş olan medrese, câmiye çevrilmiştir.
Hâtuniye Medresesi: Hani ilçesinde Ulu Câminin yakınındadır. On üçüncü asır eserlerindendir. Günümüzde yıkık bir vaziyettedir.
Sahâbeler Türbesi: İçkale’de Kale Câmi bitişiğindedir. Girişinde 1631-1633 arasında Silahdâr Mustafa Paşanın yaptırdığına dâir kitâbe vardır. Bâzı kaynaklarda 639’da yapıldığı yazılmaktadır. Diyarbakır’ı fethe gelen ve burada şehid düşen Eshâb-ı kirâm yatmaktadır.
Hüsrev Paşa Hanı: Mardin Kapısının hemen yanındadır. 1527’de Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır. Deliller Hanı da denilmektedir. İki bölümden meydana gelen han, geniş bir alana yayılmıştır.
Hasan Paşa Hanı: Ulu Câminin doğu girişindedir. 1575’te yapılmıştır. Doğu Kapısının işçiliği çok güzeldir.
Çifte Han: Hasan Paşa Hanının güneyindedir. On altıncı asırda yapıldığı tahmin edilmektedir. Zaman zaman gördüğü tâmirâtlar yüzünden ilk şeklini kaybetmiştir.
Yeni Han: Zinciriye Medresesi arkasındadır. 1789’da Seyyid Hacı Abdullah yaptırmıştır. İki katlıdır. Diğer hanlara göre sâdedir.
Malabâdî Köprüsü: Silvan yakınlarında Batman Çayı üzerinde târihî bir köprüdür. 1147’de Artukoğullarından Tîmûrtaş bin İlgâzi tarafından yaptırılmıştır. Uzunluğu 220 m, eni 7 metredir. Kemerlerinin genişliği 38.60 m olup, dünyâdaki taş kemerli köprülerden, kemeri en geniş olanıdır. Üzerinde iki geçiş kapısı ve iki ada vardır. Cumhûriyet devrinde iki defâ tâmir görmüştür ve ilk yapılış şeklinin büyük özelliğini kaybetmiştir.
Haburman Köprüsü: Çermik ilçesi Haburman köyü yakınındadır. Sinek Çayı üzerinde kurulmuştur. 1179’da Artukoğlu Necmeddîn Alpi’nin kızı Zübeyde Hâtun tarafından yaptırılmıştır. Üç gözlü olup, boyu 107 m, genişliği 5.50 metredir.
Dicle Köprüsü: Mardin Kapısına 3 km uzaklıkta, Silvan yolu üzerinde bir köprüdür. Mervanoğullarından Nizâmüddevle Nasr tarafından 1065’te yaptırılmıştır. On gözlü olup, 180 m boyundadır.
Hasune Mağaraları: Silvan-Batman karayolunda tepeler üzerindedir. Üç yüze yakın mağara vardır. Birbirine koridorlarla bağlı olup, bir mağaralar şehridir. Çivi yazılar, şekiller ve oymalar vardır.
Dokyanus Şehri: Eshâb-ı Kehf’de ismi geçen şehir. Lice’nin 18 km batısında bir tepe üzerinde kurulmuştur. Şehir surlarla kuşatılmıştır.
Mesire Yerleri: Diyarbakır, târihî eserler yönünden çok zengin olduğu kadar tabiî güzellikler bakımından fazla zengin değildir. Mesire yeri olarak akarsu boylarından, târihî kalıntılardan faydalanılmaktadır.
Kaplıcaları: Diyarbakır’ın başlıca şifâlı suları, Çermik Kaplıcası ve Anakaris Suyudur.
Çermik Kaplıcası: Diyarbakır-Çermik yolu üzerinde olup, Çermik’e 3 km uzaklıktadır. Termal tesisleri bulunan kaplıca, kadın hastalıkları, üst solunum yolu kronik iltihapları, romatizma hastalıklarına iyi gelir.
Anakaris Suyu: Hani ilçesine 3 km uzaklıkta olup, içme kürleri sarılık ve karaciğer hastalıklarına iyi gelir. Böbrek taşlarının düşürülmesinde yardımcı olur. Kaynağın çevresinde tesis yoktur.

Kaynak

Rehber Ansiklopedisi

RAŞiT TUNCA

BAŞAĞAÇLI RAŞiT TUNCA
Raşit Tunca

FORUMUMUZDA
Dini Bilgiler...
Kültürel Bilgiler...
PNG&JPG&GiF Resimler...
Biyografiler...
Tasavvufi Vaaz Sohbetler...
Peygamberler Tarihi...
Siyeri Nebi
PSP&PSD Grafik

BOARD KISAYOLLARI

ALLAH

Allah



BAYRAK

TC.Bayrak



WEB-TUNCA


Radyo Karoglan

Foruma Misafir Olarak Gir


Forumda Neler Var


Karoglan-Raşit Tunca - Dini - islami - Dini Resim - FIKIH - Kuran - Sünnet - Tasavvuf - BAYRAK - Milli - Eğlence - PNG - JPEG - GIF - WebButtons - Vaaz - Sohbet - Siyeri Nebi - Evliyalar - Güzel Sözler - Atatürk - Karoglan Hoca - Dini Bilgi - Radyo index - Sanal Dergi




GALATASARAY

G A L A T A S A R A Y


FENERBAHÇE


F E N E R B A H C E


BEŞiKTAŞ

B E Ş i K T A Ş


TRABZONSPOR

T R A B Z O N S P O R


MiLLi TAKIM

M i L L i T A K I M


ETKiNLiKLERiMiZ


“Peygamberimiz Buyurdular ki Birbirinize Temiz ağız ile Dua edin. Bizde Sayfamızı ziyaret edenlerin ve bu bölümü ziyaret edenlerin kendilerinin Ruhaniyetine, geçmişlerinin Ruhuna Yasin Okuyup hediye ediyoruz Tıkla, ya sende oku yada okunmuş Yasinlerden Nasibini Al”
(Raşit Tunca)



MEVLANA'DAN

“ Kula Bela Gelmez Hak Yazmadıkca, Hak Bela Yazmaz Kul Azmadıkca, Hak intikamını, Kulunun Eliyle Alır da, Bilmiyenler Kul Yaptı Sanır."
(Hz. Mevlana)