Thread Rating:
  • 15 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Kütübü Sitte Hadisleri Cihad Bölümü
#1
Muhammed-1 
   

Kütübü Sitte Hadisleri  Cihad Bölümü

BİRİNCİ BAB
CİHADIN FAZİLETİ

BİRİNCİ FASIL
CİHAD VE MÜCAHİDLERİN FAZİLETİ


ـ1ـ عن عثمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ  :  رِبَاطُ يَوْمٍ في سَبِيلِ اللّهِ خَيْرٌ مِنْ ألْفِ يَوْمٍ فيمَا سِوَاهُ مِنَ المَنَازِلِ[. أخرجه الترمذى والنسائى .



1. (  986)- Hz. Osman (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim şöyle diyordu  : 

"Allah yolunda bir günlük ribât, diğer menzillerde (  Allah yolunda geçirilen) bin günden daha hayırlıdır." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 26; (  1667, 1664, 1665); Buharî, Cihâd 73; Müslim, İmaret 163; İbnu Mâce, Cihâd 7, Nesaî, Cihâd 39, 6, 39).[1]



AÇIKLAMA  : 



Ribât, lügat olarak "bağlamak" mânasına gelen bir asıldan gelir. Değişik mânalarda kullanılmıştır. Yerine göre at bağlamaya yarayan ipe dendiği gibi ata da denir. Hadislerde Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in hayır amellere ve ibadetlere devam etmeyi de bu kelimeyle ifâde ettiği görülür.

İbnu´l-Esir, Nihâye´de asıl ribâtın savaşta, cihad hâli üzere düşman karşısında ikâmet olduğunu belirtir. Sonradan, bu kelime daha ziyade hudud muhafızları için kullanılmıştır.

Şu halde hadis, Allah için cihad etmek maksadıyla harp sırasında düşman karşısında ikamet etme mânasındaki "ribât"ı kastedmektedir. Bu fiilen hududda olabileceği gibi, emir ve silah altında beklemek suretiyle her yerde olabilir. Şerh kitaplarımızın te´lif edildiği devirlerde düşmana karşı tehlikeli bekleyişler sınır bölgesinde olduğu için, ribatın târifinde umumiyetle "hudud" kaydına rastlanmaktadır. Ancak zamanımızın askerlik şartlarında hududla, hudud gerisi arasında çok fazla fark kalmamıştır. Bu sebeple Nihâye´nin yukarıda kaydettiğimiz tarifi, hadisin ruhuna ve günümüz realitesine daha muvafıktır.

Hadisin, askere vâdettiği büyük mükâfaatın mühim bir şartla kayıtlı olduğunu belirtmemiz lâzım  :  "Allah yolunda cihad için." Allah için olmayan bütün "bekleyişler" boşadır, cephede ölmeler de.[2]



ـ2ـ وعن فضالة بن عبيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  كُلُّ مَيْتٍ يُخْتَمُ عَلى عَمَلِهِ إَّ المُرَابِطَ في سَبيلِ اللّهِ فَإنَّهُ يُنْمى لَهُ عَمَلُهُ إلى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَيُؤَمَّنُ مِنْ فِتْنَةِ الْقَبْرِ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



2. (  987)- Fadâle İbnu Ubeyd (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Her ölenin ameline son verilir, ancak Allah yolunda ölen murâbıt müstesna. Çünkü onun ameli kıyamet gününe kadar artırılır. Ayrıca o, kabir azabına da uğratılmaz." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihad 2,(  1621); Ebu Dâvud, Cihâd 16, (  2500).][3]



AÇIKLAMA  : 



Cenab-ı Hakk, kişinin sevabını sağlığında yapacağı amele bağlamıştır. Ölümle amel defteri kapanır. Hayatı esnasında ne miktar hayır ve sevab kazanabilmişse artık onunla kalır ve artış olmaz. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu duruma bazı istisnaların olduğunu belirtmiştir  :  İstifade edilen ilim, hayırlı evlât ve sadaka-i câriye gibi. Sadedinde olduğumuz hadis, Allah yolunda şehid düşenlerin de amel defterinin açık kaldığını, dini ve din kardeşlerinin hürriyeti için, Allah´ın rızasını düşünerek savaşırken hayatını kaybedene, fedâkarlığının mükâfaatı olarak, defterine devamlı sevap yazılıp, ebedî hayattaki derecesinin yüceltildiğini haber vermektedir. Hadis, ayrıca şühedanın kabir azabından emin olacağını da müjdelemektedir.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) başka hadislerde, öldükten sonra defteri açık kalacak kimseleri belirtirken, şehidleri zikretmez. "Bu durum, denmiştir, belki de bunların kabir azabı görmeme imtiyazlarından ileri gelir." Şehidler amel defterlerinin açık kalmasına ilave olarak kabir azabından da beri kılınmışlardır. Bu sebeple, bunlar ayrı bir grup teşkil etmektedirler, müstakillen zikirleri evladır; demektir.[4]



ـ3ـ وفي رواية الترمذى. قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  المُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ[.قوله  :  »ينمى« أى يزاد ويكثُرُ.



3. (  988  )- Tirmizî´nin rivayetinde şu ziyade mevcuttur  :  "Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir." [Fedâilu´l-Cihad 2, (  1621).][5]



AÇIKLAMA  : 



Resûlullah, bu ifadeleriyle kıymeti son derece yüceltilen "cihad"ı, düşmanla savaş olmadığı için yapamayanlara, daha verimli bir ufuk açmaktadır  :  Nefsiyle, yani kötülükleri emreden nefsi ile (  ayet-i kerimenin ifadesiyle ennefsü´l-emmâre bissû) mücadele. Bu cihad aslında, düşmanla yapılan cihaddan daha zordur. Kişi, nefsinin, kötülüğe, tembelliğe, hevesâta olan meyillerini kırarak, hakka, ubudiyete, insanoğlunda mevcut hayırlı kaabiliyetlerin inkişafına sevkedebilse imanın gerçek büyüklüğü ortaya çıkar. Bunu yapabilen insanlar nâdirdir. Resûlullah bu hakikate binâen nefis kavgası verene "gerçek mücahid" demiştir.

Nefisle yapılan mücadelenin de Allah nezdinde makbul olması için, bunun da "Allah için" yapılması icab etmektedir. Hadisin bir tarîkinde "Hakiki mücahid, Allah (  rızası) için nefsiyle cihâd edendir" buyrulmuştur.[6]



ـ4ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال  :  رسولُ اللّه #  :  لَغَدْوَةٌ في سَبِيلِ اللّهِ أوْ رَوْحةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا[. أخرجه الشيخان والترمذى .



4. (  989)- Hz. Enes (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Öğleden evvel veya öğleden sonra bir kerecik Allah yolunda yola çıkış, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır." [Buharî, Cihad 5, 6, 73, Rikak 2, 51; Müslim, İmâret 112-115, (  1880); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 17, (  1648, 1649, 1651); Nesâî, Cihâd 11, 12,(  6,15); İbnu Mâce, Cihad 2,(  2755-2757).][7]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadis farklı tariklerden gelmiştir. Hadiste geçen gadve gündüzün bidayetinden öğle vaktine kadar evden çıkmayı ifade eder. Rahve de öğle vaktinden, güneşin batımına kadar ki zaman içinde evden çıkmayı ifade eder. Öyleyse, gündüzün hangi saatinde olursa olsun, Allah´ın rızasını güden bir çıkış dünya ve içindekilerden daha hayırlı olmaktadır. Hadisin Tirmizî´de gelen bir vechinde şu ziyade vardır  :  "...Cennette bir kamçı koyacak kadar bir yer dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır."

Hadisin açıklamasında İbnu Dakîki´l-Îd der ki  :  "İki ayrı te´vil muhtemeldir  : 

1-) Bu hadis, gaybî hakikatı, insanların vicdanında anlaşılır hale getirmek için, "görülen şeylerle (  mahsus)" ifade etmiştir. Zira dünya, vicdanlarda hissedilen ve çokca büyütülen maddî bir varlıktır. Hadis, basit gibi gözüken bir amelin sevabını bu muazzam görünen dünya ile karşılaştırıp, dünyadan daha büyük olduğunu belirtmektedir. Halbuki, şurası herkesce bilinir ki, dünya cennetin tek bir zerresine müsâvi olamaz.

2-) Hadisten maksad  :  "Allah yolunda yapılacak bu kadarcık bir amelin sevabı, farz-ı muhal dünyanın tamamına sahip olup, hepsini ibadet yolunda harcayacak kimsenin elde edeceği sevaptan daha üstündür" demektir

.İbnu Hacer, bu ikinci mânayı, İbnu´l-Mübârek tarafından Kitâbu´l-Cihâd´da kaydedilen şu mürsel rivayetin te´yid ettiğini belirtir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) aralarında Abdullah İbnu Revâha´nın da bulunduğu bir orduyu yola çıkarmıştı. Ancak Abdullah İbnu Revâha, Hz. Peygamer´le birlikte namaza katılmak için ordudan geri kaldı. Bunun üzerine Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kendisine şunu söyledi  :  "Nefsim elinde olan Zat´a yemin olsun ki  :  Yeryüzünde olanların tamamını infak etsen yine de onların bu gidişinden elde ettikleri sevaba ulaşamazsın."

Hülâsa, bu hadisten maksad, dünya işlerinin basitliğini, ahiret işlerinin büyüklüğünü belirtmektedir. Gerçek de budur, zira cennetten, kamçı konabilecek kadar bir parça kazanabilen, bütün dünyayı kazanmış olmaktan daha büyük bir iş gerçekleştirmiş olursa, oradan yüce makamlar kazanabilen ne yapmış olur!

Buradaki nükte açıktır  :  Herhangi bir dünyalığa olan meyil sebebiyle cihaddan geri kalan kimseye deniyor ki  :  Sen öylesine değersiz bir şey yüzünden öyle değerli bir şey kaybediyorsun ki, bu, akla vicdana sığmaz. Kocaman dünya, içinde bulunan bütün servetiyle, cennetten kazanılacak kadar yere değmezken sen dünyanın basit bir şeyi için cenneti kaybediyorsun.

Evet cennetin ebede bakan kamçı kadar bir yeri, kıymetçe, fâni olan sadece bizim dünyamızdan değil, daha nice fani dünyalardan daha üstündür. Çünkü ebedî akan bir çeşme, ne kadar büyük de olsa sabit kalan bir deryadan daha zengindir.[8]



ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  مَنْ قَاتَلَ في سَبِيلِ اللّهِ فُوَاقَ نَاقَةٍ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللّهِ

هِىَ الْعُلْيَا وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ[. أخرجه الترمذى.»وَفُوَاقُ النَّاقَةِ« قدر ما بين الحَلْبتين من استراحة .



5. (  990)- Ebu Hüreyre (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"(  Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, ilâyı kelimetullah için, devenin iki sağımı arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa cennet kendisine vacib olur." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 21, (  1657); Ebu Dâvud, Cihâd 42, (  2541); Nesâî,Cihâd 25, (  6, 26); İbnu Mace, Cihâd 15, (  2792).][9]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu hadisi Teysir, Ebu Hüreyre hadisi olarak gösterdiği halde, gerek Tirmizî´de ve gerek diğer kaynaklarda Muâz İbnu Cebel hadisi olarak kaydedilmiştir. Teysir´in bir hatası olsa gerektir.

2- Hadisin Tirmizî´deki aslında "Müslüman erkeklerden" kaydı var, bu kayıd diğerlerinde yok. Hadisin farklı vecihlerinde bazı ziyadeler de var.[10]



ـ6ـ وعن معاذ بن جبل رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]مَنْ سَألَ الْقَتْلَ في سَبِيلِ اللّهِ تَعَالى صَادِقاً مِنْ نَفْسِهِ ثُمَّ مَاتَ أوْ قُتِلَ كَانَ لَهُ أجْرُ شَهِيدٍ، وَمَنْ جُرِحَ جَرْحاً في سَبيلِ اللّهِ أوْ نُكِبَ نَكْبَةً في سَبيلِ اللّهِ فَإنَّها تَجِئُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَأغْزَرِ مَا كَانَتْ، لَوْنُهَا كَلَوْنِ الزَّعْفَرَانِ، وَرِيحُهَا رِيحُ المِسْكِ، وَمَنْ خَرَجَ بِهِ خُرَاجٌ في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى فَإنَّ عَلَيْهِ طَابَعَ الشُّهَدَاءِ[. أخرجه أصحاب السنن .



6. (  991)- Muâz İbnu Cebel (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihâd yapmayı temenni eden bir kimse, bilâhare ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır. Kim de Allah yolunda yara alsa veya Allah yolunda -düşmanın sebep olmadığı- bir musibetle bile yaralansa bu yara, kıyamet günü, en büyük hâli içinde rengi zaferân renginde, kokusu da misk kokusunda olarak gelir. Kimin vücudunda, Allah yolunda iken çıkan, iltihab gibi bir yara açılacak olsa bu da onun için şehidlik mührü olur." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 21, (  1657); Ebu Dâvud, Cihâd 42, (  2541); Nesâî, Cihâd 25, (  6, 26).][11]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayet, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî´de, bir önceki hadisin devamı olarak kaydedilmektedir. Hadis, samimi bir niyetle cihad sevabının kazanılabileceğini müjdeler. Allah için cihad etme arzusunu, samimiyetle her an içinde canlı tutup, âdeta cihâda davetiye veya bu maksadla açılan bir sancak bekleyen böyle bir hâlet-i ruhiye ile hayatını devam ettiren bir kimse, istirahat döşeğinde ölse bile şehid sevabı alacaktır. Hadiste "samimiyet"ten başka kayıt olmamakla birlikte, bu samimiyetin isbatı olarak, İslâmiyet´i elinden geldikçe yaşamak gereğinden söz edilebilir, diye düşünüyoruz.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Allah yoluna çıkınca, düşmanın veya herhangi bir musibet veya kazananın darbesiyle alınan yaraların, kıyamet günü bir şehâdet madalyası gibi en haşmetli görünüm içinde, en güzel kokular saçtığı halde şehidi tezyin edeceğini, Allah yolundayken şu veya bu hastalık sebebiyle açılan yara ve iltihabların da bir nevi şehidlik mühürü olacağını müjdeliyor.

O yolda olmayı, niyeten de olsa Allah, cümlemize müyesser eylesin. Âmin![12]



ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  مَا مِنْ مَكْلُومٍ يُكْلَمُ في سَبِيلِ اللّهِ إَّ جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَكَلْمُهُ يَدْمِى، اللَّوْنُ لَوْنُ الدَّمِ وَالرِّيحُ رِيحُ الْمِسْكِ[. أخرجه الستة إ أبا داود .



7. (  992)- Ebu Hüreyre (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki, kıyâmet günü, yarası kanıyor olarak gelmiş olmasın, bu kanın rengi kan renginde, kokusu da misk kokusundadır." [Buharî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâret 103; Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 21, (  1656); Nesâî, Cenâiz 82, (  4, 78  ), Cihâd 27, (  6,28  ); Muvatta, Cihâd 29, (  2, 461).][13]



ـ8ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  تَضَمَّنَ اللّهُ تعالى لِمَنْ خَرَجَ في سَبِيلِ اللّهِ

َ يُخْرِجُهُ إَّ جِهَادٌ في سَبِيلى وَإيمَانٌ بِى وَتَصْدِيقٌ بِرُسُلِى فَهُوَ عَلىَّ ضَامِنٌ أنْ أدْخِلَهُ الْجَنَّةَ أوْ أُرْجِعَهُ إلى مَسْكَنِهِ الَّذِي خَرَجَ مِنْهُ نَائً ما نَالَ مِنْ أجْرٍ أوْ غَنِيمَةٍ. وَالَّّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ مَامِنْ كَلْمٍ يُكْلَمُ في سَبِيلِ اللّهِ إّ جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَهَيْئَتِهِ يَوْمَ كُلِمَ، لَوْنُهُ لَوْنُ دَمٍ وَرِيحُهُ رِيحُ مِسْكٍ، وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوَْ أنْ أشُقَّ عَلى الْمُسْلِمِينَ مَا قَعَدْتُ خَِفَ سَرِيَّةٍ تَغْزُو في سَبِيلِ اللّهِ عَزَّ وَجَلَّ أبَداً. وَلكِنْ َ أجِدُ سَعَةً فَأحْمِلُهُمْ، وََ يَجِدُونَ سَعَةً فَيَتْبَعُونِى وَيَشُقُّ عَلَيْهِمْ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنِّى وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ لَوَدِدْتُ أنِّى أغْزُو في سَبيلِ اللّهِ فَأقْتُلُ، ثُمَّ أغْزُو، فأقْتَلُ، ثُمَّ أغْزُو فَأُقْتَلُ[. أخرجه الثثة والنسائى.»وَالْكَلْمُ« الجرح. و»وَالْمَكْلُومُ« المجروح .



8. (  993)- Ebu Hüreyre (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Allah Teâla Hazretleri, Allah rızası için yola çıkan kimse hakkında  :  "Bu kulum, benim yolumda cihad etmek üzere bana inanarak peygamberlerimi tasdik ederek yola çıkmıştır, artık onu ya cennetime koymak yahut da ücret veya ganimet elde etmiş olarak, çıkmış olduğu meskenine geri çevirmek hususunda garanti veriyorum" diyerek te´minat verir.

Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl´e yemin olsun ki, Allah yolunda yaralanmış hiçbir yaralı yoktur ki, kıyamet günü, yaralandığı ilk günkü manzarasıyla gelmiş olmasın  :  (  Yarası taze) kan renginde, kokusu da misk kokusunda olarak.

Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin ediyorum ki, Müslümanlar´a meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak onları hayvana bindirecek imkân bulamıyorum. Onlar da beni tâkibe imkân bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor.

Muhammed´in nefsi kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl´e kasem olsun, Allah yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim!" [Buharî,İman 25, Cihâd 2, 119, Hums 8, Tevhid 28, 30; Müslim, İmâret 103-107, (  1876), (  8, 119); Muvatta, Cihâd 2, (  2, 444), 40, (  2, 465); Nesâî, Cihâd 14,(  6, 16), İman 24.][14]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu rivayet, yukarıda verilen kaynaklarda farklı şekillerde gelmiştir. Hadisin, asıl mahreci Ebu Hüreyre olduğu halde, ondan rivayet eden tarikler de çoğalmıştır. Hadis, bazı vecihlerinde yukarıda kaydedilen şekilde yekpare geldiği halde, bazı vecihlerinde her paragraf müstakil bir hadis olarak, takti´ şeklinde rivayet edilmiştir. Bazılarında تَضَمَّنَ اللّهُ diye başlarken, bazılarında تَوَكَّلَ اللّهُ diye bazılarında da إنْتَدَبَ اللّهُ diye başlar. Mânada ciddi bir değişiklik mevzubahis değildir. Aynı muhtevalı bazı rivayetler -hadis-i kudsî üslubunda olmak üzere- İbnu Ömer ve Ubâde İbnu´s-Sâmit (  radıyallahu anhüm) tarafından da rivayet edilmiştir.

2- Âlimler, şehidi "cennete koyma" garantisinden iki mâna çıkarırlar  : 

a) Suale, hesaba tâbi tutmadan cennete koymak,

b) Öldüğü ân -kabir hayatının şartlarına hiç mâruz kalmadan, kıyameti beklemeden- cennete koymak. İki ihtimali te´yid eden deliller zikredilmiştir.

3- Sağ sâlim geri dönen gâzi için Allah´ın garanti ettiği "ücret ve ganimet"ten maksad nedir Gerçi ganimetten maksad açıktır  :  Savaşta düşmandan ele geçirilen maddî varlıklar... (  para, silah, hayvan, giyecek v.s.)

Fakat ücret kelimesi farklı anlamalara imkân tanımıştır  : 

a) Ganimet dışında ganimetle birlikte ödenen maddî bir ücret,

b) Ganimet olmadığı takdirde ödenen bir ücret,

c) Uhrevî ücret, Allah´ın garantisine rağmen maddî ücret olmadan memleketine dönen gazilerin varlığı hadiste işkâl ortaya çıkarmıştır. Bu işkâl, "ücretin uhrevî olacağı" mânası ile kaldırılmıştır. Nitekim Müslim´ de rivayet edilen bir hadis bu anlamayı te´yid eder  : 

مَا مِنْ غَازِيَةٍ تَغْزُو فِى سَبِيلِ اللّهِ فَيُصِيبُونَ الغَنِيمَةَ اَِّ تَعَجَّلُوا ثُلثَىْ اَجْرِهِمْ مِنَ اŒخِرَةِ وَيَبْقى لَهُمْ ثُلُثٌ فإنْ لَمْ يُصِيبُوا غَنِيمَةً تَمَّ لهم اَجْرُهُمْ

"Allah yolunda gaza yapanlar, ganimet elde ederlerse, âhirette alacakları "ücret"lerinin üçte ikisini peşinen almış olurlar, üçte biri de âhirete kalır. Herhangi bir ganimet elde etmezlerse ahirette tam "ücret" alırlar."

4) Hatıra gelen bir sorunun daha izahını belirtmek gerek  :  Sadedinde olduğumuz hadisin bazı vecihlerinde evine sağ dönen gaziye hem "ücret" ve hem de "ganimet" garantisi ifade edildiği görülmektedir. Fiiliyatta böyle olmamıştır Âlimler hadisin farklı vecihlerinde bu mânanın olmadığını belirtirler. Yani bir çok vecihlerinde "veya" denmektedir ve bunun esas alınması daha muvafıktır. Nitekim Teysir´de böyle bir vecih esas alınmış ve tercümemiz de bu mânaya göre yapılmıştır. Böyle olunca, hiçbir maddî kazanç elde etmeden evine dönen gazi Cenab-ı Hakk´ın "uhrevî ücret" garantisine mazhardır.

5- Kıyamet günü, şehidin, şehâdet şerbetini içtiği andaki hey´etiyle, yani aldığı yaralardan kanları kıpkızıl rengiyle tâze akıyor ve elbiseleri de kanlı olarak dirilmesi, onun şehid olarak öldüğüne alâmet olması içindir. Çünkü Allah yolunda şehâdet, kıyamet gününün peygamberlikten sonra gelen en yüce makamı ve rütbesidir. Şu halde bu yüce rütbeye alem ve nişan olan kan lekesi, büyük bir şerefin madalyası hükmündedir.

6- Cihad, şehid bahisleri açıldığı zaman şu hususun iyi bilinmesi gerekir  :  Gerçek cihad Allah rızası için yapılan cihaddır. Bu cihadda ölen şehiddir. Bu sebeple, sadedinde olduğumuz hadis metninde "Allah yolunda" kaydı, açık şekilde ifade edilmiştir. Hadisin bazı vecihlerinde "Allah yolunda"

dendikten sonra, bir ara cümlesi ile وَاللّهُ اَعْلَمُ بِمَنْ يُجَاهِدُ فِى سَبِيلِهِ "Allah, kimin kendi yolunda cihad ettiğini iyi bilir" diye bu kayıt kuvvetlendirilir. Öyleyse, sırf ganimet için, şeref için, rütbe, terfi elde etmek, istilâ etmek, sömürge kurmak gibi maksadlarla yapılan savaş cihad olmadığı gibi, meşru gayelerle açılmış bir savaş bile olsa, savaşan asker niyyetini, ferdî olarak hâlis yapmazsa, o da şehâdet elde edemez. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hususu pek çok hadislerinde belirtir. Bunlardan bazıları müteâkiben gelecek.

7- Bu hadis, ne kadar, ihtiva ettiği hükmün kâfirlere karşı yapılan harplere âit olduğunu ifade ediyor ise de İslâm ulemâsı, âsilere, bağîlere, kâtiu´ttarîklere (  yol kesenlere), mürtedlere karşı yapılacak savaşların da dahil olduğunu, âyet ve hadislere dayanarak söylemiştir. Böyleleriyle savaşmak da cihaddır, bu çeşit savaşlarda ölmek de şehâdettir, yeter ki hâlis niyetiyle savaşa katılmış olsun. [15]



ـ9ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قِيلَ يا رسول اللّه مَا يَعْدِلُ الْجِهَادَ في سَبِيلِ اللّه؟ قالَ َ تَسْتَطيعُونَهُ. فَأعَادُوا عَلَيْهِ مَرَّتَيْنِ أوْ ثَثاً كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ َ تَسْتَطىعُونَهُ. ثُمَّ قَالَ  :  مَثَلُ المُجَاهِدِ في سَبِيلِ اللّهِ كَمَثَلِ الصَّائِمِ الْقَائِمِ الْقَانِتِ بآياتِ اللّه َ يَفْتُرُ مِنْ صِيَامٍ وََ صََةٍ حَتَّى يَرْجِعَ المُجَاهِدُ[. أخرجه الستة إ أبا داود .



9. (  994)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan bir gün sordular  : 

"- Ey Allah´ın Resûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur "

"- (  Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz!"

Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular. Resûlullah her seferinde aynı cevabı verip  : 

"- (  Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz!" dedi ve sonra şunu ilâve etti  : 

"- Allah yolundaki mücâhidin misâli (  gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah´ın âyetlerine de itaatkâr olan ve Allah yolundaki mücâhid, cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen kimse gibidir." [Buharî, Cihad 2; Müslim, İmâret 110, (  1878  ); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 1, (  1619); Nesâî, Cihâd 17, (  6, 19); Muvatta, Cihâd 1, (  2, 443).][16]



AÇIKLAMA  : 



Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, cihad yoluyla elde edilecek sevabın namaz, oruç gibi, Allah nezdinde kıymetli olan başka amellerle, ibadetlerle elde edilemeyeceğini belirtiyor. Bunu ifade için mücahidin cihad için evden çıktığı anla, eve dönünceye kadar geçen müddet içerisinde "hiç ara vermeden" hep oruç tutup, namaz kılan kimsenin sevabı gibi sevab kazandığını, böyle bir ibâdet tarzına hiç kimsenin güç getiremeyeceğini söylüyor. Sadedinde olduğumuz rivayette geçen fütûr kelimesini "gevşemeyen" diye tercüme ettik. Ancak bu "gevşeme"den maksad "hiç ara vermeyen" demektir. Bu mânayı, hadisin siyâkı ifade etmektedir. Çünkü hergün, ara vermeden oruç tutulabilir ve bunu yapanı görebiliyoruz bile. Keza "namaz"dan farzları ve onlara bağlı nafileleri anlarsak bu da yapılabilir ve yapan da var. Ama yapılamayacak olan hiç ara vermeden gece gündüz boyu namaz kılmak ve oruç tutmak ve bunu mücahid dönünceye kadar aylar boyu devam ettirmektir. Bu yapılamaz. Hadisten kastın bu olduğunu, hadisin Nesâî´de gelen vechi sarîhan ifade eder. Şöyle buyurulur  : 

"Ben, cihada muâdil bir amel bulamıyorum. Nasıl bulunsun ki Mücâhid yola çıktığı zaman biriniz mescide girip ara vermeden namaz kılıp, ara vermeden oruç tutmaya takat getirebilir mi Buna kimin gücü yeter "[17]



ـ10ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قِيلَ يَا رسولَ اللّهِ  :  أىُّ النَّاسِ أفْضَلُ؟ قال  :  مُؤمِنٌ مُجَاهِدٌ بِنَفْسِهِ وَمَالِهِ في سَبِيلِ اللّهِ. قِيلَ  :  ثُمَّ مَنْ؟ قَالَ  :  رَجُلٌ في شِعْبٍ مِنَ الشِّعَابِ يَتَّقى اللّهَ وَيَدَعُ النَّاسَ مِنْ شَرِّهِ[. أخرجه الخمسة .



10. (  995)- Ebu Saîd (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a  : 

"- Ey Allah´ın Resûlü! İnsanların en efdali kimdir "

diye soruldu. Şu cevabı verdi  : 

"- Allah yolunda malıyla canıyla cihad eden mü´min kişi!"

"- Sonra kim diye tekrar soruldu. Bu sefer  : 

"- Tenhalardan bir tenhaya Allah korkusuyla çekilip, insanları şerrinden bırakan kimsedir" diye cevap verdi." [Buharî, Cihâd 2,Rikâk 34; Müslim, İmâret 122, 123, 127, (  1888  ); Ebu Dâvud, Cihad 5, (  2485); Tirmizî, Fedâuilu´l-Cihâd 24, (  1660); Nesâî, Zekât 74, (  5, 83), Cihâd 7, (  6, 11); İbnu Mâce, Fiten 13, (  3978  ).][18]



AÇIKLAMA  : 



1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, Allah yolunda cihadın değerini ve mücahidin elde edeceği derecenin üstünlüğünü bir başka üslupla dile getirmektedir. Âlimler, bu hadiste ifade edilen hükmü şu mealdeki âyetle te´yid ederler  : 

"Ey insanlar, sizi can yakıcı bir azabtan kurtaracak, kazançlı bir yolu size göstereyim mi Allah´a ve peygamberlerine inanırsınız. Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz, bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar, sizi içlerinde ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur" (  Saff, 10-12).

2- Hadisin bir vechinde, "makamca insanların en hayırlısı"; bir diğer vechinde  :  "İnsanların imanca en mükemmeli" denmektedir. Şu halde, Allah yolunda malı ve canı ile cihad, bu mânaların hepsini ifade etmektedir. Kişi imanca üstündür, en faziletli ameli yapmaktadır, en yüce makamı elde edecektir.

Cihadın farz olarak terettüp ettiği bir anda ondan kaçmak herhalde iman eksikliğinin ifadesidir.

3- Âlimler şu noktayı da belirtir  :  Bu hadis diğer farz ve vacibleri ihmal ederek, sırf cihada atılan kişiyi kasdetmiyor. Diğer farz ve vaciblerini de yerine getirerek cihad yapan kimse bu hadiste zikredilen mücahiddir, bu takdirde nefsini de, malını da gerçek mânada Allah yoluna bezletmiş (  koymuş) olur.

Cihad yapıyorum diye, sözgelimi, namazını ihmal edecek bir mücahidin hasbiliğini, ihlâsını izah etmek zordur. Cephede muharebe sırasında kılınacak namaza (  Bakara 239) ve hatta bu vaziyette cemaatle kılınacak olanına bile yer verip teşvik eden ve Kitab-ı Mübin´inde bununla ilgili teferruat için âyetler tahsis eden (  Nisa 102) Cenab-ı Hakk´a karşı, cihad ediyorum diye namazı terketmek her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz. Kul, Rabbine karşı her an ve her halinde mahviyet, tezellül, samimi niyaz ve iltica içinde olmalıdır, edeb bunu gerektirir. Hal böyle iken namaz, oruç, istiğfar, kebâirden kaçınma.. gibi vecibelerini, "en büyük amel olan cihadı yapıyorum" diye ihmal etmek duadan da´vaya, niyazdan nâza geçmek olur, samimi hâleti soğuk hevayla tebdil olur.

4- Hadisin ikinci kısmında, mücahidden sonra gelen ikinci derecede makbul Müslüman tanıtılmaktadır  :  "Tenhaya çekilip, Allah´a ibadetini yapan kimse." Tenha kelimesini "kuytu", "köşe" "münzevihâne" gibi kelimelerle ifade etmek de mümkündür. Zira hadiste geçen şi´b kelimesi, aslında iki dağ arasındaki aralık mânasına gelir. Ancak maksad o değildir, tenha yer demektir.

Hadisin bu kısmı da farklı şekillerde rivayet edilmiştir. İbnu Abbas (  radıyalahu anhümâ)´tan gelen bir vechi şu mealdedir  :  "Bir tenhaya çekilip, namazını kılıp, zekatını veren, insanların şerirlerini terkedendir."

İnzivaya veya uzlete çekilme, cemiyeti terketme meselesini iyi anlamak, bunun şartlarını iyi tayin etmek gerekir. Cihad esnasında inzivaya çekilmek helal olmayacağı gibi ferdin durumuna göre, bazısı için helal olsa bile, bazısı için helal olmayabileceği de bilinmelidir. Ebu Hüreyre hazretlerinin (  radıyalahu anh) rivayetine göre, bir adam, tatlı suyu bulunan, insanların pek uğramadığı kuytu bir yere rastlayarak, oraya çekilmek üzere Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´den izin ister. Resûlullah, şöyle diyerek reddeder  : 

َ تَفْعَلْ فَإنَّ مَقَامَ اَحَدِكُمْ فِى سَبِيلِ اللّهِ اَفْضَلُ مِنْ صََتِهِ فِي بَيْتِهِ سَبْعِينَ عَاماً

"Sakın öyle yapma. Zira sizden birinin Allah yolunda kalması, evinde kılacağı yetmiş yıllık namazdan daha hayırlıdır."

Bu talebte bulunan kimse hakkında bilgi verilmiyor ise de Allah yolunda kalabilecek biri olduğu anlaşılmaktadır  :  Yaşı, sıhhati, ilmî durumu, cemiyet içerisindeki itibar ve müessiriyeti sebebiyle Allah´ın rızasına muvafık bir kısım işler yapabilecektir  :  Cihad, emr-i bilma´ruf, iyi örnek, yardım vs. gibi. "Allah yolunda olmak" mutlaka düşmanla silahlı cihad yapmak olmadığı açıktır.

İnziva meselesi âlimlerce enine boyuna çokca münakaşa edilen bir konudur. Ayrıca belirteceğiz. Ancak, şu kadarını yeri gelmişken belirtelim ki, Cumhur-u ulemâ, inzivanın en meşru zamanının fitne, yani iç karışıklık hengâmı olduğunu söylemekte ittifak eder.

5- Hadiste geçen başka bir incelik daha var  :  يَدَعُ النَّاسَ مِنْ شَرِّهِ Bu ifade "insanların şerrinden kaçan" mânasına geldiği gibi "insanlara zarar vermeyi terkeden" mânasına da gelir. Bu sebeple tercümeyi biraz muğlak tutmayı tercih ederek  :  "İnsanları şerrinden bırakan" dedik.

Öyle durumlar ve şartlar vardır ki, kişi, insanların şerrinden kaçmakla derecesini yükseltebileceği gibi, başkasına zararlar vermekten uzak kalması da derecesini yükseltir. Ve üstelik, öyle şartlar olabilir ki, kişi "zararlı fiillerden kendisini tutsa" bile varlığı ile zararlar verebilir. Böyle durumlarda, şuurla, kasden insanlardan uzaklaşıp, inzivaya çekilmekle derecesini yükseltecektir. Bu şartları tâyin, Allah´ın mü´mine verdiği ferasete kalmıştır, bu feraset ona kifayet de eder, yeter ki her şeyinde "Allah yolunda olmayı" gaye edinsin ve O´nun rızasını arama vetîresine girmiş olsun. [19]



ـ11ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  أَ أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِ النَّاسِ. وَشَرِّ النَّاسِ. إنَّ مِنْ خَيْرِ النَّاسِ رَجًُ عَمِلَ في سَبِيلِ اللّهِ على ظَهْرِ فَرَسِهِ أوْ ظَهْرِ بَعِيرِهِ أوْ عَلى قَدَمِهِ حَتَّى يَأتِيَهُ الْمَوْتُ. وَإنَّ مِنْ شَرِّ النَّاسِ رَجًُ يَقْرأُ كِتَابَ اللّهِ َ يَرْعَوِى بِشَئٍ مِنْهُ[. أخرجه النسائى.قوله »َ يَرْعَوِى« أى َ ينكَفُّ وََ ينزجر .



11. (  996)- Ebu Saîdi´l-Hudrî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Size, insanların en hayırlısı ve en şerlisini haber vermiyeyim mi! İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, kendi veya başkasının atı sırtında ya da yaya olarak, ölünceye kadar Allah yolunda çalışır. İnsanların en şerlisine gelince o da, Allah´ın Kitab´ını okuyup (  emir ve yasaklarına) riayet etmeyen kimsedir." [Nesâî, Cihad 8, (  6, 11-12).][20]



ـ12ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  أَ أُخْبِرُكُمْ بِخَيْرِ النَّاسِ؟ رَجُلٌ مُمْسِكٌ بِعِنَانِ فَرَسِهِ في سَبِيلِ اللّهِ تعَالى. أَ أخْبرُُكُمْ بِالَّذِى يَتْلُوهُ؟ رَجُلٌ مُعْتَزِلٌ في غُنَيْمَةٍ لَهُ يُؤدِّى حَقَّ اللّهِ تَعالى فِيهَا. أَ أخْبرُكُمْ بِشَرِّ النَّاسِ؟ رَجُلٌ يَسْأَلُ اللّهَ تَعالى وََ يُعْطى بِهِ[. أخرجه مالك والترمذى والنسائى .



12. (  997)- İbnu Abbas (  radıyalahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Size insanların en hayırlısını haber vermiyeyim mi! O, atının yularından Allah yolunda tutan kimsedir. (  Hayırda) bunu takip edeni haber vermiyeyim mi O da koyunlarının peşine takılıp (  insanları) terkeden, koyunlarda bulunan Allah´ın hakkını da ödeyen kimsedir.

Size insanların en kötüsünü de haber vermiyeyim mi! O da, Allah´ tan isteyip, Allah adına vermeyendir." [Muvatta, Cihad 4, (  2, 445); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 18, (  1652); Nesâî, Zekât 74, (  5, 83-84).][21]



AÇIKLAMA  : 



1- Atın yularından Allah yolunda tutmak, her an, Allah´ın rızasına uygun işler için hazır tutmaktır. Bu cihad da olabilir, başka bir faaliyet de olabilir.

2- İkinci derecede kıymetli amel olarak belirtilen inziva sırasında, zekâtın ihmal edilmemesi gereğine dikkat çekilmektedir.

3- Hadisin son kısmı Muvatta´nın rivayetinde mevcut değildir. Nesâî ve Tirmizî´de kaydedilen vecihleri Teysir´den birazcık farklı. İnsanların en kötüsü şöyle tarif edilir  :  رَجُلٌ يَسْألُ بِاللّهِ وََ يُعْطِى بِهِMânâsı şöyle olur  :  "Allah´ın adını vererek ister, Allah´ın adı verilerek kendisinden istenince vermez."

Sindî´nin belirtiği üzere, dikkat edilince, burada iki çirkin iş birleştirilmiştir  : 

1- Allah´ın adını vererek istemek. Bu çirkindir, çünkü istenen kişi vermez veya veremeyecek durumda olursa, "Allah´ın adı verilmiş olmasına rağmen" neticenin hasıl olmaması hiç de hoş bir şey değildir. Mü´min kişi "Allah adına" dendi mi bunu hafife alamaz, isteneni yapamadığı takdirde eziklik, burukluk hasıl olur.

2- Allah´ın adı verilerek isteneni yapmamak  :  Mü´minin böyle bir davranışı tamamen edeb dışıdır. Allah adına isteneni imkan dahilinde ise yapmaktır.

Şu halde Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm) hem Allah adına isteyerek karşı tarafı müşkil duruma sokan ve hem de Allah adına istendiği halde talebi yerine getirmeyen kimseyi insanların en kötüsü ilan etmektedir. Hadisteki يَسْألُ kelimesini يُسْألُ şeklinde meçhul okuyup  :  "Allah adı verilerek istendiği halde vermeyen..." diye anlayanlar da olmuştur. Her iki halde de kişiyi kötü kılan şey Allah´ın adına gösterilmesi gereken hürmet ve edebe riayetsizlik olmaktadır.[22]



ـ13ـ وعن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّهِ #  :  سِيَاحَةُ أمَّتِى الْجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه أبو داود .



13. (  998  )- Ebu Ümâme (  radıyalahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular  : 

"Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır." [Ebu Dâvud, Cihad 6, (  2486).][23]



AÇIKLAMA  : 



Hadisin Ebu Dâvud´da kaydedilen aslına göre, bir adam, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´den seyahate çıkmak için izin ister. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır" diyerek izin vermez. Ancak, şârihler buradaki seyahatten muradın, memleketi terkederek sahrada yaşamak, cum´a ve cemaati terketmek olduğunu belirtirler.

Sirâcu´l-Münir´de, bu zatın Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´ den, ünsiyet ettiği çevreden, mübah şeylerden ve bir kısım lezzetlerden uzak kalarak, cum´a ve cemaatleri, ilim ta´limi ve benzeri şeyleri terkederek nefsine eziyet verip terbiye etmek düşüncesiyle izin istediğini belirtir. Resûlullah, Osman İbnu Maz´ûn (  radıyalahu anh)´un bekârlık talebini reddettiği gibi, bu zâtın da cemiyeti terketmek düşüncesiyle sahraya gitme talebini reddetmiştr.[24]



ـ14ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  َ يَلِجُ النَّارَ رَجُلٌ بَكَى مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ تَعالى حَتَّى يَعُودَ اللّبَنُ في الضَّرْعِ، وََ يَجْتَمِعُ عَلى عَبْدٍ غُبَارٌ في سَبِيلِ اللّهِ وَدُخَانُ جَهَنَّمَ[. أخرجه الترمذى وصححه والنسائى .



14. (  999)- Hz. Ebû Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Allah korkusuyla göz yaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı biraraya gelmez." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 8, (  1633); Zühd 37,(  2372); Nesâî, Cihâd 8, (  6,12).][25]



ـ15ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقُولُ  :  عَيْنَانِ َ تَمَسُّهُمَا النّارُ؟ عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ، وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه الترمذى.



15. (  1000)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim  : 

"İki göz vardır, onlara ateş değemez  :  Allah için ağlayan göz ile, Allah yolunda uyanık sabahlayan göz." (  Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 7, (  1632).][26]



AÇIKLAMA  : 



Allah korkusuyla ağlamak, çoğu durumda Allah´ın emirlerine imtisal ve nehiylerinden kaçmanın sonucudur. Bu ise kullukta ileri bir mertebe demektir. Allah korkusuyla ağlamak bazan günahkârlığını idrâkten, içinde bulunduğu fenalıklardan rücû etmeye azmetmekten ileri gelir. Bu da ihlâsla yapılan bir tevbenin ifadesidir. Her iki durum da Erhamürrahimin olan Rab Teâla´nın mü´min kulunu bağışlayacağının alametidir. Resûlullah bunu müjdelemektedir.

"Allah yolunda uyanık sabahlayan göz" cümlesinde uyanık diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı olan تَحْرُسُ "korumak" kökünden gelir. Yani düşmanı gözetleyerek, nöbet bekleyerek sabahlayan demektir. Ancak hadis-i şeriflerde geçen "Allah yolunda" tâbiriyle her seferinde "düşman karşısında silahlı cihad yapan"ı anlamak hatalıdır. Çünkü, Resûlullah´ın hadislerinde cihadın tarifi yapılırken daha umumî mânalara da yer verilmiş, kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücâdele de cihad mefhumuna dahil edilmiştir. Öyle ise Allah rızasını güden her gayret bir nevi cihaddır. Bu sebeple şârihler "ilim yaparak", "ibadet ederek", "haccederek", "savaşarak" uyanık geçirilen bütün gecelerin buraya dahil olduğunu belirtirler. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki fiilî savaş durumunda düşmana karşı din-i mübin-i İslâm ve Müslümanları, Müslüman vatanını korumak maksadıyla uyanık geçirilen geceler, hadisten öncelikle anlaşılması gereken mânâdır. Savaş zamanında bu hepsinden üstündür. Sulh zamanında da ilim için, ibâdet için uyanık geçirilecek geceler de niyete tabi olarak aynı ölçüde kıymetlidir.

Tîbî, "ağlayan göz" tâbiri ile, nefsine karşı cihad veren "âlim âbid"in kastedildiğini, çünkü âyet-i kerimede  :  "Allah´ın kulları arasında O´ndan korkan, ancak âlimlerdir" buyurulduğunu (  Fatır 28  ) belirtir ve der ki  :  "Burada haşyet (  korku) sadece âlimlere hasredilmekte, başkalarına sirâyet ettirilmemektedir. Böylece iki göz arasında, yani nefs ve şeytanla cihad edenin gözü ile küffarla cihad edenin gözü arasında bir nisbet ve ilgi hasıl olmuştur."[27]



ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  َ يَجْتَمِعُ كَافِرٌ

وَقَاتِلُهُ في النَّارِ أبَداً، وَ يَجْتَمِعُ في جَوْفِ عَبْدٍ غُبَارٌ في سَبيلِ اللّهِ وَفَيْحُ جَهَنَّمَ وََ يَجْتَمِعُ في قَلْبِ عَبْدٍ ا“يمَانُ وَالحَسَدُ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى .



16. (  1001)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  Rasulullah buyurdu ki  :  "Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir kulun karnında, Allah yolunda (  yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler, keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler." [Müslim, İmâret 130, 131, (  1891); Ebu Dâvud, Cihad 11, (  2495); Nesâî, Cihâd 8, (  6, 12-14); İbnu Mâce, Cihâd 9.][28]



AÇIKLAMA  : 



1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kâfirle onu öldürenin ebediyyen cehennemde bir araya gelmeyeceklerini müjdeliyor. Kadı İyâz, bu mesele hakkında şu açıklamayı sunar  :  "Muhtemelen bu hüküm, kâfiri cihad sırasında öldüren Müslümana hastır. Bu ameli, Müslümanın günahlarına kefâret olur ve günahları sebebiyle cezalandırılmaz. Yahut bu katl işi, hususî bir niyet ve mahsus bir hale göre olmuşsa ceza yoktur. Veya mü´min cezasını cehennem dışında -mesela A´raf´ta cennete girmezden önce hapsi gibi- çekecektir ve fakat ateşe girmeyecektir. Veya cehennemde ceza çekse bile, kâfirlerin cezalandırıldığı yerin dışında ceza çekecektir ve asla biraraya getirilmeyecektir.

Kadı İyâz, iki sebeple bu ihtimaller üzerinde durmuştur  : 

a) Hadis mutlak gelmiştir, hangi şartlarda öldürülecek kâfirin sevab olduğu belirtilmemiştir. Halbuki dinimiz bu hususta kayıtlar koymuştur  :  Harp halinde, cihad esnasında... Sulh zamanında veya emân verilmiş kâfir öldürülemez.

b) Bir mü´min, cihada katılmış kâfir öldürmüş olsa bile bilâhere günahkâr olabilir ve bu günahları sebebiyle cezaya müstehak olur.

Şu halde bu hükümlerle, hadisin hükmünü te´lif etmek gerekmiştir. Kadı İyaz bunu yapar.

2- Hadisin ikinci kısmında, cihadın fazileti dile getirilmektedir. Allah yolunda çekilen zahmetler "toz yutmak"la ifade edilmiş olmaktadır. Allah için savaş Allah için ilim talebi, Allah için yardıma koşma gibi sırf o maksadla çekilen zahmetler günahlara kefâret olacaktır. Çektiği mezkur zahmete rağmen cezayı gerektiren bir günah işleyen kimsenin durumu hakkında, Kadı İyâz´ın yukarıda kaydettiğimiz tevilleri muteberdir.

3- Hadisin üçüncü hükmü hasedin aynı kalbte imanla bir araya gelmeyeceğini ifade etmektedir. Bu hadis, ıtlakı üzere alındığı takdirde hasedcilerin tekfir edilmesi gerekir ki bu da câiz değildir. Âlimlerimiz, bu çeşit ifadeleri, zikredilen kötülükten tağliz yoluyla zecretmeye hamleder ve imanı da "kâmil mânada iman"la kayıtlarlar. Böylece hadisin kelâmî açıdan şöyle anlaşılması gerekir  :  "Bir kulun kalbinde kâmil mânâda imanla hased bir araya gelmezler."[29]



ـ17ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  مَنْ رَضِىَ بِاللّهِ رَبّاً، وَبِا“سْمِ ديناً، وَبِمُحَمًّدٍ رَسُوً وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ. فَعَجِبْتُ لَهَا. فَقُلْتُ  :  أعِدْهَا عَلىّ يَا رَسُولَ اللّهِ فَأعَادَهَا. ثُمَّ قَالَ  :  وَأخْرَى يَرْفَعُ اللّهُ بِهَا الْعَبْدَ مِائَةَ دَرَجَةٍ في الجَنّةِ، مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ كَما بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ. قُلتُ  :  وَمَا هِىَ يَا رسُولَ اللّهِ؟ قالَ  :  الجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ، الجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ، الجِهَادُ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه مسلم والنسائى .



17. (  1002)- Ebu Saîd (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gün şöyle dedi  : 

"Kim Rabb olarak Allah´tan, din olarak İslâm´dan, peygamber olarak Muhammed´den râzı ise ona cennet vâcib olmuştur." Bu söz hayretime gitti ve  : 

"- Ey Allah´ın Resulü, bir kere daha tekrar eder misiniz " dedim. Aynen tekrar etti ve arkadan da şunu söyledi.

"- Bir başka şey daha var ki, Allah, onun sebebiyle, kulun cennetteki makamını yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık sema ile arz arasındaki mesâfe gibidir." Ben  : 

"- Öyleyse bu nedir " dedim. Şu cevabı verdi  : 

"- Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!" [Müslim, İmâret 116, (  1884); Nesâî, Cihâd 18, (  6, 19-20).] [30]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), cihad sebebiyle mü´ minin kazanacağı derecelerin yüksekliğini belirtmektedir. Âlimler, hadiste zâhirî mânanın kastedilmiş olabileceği gibi, kinaye yoluyla mânevî mertebelerin kastedilmiş olabileceğini de söylerler. Zâhir esas alınırsa, derecelerden murad, görünürde birbirlerinden yüksek olan menziller, makamlardır. Bu ise, başka hadislerde, ehlü´lguraf´la ilgili olarak belirtildiği üzere cennet menzillerinin vasfıdır. Zira dışı içinden, içi dışından görünecek olan cennet köşklerinde (  guraf) oturacak olanlar birbirlerini "parlak yıldızlar" olarak seyredeceklerdir  : 

إنَّ اَهْلَ الجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ فِى الْجَنَّةِ اَهْلَ الْغُرَفِ كَمَا تَرَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُرِّىَّ الْغَارِبَ فِى اُفُقِ الطَّالِعِ فِي تَفَاضُلِ اَهْلِ الدَّرَجَاتِ. فَقَالُوا يَا رَسُولَ اللّهِ اُولئِكَ النَّبِيُّونَ؟ فَقَالَ # بَلَى وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ وَأقْوَامٌ آمَنُوا بِاللّهِ وَصَدَّقُوا الرُّسُلَ

"Cennet ehli, guraf ehlini farklı dereceleri içinde seyredecekler, tıpkı, sizin doğu ufkunda batmakta olan parlak bir yıldızı seyrettiğiniz gibi." Dinleyenler  :  "Ey Allah´ın Resûlü bunlar peygamberler midir " diye sordular. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Evet, dedi. Nefsimi kudret elinde tutan Zât´a yemin ederim, onlar Allah´a inanıp peygamberleri tasdik eden kimselerdir."

Şu halde bu ve benzeri rivayetler, sadedinde olduğumuz hadisi zâhirine göre anlamamıza imkân tanımaktadır. Ancak, buradaki dereceleri manevî dereceler olarak anlamak da mümkündür. Uhrevî hakikatleri gerçeğiyle kavramaya beşer olarak muktedir değiliz. İnanırız, mahiyeti için  :  "Allahu a´lem bi´ssevâb" (  doğruyu Allah bilir) deriz.

Kadı İyâz şöyle der  :  "Allah´ın cennet ehline lutfettiği nimetler, kerametler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür. Fazilet ve kıymetce, aralarında sema ile arz arasındaki mesafe kadar üstünlükler vardır. Ancak önceki ihtimal (  zâhirî mâna) daha kavidir."[31]



ـ18ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  يَضْحَكُ اللّهُ تَعَالى إلى رَجُلَيْنِ يَقْتُلُ أحَدُهُمَا اŒخَرَ كَِهُمَا يَدْخُلُ الْجَنَّةَ، يُقَاتِلُ هذَا في سَبِيلِ اللّهِ

ثُمَّ يَسْتَشْهِدُ فَيَتُوبُ اللّهُ تَعالى عَلى الْقَاتِلِ فَيُسْلِمُ فَيُقَاتِلُ في سَبيلِ اللّهِ فَيَسْتَشْهِدُ[. أخرجه الثثة والنسائى.ومعنى »الضحك« هنا الرضى .



18. (  1003)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Allah iki kişi hakkında güler  :  Bunlardan biri diğerini öldürmüş olduğu halde ikisi de cennete gider. Bunlardan diğeri, Allah yolunda cihad eder ve şehid olur. Allah katile mağfiretini ulaştırır, o da Müslüman olur, sonra Allah yolunda cihâda katılır ve şehid olur (  Böylece her ikisi de cennette buluşurlar)." [Buharî, Cihâd 28; Müslim, İmâret 128,129, (  1890); Muvatta, Cihâd 28, (  2, 460); Nesâî, Cihâd 37, (  2, 38  ); İbnu Mâce, Mukaddime 13, (  191).][32]



AÇIKLAMA  : 



Hadiste, ölen ve öldüren her ikisinin de (  ceza çekmezden) cennete gidebileceği bir durum anlatılıyor  :  Bir mü´min Allah için cihad ederken şehid düşer ve cennete gider.Onu öldüren kâfir sonra Müslüman olur ve o da cihâda katılır ve şehid düşer. Böylece her ikisi de cennetlik olur. İşte bu acib duruma Cenab-ı Hakk gülmektedir.

İfadeyi zâhirine göre alınca, gülmek tâbiri Allah hakkında muvafık düşmüyor. Çünkü bu insalara has bir vasıftır, ferahlık ve neşenin sebep olduğu bir hafifleme halidir. Şu halde Allah hakkında bunu; her ikisinin de yaptığı işlerin, Zat-ı Zülcelâl nezdinde makbuliyetinin delili olarak anlayacağız. Bu ilâhî memnuniyet "gülmek" suretiyle ifade edilmiştir, çünkü her ikisinin ameli birbirine zıttır ve ikisi de makbuldür. Nitekim hadisin bir başka vechinde "güler" diye değil; "hayret eder", "şaşar" يَعْجِبُ مِنْ رَجُلَيْنِ diye gelmiştir.

Mamafih, Buharî bu "gülme"yi bir seferinde "rıza" olarak değil, "rahmet" olarak te´vil etmiştir. Ancak "rıza" ile te´vil daha uygun bulunmuştur. Hususan ضَحِكَ nin إلى harf-i cerri ile müteaddi kılınması, memnuniyet ifadesi olarak güleryüzle birine yönelmek mânasına gelmektedir.

Selef, çoğunlukla bu çeşit müteşabih ifadeleri te´vil etmemeyi tercih eder, hadisi rivayet etmekle yetinir. Müteahhirun ulemâ, Allah hakkında temel akideye ters düşmeyecek şekilde te´vil eder.[33]



ـ19ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  مَنِ احْتَبَسَ فَرَساً في سَبِيلِ اللّه إيمَاناً بِاللّهِ وَتَصْدِيقاًً بِوَعْدِهِ فَإنَّ شِبَعَهُ وَرِيَّهُ وَرَوْثَهُ وَبَوْلَهُ في مِيزَانِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، يَعْنِى حَسَنَاتٍ[ أخرجه البخارى والنسائى .



19. (  1004)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Kim Allah´a iman ederek ve va´dini tasdik ederek, Allah yolunda (  kullanmak üzere) bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyamet günü terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır." [Buharî, Cihâd 46; Nesâî, Hayl 11.][34]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu hadiste "tutmak" olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı ihtibas´dır, vakfetmek, şahsî kullanımlardan hâriç tutmak gibi mânalara gelir. Bâzı alimler bu hadisten hareket ederek at ve benzeri şeylerin "vakf"ının câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Buradaki tutmak´ı beslemek olarak anlamak icab eder.

2- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) savaşlarda atın gereğine birçok hadisleriyle dikkat çekmiş ve bu maksadla at beslemeye ümmetini teşvik etmiştir. Mezkur hadislerden biri şöyledir  : 

اَلْخَيْلُ مَعْقُودٌ فِى نَوَاصِيهَا الْخَيْرُ إلى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. اَلْخَيْلُ ثََثَةٌ فَهِىَ لِرَجُلٍ اَجْرٌ وَهِىَ لِرَجُلٍ سِتْرٌ وَهِىَ عَلى رَجُلٍ وِزْرٌ فَاَمَّا الَّذِى هِىَ لَهُ اَجْرٌ فَالَّذِى يَحْتَبِسُهَا فِى سَبِىلِ اللّهِ فَيَتَّخِذُهَا لَهُ وََ تُغَيِّبُ فِى بُطُونِهَا شَيْئاً إَّ كُتِبَ لَهُ بِكُلِّ شَىْءٍٍ غَيَّبَتْ فِى بُطُونِهَا اَجْرٌ وَلَوْ عَرَضَتْ لَهُ مَرَجٌ فَاطَالَ لَهَا فِى مَرْجٍ أوْ رَوْضَةٍ فَمَا اَصَابَتْ فِى طَيْلَهَا ذلِكَ فِى الْمَرْجِ اَوِ الرَّوْضَةِ كَانَ لَهُ حَسَنَاتٌ وَلَوْ اَنَّهَا قَطَعَتْ طَيْلَهَا ذلِكَ فَاسْتَنَّتْ شَرَفاً اَوْ شَرَفَيْنِ كَانَتْ آثارُهَا وَفى حَدِىثِ الْخَرْثُ وَاَوْرَاثُهَا حَسَنَاتٍ لَهُ. وَلَوْ اَنَّهَا مَرَّتْ بِنَهْيٍ فَشَرِبَتْ مِنْهُ وَلَمْ يُرِدْ اَنْ تُسْقَى كَانَ ذلِكَ حَسَنَاتٍ فَهِىَ لَهُ اَجْرٌ وَرَجُلٌ رَبَطَهَا تَفَيُّباً وَتَعفُّفاً وَلَمْ يَنْسَ حَقَّ اللّهِ عَزَّ وَجَلَّ فِى رِقَابِهَا وََ ظُهُورِهَا فَهِىَ لِذلكَ سَتْرٌ وَرَجُلٌ

"Kıyamete kadar atın alnına hayır bağlanmıştır. At, (  besliyenler için) üç durumdadır  :  At vardır, besliyenine ücrettir, at vardır besliyenine (  ateşe karşı) perdedir, at vardır sahibinin sırtına vebâldir.

1) Ücret olan at  :  Bu, sâhibi tarafından Allah yolunda kullanılmak üzere beslenen attır. Bu at, her ne yiyip karnına gönderirse, sâhibine, her birisi, bir ücret olur. Şayet (  yolda giderken) önüne bir çayırlık çıksa ve sahibi onu oraya veya bir bahçeye bağlasa, ipinin uzanabildiği yere kadar çayır ve bahçeden yiyebildiği her şey ona bir ücret olur. At, ipini koparıp başını alıp bir kaç tepe gitse, bütün izleri -Hâris´in rivâyetinde- bu esnada bıraktığı bütün gübreleri sahibine ücret olur. Şayet at, bir nehre uğrasa ve ondan su içse, -sahibi orada sulamak istememiş bile olsa- bu da sahibine ücret olur.

2) Perde olan at  :  Bu, kişinin binek ihtiyacını görmek, bu işte başkasına muhtaç olmamak maksadıyla beslediği attır. Şu şartla ki, hayvana terettüp eden zekât, ihtiyaç sahiplerine iâreten vermek gibi Allah´ın haklarını unutmaz, öder. İşte bu at sâhibine (  kıyamette ateşe karşı) perdedir.

3) Vebal olan at  :  Bu, sahibinin övünmek, gösteriş yapmak ve Müslümanlarla husumette bulunmak üzere beslediği attır. İşte bu at sahibinin üstüne bir yüktür..."

Askerî maksadlarla at beslemeye bundan daha müessir teşvik olamaz. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) askeriyede, kıyamete kadar ata ihtiyaç duyulacağını belirtmektedir. Günümüzde, atın yerini motorlu vasıtalar almıştır. Benzin ikmalinin yapılamaması, motorlu vasıtaların temin zorluğu, yol bulunmayan dağlık arazi şartları gibi durumlarda, kesin sonuç alınması gereken savaş hallerinde kullanmak üzere, ihtiyatlı orduların en azından yedekte at bulundurmaktan kendilerini müstağni addetmeyecekleri açıktır.

3- Şârihler, atla ilgili olarak sayılan ve mizana gireceği belirtilen yem, su, ter... gibi teferruattan maksadın "sevab" olduğunu belirtirler. Şüphesiz o sayılanların maddî ağırlığı mevzubahis değildir. Hatta, bazı rivayetlerde "yediği yemin her bir danesi" denmek suretiyle Allah rızası için at besleme külfetine katlananın ne kadar büyük bir manevî ücrete nail olacağı tebârüz ettirilmiştir.

4- At günümüzde ordudan kaldırılmıştır. Hadiste, atın yerine geçen aynı hizmeti veren motorize vasıtaların edinilmesine, te´minine bir teşvik görmemiz mâkuldur, gereklidir.[35]



ـ20ـ وعن أبى مسعود البدرى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]جَاءَ رَجُلٌ بِنَاقَةٍ مَخْطُومَةٍ إلى رسولِ اللّه #. فقَالَ هذِهِ في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى. فقَالَ #  :  لَكَ بِهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ سَبْعُمِائةِ نَاقَةٍ كُلُّهَا مَخْطُومَةٌ[. أخرجه مسلم والنسائى .



20. (  1005)- Ebu Mes´ud el-Bedrî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Bir adam, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a, yularlanmış bir deve getirerek  :  "Bu Allah yoluna bağışımdır" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) adama  : 

"- Buna karşılık sana, kıyamet günü, her biri yularlanmış yedi yüz deve vardır!" dedi. [Müslim, İmâret 132, (  1892); Nesâî, Cihâd 46, (  6, 49).][36]



ـ21ـ وعن عدى بن حاتم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سُئِلَ رسولُ اللّهِ #  :  أىُّ الصَّدَقَاتِ أفْضَلُ؟ قَالَ  :  إخْدَامُ عَبْدٍ في سَبِيلِ اللّهِ أوْ إظَْلُ فُسْطَاطٍ أوْ طَرُوقَةُ فَحْلٍ[. أخرجه الترمذى.قوله »طُروقَةُ فَحْلٍ« هى الناقة إذا كبرت وصلحت أن يعلوها الفحل وهى الحقَّةُ من ا“بل .



21. (  1006)- Adiyy İbnu Hâtim (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a  : 

"- Sadakanın hangisi efdâl (  Allah nazarında en kıymetli)dir " diye sorulmuştu, şu cevabı verdi  : 

"- Allah yolunda bir köleyi hizmete koymak veya Allah yolunda (  askerler için) bir çadır kurmak (  bağışlamak) veya döl alma yaşına basan bir deveyi (  hibe, iâre veya karz suretinde) bağışlamak." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 5, (  1626).][37]



ـ22ـ وعن زيد بن خالد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  مَنْ جَهّزَ غَازِيا في سَبِيلِ اللّهِ فقَدْ غَزَا، وََمَنْ خَلَفَ غَازِياً في أهْلِهِ بِخَيْرٍ فَقَدْ غَزا[. أخرجه الخمسة.



22. (  1007)- Zeyd İbnu Hâlid (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular  : 

"Kim Allah yolunda bir askerin teçhizatını temin ederse bizzat gaza yapmış olur. Kim, gazaya çıkan bir askerin geride kalan âilesine hayırlı himayede bulunursa gaza yapmış olur." [Buharî, Cihâd 38; Müslim, Emâret 135, 136, (  1899); Ebu Dâvud, Cihâd 21, (  2509); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 6, (  1628  ); Nesâî, Cihâd 44, (  6, 46).][38]



ـ23ـ وعن أبى أيوب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سَمِعْتُ رسول اللّه # يَقُولُ  :  سَتُفْتَحُ عَلَيْكُمُ ا‘مصَارُ، وَسَتَكُونُ جُنُودٌ مُجَنَّدَةٌ تَقْطَعُ عَلَيْكُمْ؛ فِيهَا بُعُوثٌ يَكْرَهُ الرَّجُلُ مِنْكُمْ الْبَعْثَ فِيهَا فَيَتَخَلَّصُ مِنْ قَوْمِهِ ثُمَّ يَتَصَفَّحُ الْقَبَائِلَ يَعْرِضُ نَفْسَهُ عَلَيْهِمْ يَقُولُ  :  منْ أكْفِهِ بَعْثَ كَذَا وَكَذَا؟ أَ فَهُوَ ا‘جِيرُ إلى آخِرِ قَطْرَةٍ مِنْ دَمِهِ[. أخرجه أبو داود.»الْبُعُوثُ« جمع بَعْثٍ، وَهُم طاَئفة من الجيش يبعثون في الغزو كالسرية .



23. (  1008  )- Ebu Eyyub (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim şöyle demişti  : 

"Size bir çok memleketlerin fethi müyesser kılınacak. Oralarda (  komşu küffarla cihad için) toplanmış askerî birlikler göreceksiniz. Size bu birliklerle sefere çıkmak vazifesi verilecek. Bazılarınız onlarla (  hasbi olarak) sefere çıkmak istemiyerek, adamlarının arasından sıvışıp gazveye (  ücretsiz) katılmamanın yollarını arayacak. Arkadan da kendileriyle anlaşacak kabileler araştırıp, onlara  :  "Falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu, falanca orduya size bedel katılmam için beni ücretle tutacak yok mu " diyecek.

Bilesiniz, (  hasbeten gazveye gitmekten kaçan bu adam) bir ücretlidir, son damlasına kadar kanını akıtsa da (  gazi değildir, şehit sayılmaz, uhrevî ücretten mahrumdur)." [Ebu Dâvud, Cihâd 30, (  2525).][39]



AÇIKLAMA  : 



Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, gazvenin Allah rızası için yapılmasını tavsiye etmektedir. Maaşlı asker, savaş sırasında ölse bile şehid addedilmeyecektir. Hattâbî bu hadise dayanarak  :  "Cihad için ücret akdi yapmak câiz değildir" demiştir. Ulemâ, bu şekilde ücretli olarak savaşa katılan kimse, elde edilen ganimetin paylaşılmasına iştirak eder mi, etmez mi diye münakaşa etmiştir. Evzâî hazretleri  :  "Askerlere hizmet etmek üzere katılan ücretlilere ganimetten pay yoktur" der. İshak İbnu Rahuye de bu görüştedir. Süfyân-ı Sevrî ise  :  "Gaza ve mukateleye iştirak etti ise, paylaşmaya da iştirak eder" demiştir. İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel  :  "Sefere katılmış ve mukâtele sırasında gâzilerle birlikte bulunmuş ise (  bizzat savaşmamış olsa bile) paylaşmaya katılır" derler[40].[41]



ـ24ـ وعن زيد بن أسلم قال  :  ]كَتَبَ أبُو عُبَيْدَةَ إلى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يَذْكُرُ لَهُ جُمُوعاً مِنَ الرُّومِ وَمَا يَتَخَوَّفُ مِنْهُمْ. فَكَتَبَ إلَيْهِ عُمَرُ  :  أمَّا بَعْدُ فَإنَّهُ مَهْمَا يَنْزِلُ بِعَبْدٍ مُؤْمِنٍ مِنْ مَنْزِلِ شِدَّةٍ يَجْعَلُ اللّهُ تَعالى بَعْدَهُ فَرَجاً، وَإنَّهُ لَنْ يَغْلِبَ عُسْرٌ يُسْرَيْنَ، وَإنَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ في كِتَابِهِ  :  يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ[. أخرجه مالك .



24. (  1009)- Zeyd İbnu Eslem anlatıyor  :  "Ebu Ubeyde, Hz. Ömer (  radıyallahu anhümâ)´e yazarak Rum cemaatlerini ve bunlardan duyduğu endişeyi belirtti. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) kendisine şu cevabı verdi  :  "Emmâ ba´d  :  Bil ki, mü´min bir kula nerede bir şiddet inecek olsa Allah ondan sonra bir ferec (  kurtuluş) verir. Zira bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamaz. Cenâb-ı Hakk da Kur´ân-ı Kerim´inde şöyle buyurmuştur  :  "Ey iman edenler, sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihâda hazır bulunun, Allah´tan da korkun ki başarıya eresiniz" (  Âl-i İmrân 200). [Muvatta, Cihâd 6, (  2, 446).][42]



AÇIKLAMA  : 



Burda geçen "Zorluk, iki kolaylığa galebe çalamaz" tâbiri, Müstedrek´te merfu hadis olarak zikredilmiştir.

Rivayeti, Hasan-ı Basrî, mürsel olarak anlatır  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gün, mesrur, müferreh ve güler halde çıkmıştı, şöyle dedi  :  "Zorluk, iki kolaylığa galebe çalamaz. Zira "Muhakkak ki güçlükle beraber kolaylık vardır, gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır" (  İnşirah 5-6).

Ebu´l-Velid el-Bâcî, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın âyette, "zorluk" ve "kolaylık" kelimeleri ikişer sefer geçtiği halde, kolaylığı "iki" zorluğu "bir" olarak te´vil edişini şöyle açıklar  :  فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراً اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراً ayetinde zorluk العسر kelimesi ma´rifedir, bu sebeple istiğrâku´lcins ifade eder, yani bütün zorlukları içine alır. Böylece birinci العسر ikinciyi de içine alır ve ikisi bir sayılır. Halbuki "kolaylık" demek olan اَلْيُسْر nekredir. Bu sebeple birinci يُسر ün içinde ikinci يُسر mevcut değildir. Böylece iki "kolaylık" bir "zorluk" olmuş oluyor. Buharî hazretleri قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إَّ اِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ "De ki  :  "Bize iki iyiden, gazilik ve şehidlikten başka birşeyin gelmesini mi bekliyorsunuz " (  Tevbe 52) âyetinden sonra şu açıklamayı yapar  :  "Bu âyet iktiza eder ki Resûlullah´ın nazarında iki kolaylık; "murada erişmek" ve "ücret"tir. Öyleyse bir zorluk bu iki kolaylığa galebe çalamaz, zira mü´mine bunlardan biri mutlaka hasıl olacaktır." Zafer muhtemel, "ücret" muhakkak, çünkü zafer için yapılan her gayrete ücret var. Zafer de oldu mu ücret çifte oluyor. O halde zorluk fütur vermemeli. [43]



İKİNCİ FASIL

ŞEHADET VE ŞEHİDİN FAZİLETİ




ـ1ـ عن أنس رضى اللّه عنه. قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  مَا أحَدٌ يَدْخُلُ الجَنَّةَ يُحِبُّ أنْ يَرْجِعَ إلى الدُّنْيَا، وَلَهُ مَا عَلى ا‘رْضِ مِنْ شَئٍ إَّ الشَّهِيدُ، وَيَتَمَنَّى أنْ يَرْجِعَ إلى الدُّنْيَا فَيُقْتَلَ عَشْرَ مَرَّاتٍ لِمَا يَرَى مِنَ الْكَرامَةِ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.وفي رواية  :  إّ الشّهِيدَ لما يَرَى مِنْ فَضْلِ الشَّهَادَةِ .



1. (  1010)- Hz. Enes (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder."

Bir rivayette şu ziyade mevcut  :  "... Şehid hariç, o, şehidlik sebebiyle mazhar olduğu üstünlükler ve kerametler sebebiyle... (  dönmek ister)." [Buharî, Cihâd 5, 21; Müslim,İmâret 108, 109, (  1877); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 13, (  1643); Nesâî, Cihâd 30, 6, 32).][44]



AÇIKLAMA  : 



Şehidin, mazhar olduğu üstünlükler, imtiyazlar sebebiyle yeryüzüne geri gelme temennisini belirten çok sayıda rivayet mevcuttur. Bazı rivayetlerde Cenâb-ı Hakk, şehidlere "Bir arzunuz var mı " diye sorar, şehidler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehid olmayı temenni ettiklerini belirtirler. Bazı rivayetlerde şu muhâverenin Cenab-ı Hakk´la Hz. Hamza ve Mus´ab İbnu Umeyr (  radıyallahu anhümâ) arasında geçtiği belirtilir  : 

"- Bir arzunuz var mı "

"- Ruhlarımızı cesedlerimize geri koymanızı ve senin yolunda ikinci kere öldürülmemizi diliyoruz!"

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), babası Uhud´da şehid olan Hz. Cabir (  radıyallahu anh)´e bir gün şunu söyler  : 

"- Allah, babana ne söyledi haber vereyim mi Dedi ki  :  "Ey Abdullah! dile benden, istediğini vereyim." Baban şunu söyledi  :  "Ey Rabbim, bana yeniden hayat ver, senin yolunda ikinci kere öleyim." Allah ona  :  "Benden daha evvel kesin karar çıkmış bulunuyor  :  "Ölenler dünyaya artık dönmeyecekler!"

İbnu Battâl, sadedinde olduğumuz hadis hakkında şu değerlendirmede bulunur  :  "Bu hadis, şehid olmanın faziletini beyan zımnında gelen rivayeterin en güzelidir. Cihad hâriç, başka hiçbir hayırlı amelde nefs bezledilmez. Bu sebeple bunun sevabı büyüktür."

Hadis, ölenlerin tekrar çeşitli şekillerde cesetlere girerek yeryüzüne döneceğini iddia eden her çeşit tenâsuhcu görüşlerin bâtıl olduğunu da kesin bir dille ifade etmektedir. Müslüman olarak ölen insanların ruhlarının şu veya bu maksadla tekrar cesed giyip yeryüzüne döneceğine inanmak, böylesi iddialara "olabilir" demek mümkün değildir. Hadis bu hususta nasstır ve pek zâhirdir.[45]



ـ2ـ وعن ابن أبى عميرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  ‘نْ أقْتَلَ في سََبِيلِ اللّهِ تَعالى أحَبُّ إلىَّ منْ أنْ يَكُونَ لِى أهْلُ المدَرِ وَالْوَبَرِ[. أخرجه النسائى .



2. (  1011)- İbnu Ebî Umeyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Allah yolunda öldürülmem; bana bütün evlerde ve çadırda yaşayanların benim olmasından daha sevgilidir." [Nesâî, Cihâd 30, (  6, 33).][46]



ـ3ـ وعن المغيرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ] أخْبَرَنَا نَبِيُّنَا # عَنْ رِسَالَةِ رَبِّنَا أنَّهُ مَنْ قُتِلَ مِنَّا صَارَ إلى الجَنَّةِ فَنَحْنُ أحَبُّ في الْمَوْتِ مِنْكُمْ في الحَيَاةِ[.

أخرجه البخارى تعليقا إلى قوله إلى الجنة. وأخرجه بطوله رزين .



3. (  1012)- Hz. Muğîre (  radıyallahu anh) dedi ki  :  "Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm), Rabbimizin risaletini getirmiştir. Bir de bize bildirdi ki, bizden kim öldürülürse cennetlik olacaktır. Bu sebeple biz, ölümü, sizin hayatı sevdiğinizden daha çok seviyoruz." [Buharî, Cizye 1, Tevhid 46, (  Buharî, Kitabu´t-Tevhid´de muallak olarak kaydetmiştir. Rezîn tam olarak kaydeder).][47]



AÇIKLAMA  : 



Muğîre bu sözlerini Nehâvend şehrinde İran Valisi´ne karşı söyler. Buharî´de uzunca hikâye edildiği üzere Hz. Ömer (  radıyallahu anh) Nu´mân İbnu Mukarrin komutasında bir orduyu -Müslüman olan Hürmüzân´ın tavsiyesi üzerine- İran´ın fethine yollar. Ordu, İran içlerinde ilerledikleri zaman Nehâvend civarında 40 bin kişilik İran ordusuyla karşılaşırlar. Orduya komutanlık eden bölge valisi Müslümanlardan elçi taleb eder. Muğîre ibnu Şûbe (  radıyallahu anh) uygun görülür.

Vali, tercüman vasıtasıyla, istiskal edici bazı sözler sarfederek ne istediklerini sorar. Kaynakların kaydettiğine göre, debdebeli şekilde hazırlanmış tahta, altın ve ipeklilerle tezyin edilmiş mutantan ve muhteşem kıyafetlere bürünmüş, başında taç olduğu halde oturup Muğîre (  radıyallahu anh)´yi karşılayan valinin söyledikleri arasında şu cümleler de var, ibretle okunmağa değer  : 

"Siz nesiniz Siz Araplar, yine açlık ve yokluğa uğradı da onun için geldi iseniz, gıda yardımı yapalım da dönün!" Bir başka rivayette  : 

"Siz Araplar, en çok açlık çeken, her çeşit hayırdan en uzak olan kimselersiniz. Ben şu esirlere emrederek sizi oklarla düzene sokmalarını da isteyebilirdim, ancak cifelerinizden iğrendiğim için bunu yapmadım."

Muğîre (  radıyallahu anh) hamd ve senadan sonra, -İbnu Ebî Şeybe´ nin rivayetine göre- şu cevabı verir  : 

"- Bizim sıfatlarımızla ilgili olarak söylediklerinizde hiçbir hata yapmadınız. Gerçekten biz öyleydik. Ama Allah bize Resûlünü gönderince iş değişti.."

Buharî´nin rivayetinde cevabı şöyledir  :  "- Biz Arap kavminden kimseleriz. Daha önceki şiddetli sefaletler, dehşetli derbederlikler içindeydik. Açlıktan derileri ve hurma çekirdeklerini emerdik, giydiklerimiz deri ve kıl, taptıklarımız taş ve ağaçlardı. Ancak biz bu halde yaşayıp giderken sema ve arzların Rabbi -zikri ulu, şâni yücedir- aramızdan, atasını ve annesini tanıdığımız birisini peygamber olarak yolladı. Rabbimizin elçisi olan Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm) bir olan Allah´a ibadet etmenize veya cizye ödemenize kadar sizinle harbetmemizi emretti. Keza Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm), bize, Rabbimizin risâletini bildirdi. Buna göre, bizden kim öldürülürse cennete gidecek, benzeri görülmemiş nimetlere kavuşacaktır. Sağ kalanlarımız da sizleri esir edecektir."[48]



ـ4ـ وعن أبى قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رَجُلٌ يَارَسُول اللّهِ أرَأيْتَ إنْ قُتِلْتُ في سَبِيلِ اللّهِ أتُكَفرُ عَنِّى خَطَايَاىَ؟ فقَالَ رسولُ اللّه #  :  نَعَمْ إنْ قُتِلْتَ وَأنْتَ صَابِرٌ مُحْتَسِبٌ مُقْبِلٌ غَيْرُ مُدْبِرٍ، ثُمَّ قَالَ كَيْفَ قُلْتَ؟ فَأعَادَ عَلَيْهِ. فقَالَ نَعَمْ إَّ الدَّيْنَ فَإنَّ جِبْرِيلَ أخْبَرَنِى بِذلِكَ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذى والنسائى .



4. (  1013)- Ebu Katâde (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Bir adam sordu  : 

"- Ey Allah´ın Resûlü, Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde, bütün hatalarım örtülecek mi "

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Evet, sen sabreder, mükâfaat bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen!"diye cevap verdi. Ve adama sordu  : 

"- Nasıl sormuştun "

Adam sorusunu aynen yeniledi. Bunun üzerine aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı  : 

"- Evet, (  kul) borcu hariç, bütün günahların affedilecek. Zira Cebrâil bu hususu bana haber verdi!" [Müslim, İmâret 117, (  1885); Muvatta, Cihad 31, (  2, 461); Nesâî, Cihâd 32, (  2, 33).][49]



AÇIKLAMA  : 



1- Hadisin, aslında açıklayıcı bazı ziyadeler var. Bu ziyade sayesinde kul hakkının ehemmiyetinin daha da tebârüz ettirilmiş olduğunu görüyoruz. Buna göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) adamın sorusuna ilk cevabı verdikten sonra sükût buyururlar. Adam da oradan ayrılır. Bir müddet sonra Resûlullah  : 

"- Az önce sual soran kimse nerede " diye aratır. Adam  : 

"- İşte benim", diye yanına gelince  : 

"- Ne demiştin " diye soruyu tekrar ettirir. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) şunu söyler  : 

"- Evet, ancak borç hariç. Bu hususu az önce Cibrîl (  aleyhisselam), bana gizlice söyledi."

2- Borçlu olmak aslında günah değildir. Günah olan borcu ödeme işini terketmektir. Hadisin zahirinden anlaşılıyor ki, kişi ödemeye gücü yettiği halde borcunu ödemezse günahkar olmaktadır. Suyutî, bazı âlimlerden naklen şunu kaydeder  :  "Bu hadiste, kul hakkının affedilmeyeceğine dikkat çekilmektedir. Çünkü kul hakkı, sıkıntı ve meşakkate dayanmaktadır. Hatta, affedilmeyecek borcun, kişinin kabahatinden ileri gelen borç olduğu da söylenebilir. Yani, kişi bu borcu, câiz olmayan bir tarzda yapmıştır  :  Hile ile veya gasb yoluyla almak gibi, sonra da bedeli zimmetinde borç olarak kalmıştır. Yahut da, ödememeye azmederek borçlanmıştır. Böylesi davranışlar, hatalar arasında sayılmaktan istisna edilmiştir. İstisnada esas, aynı cinsten olmaktır. Böylece câiz olan borç, bu istisnada meskût geçilmiştir. Öyle ise bu borç sebebiyle, sâhibi muâheze olunamaz, çünkü Cenab-ı Hakk´ın borç sahibi adına fazlından vermesi caizdir. "[50]



ـ5ـ وفي أخرى لمسلم عن ابن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ # قالَ  :  يُغْفَرُ لِلشَّهِيدِ كُلُّ ذَنْبٍ إَّ الدَّيْنَ[ .



5. (  1014)- Müslim, Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (  radıyallahu anhümâ)´dan şunu kaydeder  : 

"- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular  : 

"Şehidin -borç hariç- bütün günahları affedilir." [Müslim, İmâret 118.][51]



ـ6ـ وعن فَضَالَة بن عبيد قال  :  ]سَمِعْتُ عُمَرَ بنَ الخَطَّابِ يَقُولُ  :  سَمِعْتُ النَّبىَّ # يَقُولُ  :  الشُّهَدَاءُ أرْبَعَةٌ  :  رَجُلٌ مُؤمِنٌ جَيِّدُ ا“يماَنِ لَقِىَ الْعَدُوَّ فَصَدَقَ اللّهَ

تَعالى حَتَّى قُتِلَ فَذلِكَ الَّذِى يَرْفَعُ النَّاسُ أعْيُنَهُمْ إلَيْهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ هكَذَا وَرَفَعَ رَأسَهُ حَتَّى سَقَطَتْ قَلَنْسُوَتُهُ، فََ أدْرِى قَلَنْسُوَةَ عُمَرَ أرَادَ أمْ قَلَنْسُوَةَ النَّبىِّ #. وَرَجُلٌ مُؤْمِنٌ جَيِّدُ ا“يمانِ لَقِىَ الْعَدُوَّ فَكَأنَّمَا ضُرِبَ جِلْدُهُ بِشَوْكِ طَلْحٍ مِنَ الجُبْنِ أتَاهُ سَهْمُ غَرْبٍ فَقَتَلَهُ فَهُوَ في الدَّرَجَةِ الثَّانِيَةِ. وَرَجُلٌ مُؤْمِنٌ خَلَطَ عَمًَ صَالِحاً وَآخَرَ سَيِّئاً لَقِىَ الْعَدُوَّ فَصَدَقَ اللّهَ تعالى حَتَّى قتِلَ فذلِكَ في الدَّرَجةِ الثَّالِثَةِ. وَرَجُلٌ مُؤْمِنٌ أسْرَفَ عَلى نَفْسِهِ لَقِىَ الْعَدُوَّ فَصَدَقَ اللّهَ تَعالى حتّى قتِلَ فذلِكَ في الدَّرَجَةِ الرَّابِعَةِ[. أخرجه الترمذى.يقال »سهْمُ غَرْبٍ« با“ضافة وغيرها إذا لم يعرف من رمى به .



6. (  1015)- Fadale İbnu Ubeyd anlatıyor  :  "Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´i dinledim, "Hz. Peygamber´den işittim" diyerek şu hadisi rivayet etti  : 

"Dört çeşit şehid vardır  : 

1- İmanı kavî mü´min kişi düşmanla karşılaşır, öldürülünceye kadar Allah´a sadık kalır. İşte bu kıyamet günü, insanların gıbta ile gözlerini kaldırıp bakacakları gerçek şehiddir. -Bunu yaparken başını kaldırır ve kalansuvesi[52] yere düşer- (  Fadâle der ki  :  ) "Bu, Hz. Ömer´in kalansuvesi mi idi, yoksa Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın kalansuvesi mi idi anlıyamadım."

2) İmanı sağlam (  ancak önceki kadar şecaat sahibi olmayan) bir mü´min düşmanla karşılaşır. Korkudan vücudu -talh ağacının dikeni batmış gibi-[53] titrer. Bu sırada gelen serseri bir ok darbesiyle hayatını kaybeder. Bu, ikinci derecede bir şehiddir.

3- İyi amelle kötü ameli karıştırmış mü´min kişi, düşmanla karşılaşır. Bu karşılaşma esnasında (  sabır ve şecâatte, şehidliğin mükâfaatını beklemekte) Allah´a sâdık kalır. Öldürülünce bu üçüncü mertebede bir şehid olur.

4. Günahkâr bir mü´min düşmanla karşılaşır, ölünceye kadar Allah´a sâdık kalır. Bu da dördüncü derecede bir şehid olur." [Tirmizî, Fedailu´l-Cihad 14, (  1644).][54]





1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, her zaman akla gelebilecek bazı sualleri açıklığa kavuşturmaktadır  : 

a) Şehidler sahip oldukları yüce mertebede eşit midirler

Bu hadisten anlıyoruz ki, daha önceki amel durumuna, savaştaki ihlâs ve şecaat durumuna göre herkes farklı derecelere sahip olacaktır. Ancak, başlıca dört mertebede mütâlaa edilmelidirler. Buharî, şehadet meselesinde önceki amelin ehemmiyetine delil olarak Ebu´d-Derdâ´nın "Sizler amellerinizle mukâtele edersiniz" sözünü kaydeder. İbnu Hacer, bu sözün aslında, اَيُّهَا النَّاسُ عَمَلٌ صَالِحٌ قَبْلَ الْغَزْوِ فَإنَّمَا تُقَاتِلُونَ بِأعْمَالِكُمْ "Ey insanlar, gazveden önce sâlih amel işleyin, zîra, sizler amellerinizle mukâtele etmektesiniz" şeklinde olduğunu, başka kaynaklarda böyle geldiğini belirtir.

b) Fasık da şehid olabilir mi Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "İmanı olan kimsenin, fâsık bile olsa, şehidlik ücretini alacağını" müjdeliyor.

c) Savaş esnasında geri hizmette olan, istirahat halinde iken veya tesâdüfi bir sebeple ölen de şehid midir Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) böyle bir soruya da "evet" cevabını vermektedir.

2- Hadis şecâat ve korkaklık gibi hasletler insanda fıtrî de olsa, kuvvetli ve cesur mü´minlerin Allah nazarında daha sevgili olduklarını, onların derece yönüyle başka yönden emsal olanlara tefevvuk (  üstünlük) sağlayacaklarını belirtir.

3- Hadiste geçen صَدَقَ اللّهَ حَتّى قُتِلَ "öldürülünceye kadar Allah´a sadık kaldı" tâbiri dikkat çekicidir. Bu, her mertebe şehâdette şart koşulan bir husustur. Yâni şehidlik mertebesini almanın vazgeçilmez şartı. Allah´a hangi hususta sâdık kalınacağını Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) hadiste açmamıştır. Şârihler bunu  :  "Allah´ın üzerine borç kıldığı şecaate sâdık kalarak" veya صَدَقَ diye şeddeli okuyup  :  "Şehâdet hususundaki va´dinde Allah´ı tasdik ederek" şeklinde açarlar. [55]

ـ7ـ وعن يحيى بْنِ سعيد ]أنَّ رسولَ اللّه # رَغَّبَ في الجِهَادِ وَذَكَرَ الجَنَّةَ، وَرَجُلٌ مِن ا‘نْصَارِ يَأكُلُ تمَرَاتٍ في يَدِهِ. فقَالَ  :  إنِّى لَحَرِيصٌ عَلى الدُّنْيَا إنْ جَلَسْتُ حَتَّى أفْرُغَ مِنْهُنَّ فَرَمى مَا في يَدِهِ وَحَمَلَ بَسَيْفِهِ فقَاتَلَ حَتَّى قتِلَ[. أخرجه مالك .



7. (  1016)- Yahya İbnu Saîd (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) (  Bedir´de bizleri) cihâda teşvik etti, cenneti hatırlattı. Bu sırada Ensâr´dan biri, elindeki hurmalardan yemekte idi. Birden  :  "Ben şunları bitirinceye kadar oturacak olursam dünyaya fazla hırs göstermiş olacağım" dedi ve ellerindeki hurmaları fırlatarak kılıncını çekip öldürülünceye kadar savaştı." [Muvatta, Cihâd 42, (  2, 466); Buharî, Megâzî, 17; Müslim, İmâret 145, (  1901).]



AÇIKLAMA  : 



Hâdise, Bedir Savaşı sırasında cereyan eder. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) savaşa başlamadan önce, askerleri teşcî edici, cesaret ve metanet verici bir konuşma yapmıştı. İbnu İshak´ın kaydettiği üzere şöyle hitab etmiş idi  : 

وَالَّذِى نَفْسِى بَيَدِهِ َ يُقَاتِلُهُمُ الْيَوْمَ رَجُلٌ فَيُقْتَلُ صَابِراً مُحْتَسِباً مُقْبًِ غَيْرَ مُدْبِرٍ إَّ اَدْخَلَهُ اللّهُ الجَنَّةَ

"Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin ederim, bugün her kim, şu müşriklerle sabrederek, Allah´ın sevabını umarak ve geri dönmeden hep ilerleyerek savaşır ve öldürülürse Allah onu mutlaka cennetine koyacaktır."

Müslim´in rivayetinde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini de öğreniyoruz  :  "Haydi kalkın, genişliği semâvât ve arz olan cennete buyurun!"

Bunun üzerine Umeyr İbnu´l-Humâm atılarak  : 

"- Ey Allah´ın Resûlü! Genişliği semâvât ve arz olan cennet mi " der. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "Evet"i üzerine  :  "Vay! Vay!" çeker. Resûllulah  :  "Niye vay! vay! dedin " diye sorunca  : 

"- Cennetlik olmayı arzu ettim de onun için böyle söyledim, Ey Allah´ın Resûlü!" der.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Sen cennetliksin!" müjdesini verir.

Umeyr, hurmasını çıkararak yemeye başlar. Sonra  :  "Ben bu hurmaları tüketinceye kadar yaşayacak olursam bu uzun bir hayat olacak, cennete girmekte gecikeceğim!" der. Yanındaki bütün hurmaları yere atar, sonra ölünceye kadar savaşmak üzere müşriklere saldırır ve şehid düşer. Bir rivayete göre Bedir Savaşı´nda ilk şehid düşen bu zattır (  radıyallahu anh).[56]



ـ8ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قالَ  :  ]جَاءَ رَجُلٌ مُقَنَّعٌ بِالحَدِيدِ فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ أُقَاتِلُ أوْ أُسْلِمُ. فقَالَ  :  أسْلِمْ ثُمَّ قَاتِلْ فَأسْلَمَ ثُمَّ قَاتَلَ فَقُتِلَ. فقَالَ النَّبىُّ #  :  عَمِلَ قَلِيً وَأجِرَ كَثيراً[. أخرجه الشخان، وهذا لفظ البخارى.»المُقَنَّعُ« هو المتغطِّى بالسح، وقيل المغطى رأسه به فقط .



8. (  1017)- Hz. Berâ (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Zırh giyinmiş bir adam gelerek  :  "Ya Resûlullah! Hemen savaşa mı katılayım, Müslüman mı olayım " diye sordu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Müslüman ol, sonra savaşa katıl!" dedi. Adam Müslüman oldu, savaşa katıldı ve öldürüldü. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onun hakkında  : 

"- Az bir amelde bulundu fakat çok şey kazandı!" buyurdu. [Buharî, Cihâd 13; Müslim, İmâret 144, (  1900).][57]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste zikri geçen kimsenin şahsiyeti belli değildir. Başka rivayetlerde de kesin bir şekilde belirtilmemiştir. Ancak, İbnu Hacer, bunun Amr İbnu Sâbit olduğu kanaatini izhâr eder. Zira bu zat hakkında sarîh olarak gelen bilgiler, bu hadiste geçen manaya muvafık düşmektedir  : 

İbnu İshak´ta gelen rivayete göre Amr İbnu Sâbit, "namaz kılmadan cennete giden kimse" olarak şöhret kazanmıştır. Ebu Dâvud ve el-Hâkim´in rivâyetlerine göre, Amr, câhiliye devrinden kalma faizleri sebebiyle İslâm´a girmemekte direnmekte idi. Uhud Savaşı sırasında  :  "Kavmim nerede " der. Uhud´a çıktıklarını öğrenince, kılıncını kuşanıp onlara yetişir. Kavmi  :  "Bizim sana ihtiyacımız yok!" demişse de O  :  "Ben Müslüman oldum" der ve savaşa katılıp yaralı düşünceye kadar çarpışır. Sa´d İbnu Muâz (  radıyallahu anh) yanına gelince  :  "Allah ve Resûlü lehine (  Mekkelilere) kızarak savaştım" der. Sonra ölür ve namaz kılmadan cennete gider."

Ebu Hüreyre´den gelen sahih bir rivayette  : 

اَخْبَرُونِى عَنْ رَجُلٍ دَخَلَ الجَنَّةَ لَمْ يُصَلِّ صََةً

"Bana, bir kerecik olsun namaz kılmadan cennete giden bir zattan bahsettiler. Bu kimse Amr İbnu Sâbit imiş" demiştir.

İbnu Hacer, bu mevzu üzerine gelen ve bazı ihtilaflı noktaları bulunan rivâyetleri telif ederek sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen mübhem zâtın Amr İbnu Sâbit olduğunu, bunun -diğer rivayetlerde doğrudan savaşa katılmış gibi gösterilmiş olmasına rağmen- önce Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´i görerek, -belki de savaş meydanında- İslâm´a girdiğini, sonra da hemen savaşa katılıp, hiç namaz kılma fırsatı bulmadan yaralanarak şehid düştüğünü belirtir. Şârihimiz Nesâî´nin tahric ettiği bir rivayette gelen şu ibârenin de bu açıklamayı te´yid ettiğine dikkat çeker  : 

اَنَّهُ قَالَ لِرَسُولِ اللّهِ # لَوْ اَنَّى حَمَلْتُ عَلى الْقَوْمِ فَقَاتَلْتُ حَتَّّى اُقَتِّلَ اَكَانَ خَيْراً لِى وَلَمْ اَصَلِّ صََةً؟ قَالَ. نَعَمْ

"Amr İbn Sâbit (  radıyallahu anh), Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a sordu  :  "Ben müşriklere saldırıp mukâtele etsem ve bu esnâda öldürülsem namaz kılmamış olduğum halde bana bir faydası olacak mı " Resûlullah  :  "Evet olacak!" buyurdu."[58]

ـ9ـ وعن راشد بن سعد عن رجل من الصحابة ]أنَّ رَجًُ قالَ يَا رَسُولَ اللّهِ  :  مَا بَالُ المُؤْمِنينَ يُفْتَنُونَ في قُبُورِهِمْ إَ الشَّهِيدَ؟ فقالَ  :  كَفَاهُ ببَارِقَةِ السُّيُوفِ عَلى رَأسِهِ فِتْنَةٌ[. أخرجه النسائى .

9. (  1018  )- Râşid İbnu Sa´d, ashaba mensup birinden naklen anlatıyor  :  "Bir zât Resûlullah´a gelip  :  "Ey Alah´ın Resûlü, niye şehid dışında kalan mü´minler kabirde imtihan edilirler " diye sordu. Resûlullah şu cevabı verdi  :  "Şehidin ölüm anında tepesinin üstünde kılıç parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir." [Nesâî, Cenâiz 112.] [59]



AÇIKLAMA  : 



Kabir fitnesi, kabirde, Münker-Nekir adındaki meleklere verilecek hesaptır. Her mü´min orada imanı hususunda bir imtihandan geçecektir. İmtihan sonunda da, amel durumuna göre sıkıntılı veya sürurlu bir halde kıyameti, asıl büyük hesabı bekleyecektir. Hadislerde, gerek Münker-Nekir´in imtihanı ve gerekse kabir azabı "fitne" kelimesiyle ifade edilir.

Sadedinde olduğumuz hadisten öğreniyoruz ki, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Şehidlerin kabir fitnesine maruz kalmayacakları"na dâir beyanlarından sonra, bazıları bunun sebebini merak ederek sormuşlardır  :  "Her mü´min bu imtihandan geçerken, şehidler niye muaf tutulmuştur " Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ölüm ihtimali içinde yapılan mücâdelenin zorluğunu ifâde için  :  "Tepede kılıç parıltısı olduğu halde cesaretle Allah için çarpışmak ve hayatını feda etmek, imânı isbat eden yeterli bir imtihandır" manasında  :  "Başın üzerindeki kılıç parıltısı imtihan olarak yeterlidir" diye cevap vermiştir  :  [60]



ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ رسولَ اللّه # قال  :  ]مَا يَجِدُ الشّهِيدُ مِنْ مَسِّ القَتْلِ إَّ كَمَا يَجِدُ أحَدُكُمْ مِنْ مَسِّ الْقَرْصَةِ[. أخرجه الترمذِى .



10. (  1019)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Şehidin ölüm (  darbesinden) duyduğu ızdırab sizden birinin çimdikten duyduğu ızdırap kadardır." [Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 26, (  1668  ).][61]



ـ11ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  عَجِبَ رَبُّنَا تَبَارَكَ وَتَعالى مِنْ رَجُلٍ غَرَا في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى فَانْهَزَمَ أصْحَابُهُ فَعَلِمَ مَا عَلَيْهِ فَرَجَعَ حَتَّى أرِيقَ دَمُهُ فَيَقُولُ اللّهُ تَعالى لِلْمَئِكَةِ انْظُرُوا إلى عَبْدِى رَجَعَ رَغْبَةً فِيمَا عِنْدِى وَشَفَقاً مِمَّا عِنْدِى حَتَّى أرِيقَ دَمُهُ أشْهدُكُمْ أنِّى قَدْ غَفَرْتُ لَهُ[.



11. (  1020)- İbnu Mes´ud (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Rabbimiz, Allah yolunda savaşan şu kimseye taaccüb etmiştir  :  Arkadaşları hezimete uğra(  yıp kaçmış)tır. Ancak O, (  kaçmanın haram olduğunu düşünerek) kendisine düşen sorumluluğun idrakiyle geri dönerek, öldürülünceye kadar düşmanla çarpışmıştır. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, meleklere (  iftiharla) şöyle der  :  "Şu kuluma bakın, benim nezdimde olan mükâfaatı) düşünüp katımda olan (  cezâdan) korkarak geri döndü, öldürülünceye kadar savaştı." [Ebu Dâvud, Cihâd 38, (  2536).][62]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste, savaş sırasında, tek başına bile kalsa kaçmayıp sebat etmenin fazileti ifade ediliyor. Böyle bir askerden Cenâb-ı Hakk´ın memnuniyeti taaccüble ifade edilmiştir. "Taaccüb", sebebi bilinmeyen bir durum karşısında duyulan hayrete ve hayranlığa ıtlak olunur. Her şeyi bilen Allah´ın tacccüb etmesi, hayrete düşmesi kelâmî açıdan yanlış olur, Zat-ı Akdes´i, insanlara benzetmek olur. Şu halde bu bir mecazdır, hakikatı ise, Allah´ın razı ve memnun olmasıdır.

Savaş şartlarında bir askerin davranışı neticeye müessir olabilir. Bir korkağın paniğe düşüp kaçması, öbürlerine de sirayet edebileceği gibi bir cengâverin sebatı da başkalarının sebatına sebep olabilir. Savaşı kazanmanın asıl sırrı, âyet-i kerime ile sabittir ki düşmandan daha sabırlı olmaya bağlıdır. (  Âl-i İmrân 200).

Mü´min savaşın en zor, hezimet anında bile canının derdine düşmemek, Allah´ın mükâfaat ve cezasını düşünerek, O´nun rızasına uygun olanı yapmakla mükelleftir. Böylesi bir hâl, zafer şansını artıracaktır.[63]



ـ12ـ وعن عبد الخبير بن قيس ثابت بن قيس بن شمّاس عن أبيه عن جده رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]جَاءَتِ امْرَأةٌ إلى رَسولِ اللّهِ # يُقَالُ لَهَا أمُّ خََّدٍ وَهِىَ مُتَنَقِّبَة تَسْألُ عَنِ ابْنٍ لَهَا قُتِلَ في سَبِيلِ اللّهِ. فقَالَ لَها بَعْضُ أصْحَابِهِ  :  جِئْتِ تَسْألِينَ عِنِ ابْنِكِ وَأنْتِ مُتَنَقِّبَةٌ؟ فقَالَتْ إنْ أُرْزَا ابْنِى فلَنْ أرْزَأ حَيَائِى. فقَالَ لَهَا النَّبيُّ #  :  ابْنُكِ لهُ اَجْرُ شَهِيدَيْنِ. قالتْ  :  وَلِمَ؟ قالَ  :  ‘نَّهُ قَتَلَهُ أهْلُ الْكِتَابِ[. أخرجهما أبو داود.



12. (  1021)- Abdü´l-Habîr İbnu Kays İbni Sabit İbni Kays İbni Şemmâs an ebîhi an ceddihi[64] (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a Ümmü Hallâd adında bir kadın yüzü örtülü olduğu halde gelerek Allah yolunda öldürülmüş olan oğlu hakkında sormak istedi. Ashab´tan biri kadına  :  "Sen, yüzü örtülü olduğun halde gelip oğlundan mı soracaksın " dedi. Kadın  :  Oğlumu kaybetti isem de hayamı kaybetmedim" dedi.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kadına  : 

"- Oğlun iki şehid mükâfatı elde etmiştir!" dedi. kadın  : 

"- Bunun sebebi nedir, ey Allah´ın Resûlü "diye sorunca şu cevabı verdi  : 

"- Çünkü onu Ehl-i Kitap öldürdü!" [Ebu Dâvud, Cihâd 8, (  2488  ).][65]



ـ13ـ وعن سَهْل بن حُنَيف رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أن رسولَ اللّه # قال  :  ]مََنْ سَألَ اللّهَ الشَّهَادَةَ بِصِدْقٍ بَلّغَهُ اللّه مَنَازِلَ للشُّهَدَاءِ، وَإنْ مَاتَ عَلى فِراشِهِ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .



13. (  1022)- Sehl İbnu Huneyf (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Kim sıdk ile Allah´tan şehid olmayı taleb ederse, Allah onu şehidlerin derecesine ulaştırır, yatağında ölmüş bile olsa" buyurdu." [Müslim, Cihâd 156, 157, (  1908, 1909); Ebu Dâvud,Salât 361, (  1520); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 19, (  1653); Nesâî-Cihâd 36, (  6, 36); İbnu Mâce, Cihâd 15, (  2797).][66]



ـ14ـ وعن أبى مالك ا‘شعرى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّه # قال  :  مَنْ فَصَلَ في سَبِيلِ اللّه فَمَاتَ أوْ قُتِلَ أوْ وَقَصَهُ فَرَسُهُ أوْ بَعِيرُهُ أوْ لَدَغَتْهُ هَا İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/مَّةٌ أوْ مَاتَ عَلى فِرَاشِهِ بأىِّ حَتْفٍ شَاءَ اللّه تَعالى مَاتَ فَهُوَ شَهِيدٌ[. أخرجه أبو داود.



14. (  1023)- Ebu Mâlik el-Eş´ârî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki  : 

"Kim Allah yolunda evinden ayrılır, sonra da öldürülür, yahut atı veya devesi (  yere atıp) boynunu kırar veya bir zehirli sokar veya yatağında ölür ise, Allah´ın dilediği hangi musibetle ölmüş olursa olsun şehit olarak ölür." [Ebu Davud, Cihâd 15, (  2499).][67]



ـ15ـ وفي أخرى له  :  ]قِيلَ ىَا نَبىَّ اللّهَ مَنْ في الجنَّةِ؟ فقَالَ  :  النَّبيُّ في الجنَّةِ وَالشَّهِيدُ في الجنَّةِ، وَالموْلُودُ في الجنَّةِ، وَالْوَئِيدُ في الجنَّةِ[. ومعنى »فصل« أى خرج .



15. (  1024)- Ebu Dâvud´un bir diğer rivayetinde geldiğine göre, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a  :  "Ey Allah´ın Resûlü, kim cennete gidecek " diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir  :  "Peygamber cennetliktir, şehid cennetliktir, çocuk(  ken ölen) cennetliktir, diri diri gömülen çocuk cennetliktir." [Ebu Dâvud, Cihâd 27, (  2521).][68]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste suale maruz kalmadan cennete gidecekler belirtilmektedir. Peygamberler, şehidler, küçükken ölenler ve diri diri toprağa gömülen çocuklar.

Çocuk tâbirinin içine, büluğa ermeyen kız-erkek, düşük bütün çocuklar dahildir. Gayr-ı müslim çocuklarının durumu -çeşitli rivayetler muvâcehesinde- münâkaşa edilmiş ise de esas olan onların da cennetlik olmalarıdır.

Veîd, diri diri toprağa gömülen çocuklara denir. İslâm öncesi devirde Araplar ar duygusuyla kızlarını, açlık korkusuyla da (  bâzı hallerde) erkekleri ve kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Bu geleneğe Kur´ân-ı Kerim bazı âyetlerinde yer verir. Tekvir sûresindeki bir âyet şöyle buyurur  : 

وَإذَا الْمَوْؤُودَةُ سُئِلَتْ بِاَىِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ

"Diri diri gömülen kız çocuğunun (  kıyamet günü), hangi günahı için öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman..." (  Tekvir 8-9). [69]



ـ16ـ وعن أبى النصر )ـ1(  قال  :  ]مَرَّ النبىُّ # بِشُهَدَاءِ أحُدٍ. فقاَلَ هؤَُءِ أشْهَدُ عَليْهِمْ. فقَالَ أبوُ بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ألَسْنَا بِإخْوَانِهِمْ يَا رَسُولَ اللّه أسْلَمْنَا كَما أسْلَمُوا وَجَاهَدْنَا كَمَا جَاهَدُوا. فقَال #  :  بَلى؛ وَلكِنْ أدْرِى مَا تُحْدِثُونَ بَعْدِى فَبَكَى أبُو بَكْرٍ ثُمَّ قَالَ  :  وَإنَّا لَكَائِنُونَ بَعْدَكَ؟[. أخرجه مالك .



16. (  1025)- Ebu´n-Nasr (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Uhud şehidlerine uğradı ve  :  "İşte bunlar var ya, bunlar için şehadet ederim" dedi. Ebu Bekir (  radıyallahu anh)  :  "Ey Allah´ın Resûlü biz onların kardeşleri değil miyiz Onlar nasıl Müslüman oldularsa biz de Müslüman olduk, onların cihad etmeleri gibi biz de cihad ediyoruz!" dedi. Resûlullah şu cevabı verdi  : 

"- Evet (  söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid´alar çıkaracağınızı bilemiyorum."

Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh) ağladı, ağladı ve sonra  : 

"- Yani biz senden sonraya mı kalacağız (  diye eseflendi)." [Muvatta, Cihâd 32, (  2, 461-62).][70]



AÇIKLAMA  : 



Uhud´da 64´ü Ensar´dan, 6´sı Muhacirun´dan olmak üzere 70 Müslüman şehid düşmüş idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onların imanlarına ve İslâm adına gösterdikleri fedâkarlıklara şehâdet edeceğini belirtmiştir. İçlerinden gelerek bedenen, ruhen, mâlen fedakârlıklar yapmışlar, hiç tereddüde düşmeden evlâdlarının yetim ve hamisiz kalmalarını göze almışlardı. Meselâ Hz. Câbir (  radıyallahu anh)´in babası 9 tane kız çocuğunu yetim bırakmıştı. Uhud şehidlerinin bir kısmından gelen menkıbeler gösteriyor ki, onlar bu fedakârlıkları yaparken sadece ve sadece Allah´ın rızasını düşünüyorlar, Rablerinin vaadettiği uhrevî makamlara bir an önce kavuşmak istiyorlardı. Mesela Enes İbnu´n-Nadr (  radıyallahu anh) gibi bazıları savaşın bidayetinde  :  "Ben cennetin kokusunu duyar gibi oluyorum" diyerek savaşa katılmıştı. Bazısı, elindeki hurmaları atıp ölünceye kadar çarpışmıştı. Amr İbnu Cemûh gibi bazıları savaşa giderken  :  "Ya Rabbi, beni artık aileme döndürme (  şehadeti nasib et)" diye dua etmişti. Bazıları yaşlı oldukları için Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından şehirde bırakıldıkları halde, şehid olmak ümidiyle habersizce katıldılar. Sâbit İbnu Vakş ve Huseyl İbnu Câbir bunlardandı.

Hadiste Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Uhud şehidleri lehine ne hususlarda şehadet edeceği sarih olarak zikredilmemiştir. Bu, o zamanki muhataplarca malum idi. Nitekim yukarıda bazı hallerini belirttik. Şârihler "İmanlarının sıhhatine, büyük günahlardan uzak olduklarına, dini tebdil ve tağyir etmediklerine, dünya menfaatleri için aralarında rekâbet ve kıskançlık yapmadıklarına vs." diye biraz daha açarlar.

Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh)´in sondaki sorusu cevap bekleyen hakiki bir soru değildir. Resûlullah´tan ayrılmış, onu kaybetmiş olarak yaşayacağından duyduğu üzüntünün ifadesidir.

İbnu Abdilberr, bu hadise dayanarak Uhud şehidlerinin ve Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´den önce ölenlerin öbürlerinden efdal olduklarını söylemiştir. [71]



İKİNCİ BAB

CİHAD VE CİHADA MÜTEALLİK MESELELER



BİRİNCİ FASIL

CİHADIN VACİB OLUŞU VE CİHADA TEŞVİK EDEN HADÎSLER


ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسُولُ اللّه #  :  الجِهَادُ وَاجِبٌ عَلَيْكُمْ مَعَ كُلِّ أمِيرٍ بَرّاً كانَ أوْ فَاجِراً، وَالصََّةُ وَاجِبَةٌ عَلَيْكُمْ خَلْفَ كُلِّ مُسْلِمٍ. بَرّاً كانَ أوْ فَاجِراً وَإنْ عَمِلَ الْكَبَائرَ، وَالصََّةُ وَاجِبَةٌ عَلى كُلِّ مُسْلِمٍ بَرّاً كانَ أوْ فَاجِراً وَإنْ عَمِلَ الْكَبَائِرَ[. أخرجه أبو داود .



1. (  1026)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Emîriniz, fâzıl veya fâcir her nasıl olursa olsun, (  onun emri altında) cihad etmeniz size farzdır. Keza, namazı da fâzıl veya fâcir ve hatta kebâir işlemiş bile olsa her Müslümanın, arkasında kılması bütün Müslümanlara farzdır." [Ebu Dâvud, Cihâd 35, (  2533).][72]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste iki ayrı mesele var  : 

1- Ulü´l-emre İtaat Mes´elesi,

2- Fâsık İmâm´ın Arkasında Namaz Meselesi.

Ehemmiyetine binaen ayrı ayrı açıklamaya çalışacağız.



1- ULÜ´L-EMRE İTAAT  : 


Dinimiz, ulü´l-emr yani emir verme yetkisi olanlara itaat etmeyi, İslâmî siyasetin mühim bir prensibi yapmıştır. Ayet-i kerime, itaat edilecek ulü´l-emrin Müslüman olmasını şart koyar (  Nisa 4). Sadedinde olduğumuz hadiste de açık şekilde görüldüğü üzere, ulu´l-emre itaat için onda dindarlık aramak şart değildir. Şüphesiz ideal olanı, emir sahiplerinin dindar ve ehl-i takva olmalarıdır. Çünkü öylelerinin vicdanında Allah korkusu hâkim olduğu için icraatları adilane ve yolları istikâmet üzere olur. Ancak, fiilî vak´a, çoğu kere idealden uzaktır. Makamın yüksekliği, imkânların genişliği gibi durumlar, nefs-i emmâreleri şımartarak emir sahiplerinin kulluk hadlerini aşıp, tekebbür ve sefâhete düşmelerine ve hatta icraatlarında zulme kaçmalarına sebep olabilmektedir.

Halbuki ümmetin, bilhassa dış düşmanlara karşı birliğe, beraberliğe ve dayanışmaya ihtiyacı var. Üstelik dış düşmana karşı koyma işinde emir sahibi yani lider, ister istemez samimi olacaktır. Ümmetin mâruz kaldığı haricî tehlike, en fâsık bir liderin de menfaatlerine zıtdır  :  Makamı, itibarı, maddî gelirleri vs. hep tehdide maruzdur. Öyle ise, dış tehlike meselesinde ümmetin de, fâsık liderin de menfaatleri birleşmiştir. Ümmet, liderin fıskına bakarak cihad işini hafife alacak olursa umumi menfaatler haleldar olacak, İslâm beldesi küfrün istilâsına uğrayabilecektir. Hem Resûlullah "Allah bu dini fâcir bir kimse ile de kuvvetlendirir" buyurmuştur.

İşte bu ve benzeri mülâhazalarla İslâm âlimleri, fâsık da olsa ulü´l-emr´in yanında yer alarak samimiyetle cihada katılmanın vücûbunda ihtilaf etmezler. Esasen bu babta pekçok hadis varid olmuştur. İmamın fâsık ve günahkâr oluşunu âlimler "fısk ve günahı kendini ilgilendirir" diye değerlendirirler. Birliğin bozulması, fitneye sebebiyet vermesi endişesiyle "fasık imam azledilmelidir" diye bir kâide konmamıştır.[73]



İTAATLE İLGİLİ BAZI MESELELER


Ulü´l-emre itaat bahsi, her devirde ehemmiyetini koruyan dinî mevzulardan biridir. Bu sebeple mevzuya giren bazı meseleleri âyet ve hadislerin ışığı altında biraz daha açmada fayda görüyoruz.[74]



KUR´AN-I KERİM VE İTAAT



Kur´ân, birçok âyetlerinde bu meseleyi de alır. Esasen Müslüman, zımnen, Allah´ın emirlerine itaat etmeyi peşinen kabul etmiş insan demektir. Misak-ı evvel´in mahiyeti de temelde itaate dayanır  :  Uluhiyet´e emir, ubudiyete itaat düşmekte. Yani Allah emredecek, kul itaat. İslâm´ ın özü, bu emir-itaat sırrında düğümlenmektedir.

Dinin hakiki mânada tezâhürü, mü´min kişiye va´dedilen, dünyevî ve uhrevî nusret, zafer, mükâfaat ve nimetler hep bu "itaat" vazifesinin yerine getirilmesine bağlanmıştır. Dünyevî saâdet, içtimâî terakki, ferdî kemâlât hepsi "itâat" keyfiyyetine bağlıdır. Allah´a hakiki mânada itaat etmeyen kimse veya cem´iyyet dinin va´dettiği ne dünyevî, ne de uhrevî mükâfaatları beklemeye hak sahibi değildir  :  "Kim Allah´a ve Resûlü´ ne itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetine koyar" (  Nisa 13).

"Kimler Allah´a ve Resûl´e itaat ederlerse, Allah´ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber olur" (  Nisa 69).

"Kim Allah´a ve Resûlü´ne itaat eder, Allah´tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenler (  üstün gelenler)dir" (  Nur 52.)

"Allah´a ve O´nun Resûlü´ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za´fa düşersiniz, rüzgârınız (  kesilip) gider. Bir de sabr (  ve sebat) edin (  katlanın). Çünkü Allah sabredenlerle berâberdir" (  Enfâl 46).

İtaat Edilecek Üç Makam  :  Burada dinin, itaat edilmesi gerekli emirlerini saymaktan ziyade itaatin ehemmiyetini belirtmeye, "itaat edin" emrini nazar-ı dikkate vermeye çalışacağız.

İslâm dini itaat edilecek üç makam gösterir  :  Allah, Allah´ın Resûlü ve ulü´l-emr. ilk ikisine itaati, yanyana ve mükerrer seferler bizzat Kur´ân-ı Kerim dile getirir. Zira esas itaat Allah ve Resûlü´ne olan itaattir. Ulü´l-emre (  yani otoriteye) olan itaat ise, onların emirleri Allah ve Resûlü´nün emirlerine uyduğu, muvafık düştüğü takdirde meşrudur, muteberdir. Maamafih, Kur´ân-ı Kerim´de bir kerede bu üç makam beraberce zikredilerek itaat emredilir  : 

"Ey iman edenler, Allah´a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah´a ve Peygamber´e döndürün, eğer Allah´a ve âhiret gününe inanıyorsanız (  böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir" (  Nisa 59).

Ulü´l-emr  :  Halkımızın diline ulü´l-emr olarak, Kur´ân´daki şekliyle girmiş olan bu tâbire bazan "emir sahibi", bazan "veliyyü´l-emr" şeklinde rastlarız. Aynı mânada olmak üzere sultan, imam gibi başka tâbirlerin kullanıldığına da rastlanır.

Sahabe ve Tabiin´den bu yana ulü´l-emirden kastedilen kimseler hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısmı bununla "ulemâ"nın kastedildiğini söylerken, diğer bir kısmı "ümerâ"nın kastedildiğini ileri sürmüştür. Bundan sadece Sahabe´yi anlayanlar da olduğu gibi, bütün memurları (  vülât) anlayanlar da olmuştur.

Nevevî daha pratik bir târif kaydeder  :  "Ulü´l-emr, ümerâ ve vâlilerden, itaat edilmesi Allah tarafından vâcib kılınmış olan herkestir." Ve bu târifin, halef ve selef -müfessir, fakih vs. her çeşit- âlim zümrelerinin ortak görüşü olduğunu belirtir.

Ömer Nasuhi Bilmen, fıkıh ıstılâhı olarak ulü´l-emr´i şöyle târif eder  :  "Yâ İslâm cemaatinin intihâbiyle veya kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla hakimiyyet makamını ihrâz edip, Müslümanların bir emniyyet ve selâmet dâiresinde yaşamalarını te´mine muvaffak olan herhangi bir müslim zattır."

Burada görüldüğü gibi, umumiyetle devlet reisi kastedilmekle birlikte, yerine göre, bugünkü tâbirle "otorite" denilen devleti temsil durumundaki herkes için ulü´l-emr tâbiri ıtlak olunabilir ve olunmaktadır. Şu halde imam, halife, emîr, âmil, me´mur, âmir, sultan vs. gibi kelimelerin herbiri ulü´l-emr mefhumunu ifade eder.[75]

Ulü´l-emr Etrafında Birlik  :  Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) İslâm cemiyyetinin bütünlük ve haşmetini, sulh ve saadetini bir reis etrafında meydana getirilecek birlik ve berâberlikte gördüğü için lisanının bütün belâgat ve talâkatı ile bir imam (  ulü´l-emr) etrafında toplanmaya teşvik etmiş, bölünüp dağılmaları, birlik ve cemaatten ayrılmaları şiddetle takbih etmiş, ayrılanları kınamış, tehdid ve terhibde bulunmuştur. İmam etrafındaki teşekkül etmesi istenen bu birlik ve beraberlik her şeyden önce imama itaate bağlıdır.

Buharî´nin Enes (  radıyallahu anh)´ten kaydettiği bir rivayette  :  "Üzerinize, başı, kuru üzüm gibi siyah Habeşli bir köle bile tayin edilse dinleyin ve itaat edin" denmektedir.

Müslim´in kaydettiği bir rivayette, Ebu Zerr  :  "Halîlim (  Hz. Peygamber) bana  :  "Kolları kesik bir köle bile olsa emîri dinleyip itaat etmemi tavsiye etti" demektedir.

Şârihler, gerek "kuru üzüm", gerekse "kolları kesik" tâbirleriyle emîrin nesebce düşük, görünüşçe çirkinliğinin ifade edilmek istendiğini, yani emire neseb ve fizyonomisine bakılmadan itaat etmek gerektiğini söylerler.

Bir diğer rivayet de şöyledir  :  "..Üzerinize, emîr olarak, bir Habeşli köle bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri İslâm´ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır, ne de âhireti."

Şu hadiste imama isyan kıyâmet alâmeti olarak zikredilir  :  "Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e kasem ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikce ve dünyanıza şerirleriniz reis olmadıkça kıyâmet kopmaz."

Bazı rivayetlerde emîre itaat Allah´a itaatle aynı ayarda tutulmaktadır  :  "Kim bana itaat ederse Allah´a itaat etmiş olur. Kim de bana isyân ederse Allah´a isyân etmiş olur. Emîrime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emîrime kim isyan ederse, bana isyân etmiş olur."[76]

Biat Şartı İtaat  :  Bir kısım rivayetler, ilk Müslümanlar ile biat akdi yaparken, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in onlara her hâl ü kârda itaat etmeyi şart koştuğunu göstermektedir. Müslümanlığı kabul edilmesi için teklif edilen ilk şartlar arasında bunun zikri, otorite ve itaatten yoksun o devir Araplarının nazarında itaatin ehemmiyetini tesbit gayesini gütmelidir  :  Übâde tü´bnü´s-Sâmit der ki  :  "Biz, Allah Resûlü´ne, kolaylıkta olsun, zorlukta olsun; gönlünümüzün hoşuna giden şeylerde olsun, hoşuna gitmeyen şeylerde olsun... itaat etmek üzere biat ettik."[77]

Hoşa Gitmese de İtaat  :  Sâdece yukarıda kaydettiğimiz Übâde tü´bnüs-Sâmit rivayetinde değil, başka sahabelerden de gelen biatla alâkalı pek çok rivayette, Hz. Peygamber´in itaat şartını koşarken, verilen emir hoşa gitse de, gitmese de, içinde bulunulan şartlar bolluk veya darlık her ne olursa olsun, imamdan küfrünü gerektiren bir hâl zâhir olmadıkça İTAAT ETMEK şartını çok vâzıh olarak duyurduğunu görmekteyiz.[78]

Allah İçin Biat  :  Her hâl ve şartda itaatin gerçekleşmesi için, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) bey´at (  biat) ve itaatin sırf Allah rızası için yapılması, buna dünyevî bir maksad dâhil edilmemesi için başkaca tenbihlerde bulunmuştur. Allah rızasından hariç dünyevî bir maksadla bey´atta bulunanlar hakkında şiddetli tevbih ve kınamalar gelmiştir  :  "Üç kişi vardır, kıyamet günü Allah onların ne yüzüne bakar, ne de onlarla konuşur, onların günahlarını da affetmez, onlara çok elim bir azab vardır  :  "...biri de dünyevî bir maksadla imama biat eden kimsedir. Öyle ki, istediğinden verilince itaat eder, verilmeyince itaati terkeder."[79] Buraya kadar söylediklerimizi hülasa edecek olursak İslâm´ın hükmü şudur  :  "İmama, mâsiyet olmayan (  yâni Allah´a isyâna götürmeyen) hususlarda itaat farzdır." Zira "İmam -düşmanın saldırısına, insanların birbirlerine zulmüne karşı- bir perde gibidir, (  o, şahsında nasıl olursa olsun), onun idaresi altında, -düşmanlara, âsilere ve her çeşit fesadçılara (  yani anarşistlere) karşı- cihad edilir..."



2- FASIK İMAMIN ARKASINDA NAMAZ


Aslında bu bahsi, itaatle ilgili önceki bahisten tamamen ayırmak gerekmez, onun mütemmim bir parçasıdır. Zira, "İmam", kelime olarak, hem namaz kıldıranın, hem de devlet reisinin müşterek adıdır. Hem imam, bir bakıma, devlet reisine niyabeten vazife yapar. Bu durum cum´a namazlarında pek vâzıhtır. Bu sebeple cum´anın şartlarından biri, resmî izindir.

İmamda aranan şartları; İslâm uleması, hadislere dayanarak şöyle tesbit etmiştir  :  İslâm, büluğ, akl, zükûret (  erkek olmak), kıraat, özürlerden selâmet. Öyle ise bu şartları câmi olanlar imam olabilirler. Şüphesiz, cemaat arasında, bu şartları taşıyanlardan efdâl olanı, yani başka tâli vasıflarla temâyüz edeni imamlığa elyaktır ve tercih edilir. Sırayla âlim olmak, kıraati güzel olmak, muttaki olmak, yaşça büyük olmak; ahlâken üstün olmak, nesebce, sesce, kılık kıyafetçe, nezâfetçe güzel olmak gibi başka vasıflar da sayılmıştır. Bunlar gerekli, vâcib şartlar değildir, sıfatlarda eşitlik hâlinde tercih âmilleridir. Ev sâhibi veya bir mahallin vazifeli imamı, bu vasıfları taşımasa bile tercih olunur.

Şu halde, hadiste Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın koyduğu esasa göre, tercih ettirici sıfatları taşıyan elyâk bir kimse olmadıkça kebâir işlemiş de olsa fâsıkın arkasında namaz kılınacak, cemaat teşkil edilecektir. Meseleye temas eden âlimler, selefin de böyle yaptığını söylerler ve İbnu Ömer ve Enes (  radıyallahu anhümâ) gibi Ashab´ın büyüklerinin Haccâc´ın arkasında namaz kıldıklarını belirtirler.

Şu hususu da belirtelim ki, Aliyyu´l-Kârî, sadedinde olduğumuz hadisi açıklarken, buradaki vücubun cevâz mânasında anlaşıldığını yani fâsık ve hatta ehl-i bid´anın arkasında namaz kılmanın cevâzına delalet ettiğini belirtir. Cevâz esas ise de Hanefilere göre mekruhtur. İmâm Mâlik ve İmâm Muhammed ise hiç câiz olamayacağı kanaatindedir.[80]



ـ2ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِأمْوَالِكُمْ وَأنْفُسِكُمْ وَألْسِنَتكُمْ[. أخرجه أبو داود والنسائى.



2. (  1027)- Hz. Enes (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin." [Ebu Dâvud, Cihâd 18, 2504); Nesâî,Cihâd 1, (  6, 7).][81]



AÇIKLAMA  : 



1- Müşriklerle bizzat karşılaşarak cihad yapmanın vâcib olduğuna dair hadiste delil bulunduğunu âlimler belirtir. Bu vecibe, kendine bedel bir başkasını göndermekle ücretle birisini tutmakla kişinin uhdesinden düşmez. Keza hadiste Allah yolunda harcamak suretiyle de cihada iştirak vacibtir. Bu vecibe, daha ziyade parası olanlarla ilgilidir. Ancak emri yerine getirmek için fazla çalışarak para kazanıp, cihad maksadıyla harcamaya teşvik mevcuttur. Ashâb´tan fakir olanların, Allah yolunda nakdî harcamada bulunabilmek için hususî gayret göstererek para kazanıp sonra harcadıklarına örnekler var. Cihad maksadıyla yapılacak harcama silah, yiyecek, giyecek, binek veya başka levâzım için yapılabilir.[82]

2- Lisanla yapılan cihada gelince, Münzirî, bundan düşmanı hicvetmeyi anlamıştır. Delil olarak da Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´e yaptığı bir müdâhaleyi gösterir. Umretu´l-Kaza sırasında şâir sahâbilerden Abdullah İbnu Revâha (  radıyallahu anh)´nın Resûlullah´ın huzurunda Kureyş´i hicveder mahiyette şiir okumasını Hz. Ömer, hoş karşılamayarak mâni olmuştu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale ederek  :  خَلَّ عَنْهُ يَا عُمَرُ فَلَهِىَ اَسْرَعُ فِيهِمْ مِنَ النَّبِلَّ

"Ey Ömer! Abdullah´ı serbest bırak, onun hicivleri Kureyş´e oktan daha çabuk, daha çok tesir etmekte, yaralar açmaktadır." Hassân İbnu Sâbit için Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), aynı düşünce için müşrikleri hicvetmesi, onların şiir yoluyla yaptıkları taarruzları cevaplaması için Mescid-i Nebevi´de müstakil bir minber kurdurmuş idi.

Şüphesiz, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), "Müşriklere karşı... dilinizle de cihad edin" derken sadece onları hicvetmeyi kastedmemiştir. İlmî ve edebî nev´e giren her çeşit telkin ve karşı telkin, tez ve antitez, propaganda ve karşı propaganda, kelâmî hüccet ve cedel vs. hepsi dahildir.

Lisanla cihâdın mahiyeti zamana ve mekâna göre de farklılıklar arzedebilir. Kısacası küffârın bu dalda başvurduğu metod ve teknikleri iyi bilip, onlara aynıyla mukabele etmek gerekir.

Zamanımızda kitle yayın vasıtaları, kitap, mecmua, gazete, radyo, televizyon, video, plak vs.; edebî nev´e giren roman, hikâye, masal, mizah, karikatür vs. gibi insanların rağbet gösterdikleri her şeyin Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın irşadlarında geçen "dille cihâd"a dâhil olduğu kanaatindeyiz.

Dil, insanları içten ve gönülden fethedeceği için onun tesiri oktan daha sür´atli ve daha kuvvetlidir.[83]



ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عنهما ]أنَّ رسولَ اللّه # قالَ يَوْمَ الْفَتْحِ  :  َ هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ. وَلكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ، وَإذَا اسْتُنْفِرْتُمْ فَانْفِرُوا[. أخرجه الخمسة .



3. (  1028  )- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´nin fethi günü buyurdular ki  : 

"Artık bu fetihten sonra hicret yoktur. Fakat cihâd ve niyyet vardır. Öyleyse askere çağrıldığınız zaman hemen silah altına koşun!" [Buharî, Cihâd 1, 27, 194, Cizye 22, Hacc 43, Cezâu´s-Sayd 10; Müslim, İmâret 85, (  1353), Hacc 445, (  1353); Tirmizî, Siyer 33, (  1590); Nesâî, Cihâd 15, (  7, 146); Ebu Dâvud, Cihad 64, (  2480).[84]



AÇIKLAMA  : 



Hadiste zikredilen "feth"den murad, Mekke´nin fethidir. Ulemânın açıkladığı üzere, fetihden önce Müslüman olan herkese Medine´ye hicret etmek farz-ı ayn idi. Çünkü, Medine´de Müslümanlar sayıca azdı, güçlenmeye muhtaç idiler. Mekke´nin fethinden sonra, Arabistan müşrikleri kabileler hâlinde İslam´a girdikleri için, artık sayı artmış, düşman tehlikesi de çok azalmış idi. Bu durum Medine´ye hicret gereğini de ortadan kaldırmış idi. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), fetihle birlikte hicreti yasakladı. Hicret şartı ile biat etmek isteyenler bile oldu, ama müsâmaha göstermedi, bu kimselere  :  "Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihâd ve niyet vardır..." diyordu.

Ancak, hicretin bir diğer sebebi daha var  :  Müslümanlara, dini sebebiyle eziyet. Müşrikler, İslâm´a girenleri, dinlerinden çevirebilmek için akla gelebilen her çeşit işkenceleri yapıyorlardı. İslâm´ı yaşayabilmek için o muhitin terki gerekiyordu. Bu şartlarda olan Müslüman, yaşayabilmek için dininden taviz vermek zorunda idi. İslâm dini, mensubuna, dinden taviz üzerine kurulacak bir hayat düzenini tecviz etmez. Müslüman, mutlaka dinini yaşayabileceği evladını İslâm üzere yetiştirebileceği bir muhit içerisinde yaşamak mecburiyetindedir. Böyle bir muhite hicret etmek gerekir. İslâm ulemâsı bu çeşit hicretin kıyâmete kadar bâki olduğu kanaatindedir. Delilleri de bâzı âyet ve hadislerdir  :  Bir âyet şöyle  :  "Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki  :  "Ne işte idiniz " Onlar  :  "Biz yeryüzünde (  dinin emirlerini tatbikten) âciz kimselerdik" derler. Melekler de  :  "Allah´ın arzı geniş değil miydi Siz de oraya hicret edeydiniz ya!" derler. İşte onlar (  böyle). Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir" (  Nisa 97).

Bu âyetle aynı mealde bir hadis de şöyle  :  أَنا بَرئٌ مِنْ كُلِّ مُسْلِمٍ يُقِيمُ بَيْنَ اَظْهُرِ الْمُشْرِكِينَ

"Ben müşrikler arasında yaşamaya devam eden her Müslümandan uzağım."

Şu halde hadisin mânası, İbnu Hacer´in de dediği gibi "Medine´ye hicret" mânasında vatandan ayrılmak kalkmıştır, ama  : 

* Cihad maksadıyla vatandan ayrılmak bâkidir.

* İyi niyyetle yani küfür dünyasından kaçmak, ilim talebi için memleketi terketmek, fitne sırasında dinini kurtarmak gibi maksadlarla vatanı terketmek kıyamete kadar bâkidir.

Nevevî, bu hadise dayanarak, hicretin kalkmasıyla inkıtaya uğrayan hayır ve sevabın "cihâd" ve "iyi niyet"le kazanılabileceğini söyler. Ebu Bekir İbnu´l-Arabî, yasaklanan hicretin Medine´de bulunan Resûlullah´ın yanına sağlığında yapılan hicret olduğunu, Resûlullah´tan sonra, nefsinden korkan herkese hicret etme ruhsatının devam ettiğini söyler. Bu konu üzerine çok daha geniş bir tahlili 5775-5779. numaralı hadisler zımnında sunacağız.[85]



ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُُ وَلَمْ يُحَدِّثْ نَفْسَهُ بِغَزْوٍ مَاتَ عَلى شُعْبَةٍ مِنَ النِّفَاقِ[.قال ابن المبارك  :  فَنَرى أنَّ ذلِكَ كانَ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّه #. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.



4. (  1029)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Kim gazve yapmadan ve gaza yapmayı temenni etmeden ölürse nifaktan bir şube üzerine ölmüş olur."

İbnu´l-Mübârek der ki  :  "Biz bunun Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in sağlığına has bir keyfiyet olduğuna hükmetmiştik." [Müslim, İmâret 158, (  1910); Ebu Dâvud, Cihâd 18, (  2502); Nesâî, Cihâd 2, (  6, 8  ).][86]



AÇIKLAMA  : 



Hadis-i şerif, pek büyük sevap vâdedilmiş olan gazve gibi bir ibadeti temenni etmemeyi kulluk edebinin dışında ilân etmektedir. Müslüman, kulluğunun idrakinde olan, daima hayrı ve hayrın en büyüğünü arayan kimse olmalıdır. Öyle ise, içinde şehâdet gibi en büyük mertebeyi kazandıracak gazveye katılmayı temenni etmemek, gönlünden samimiyetle geçirmemek, kâmil mânada imanla bağdaşmayan bir durum, bir eksikliktir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu eksikliği "nifak" kelimesiyle ifade etmektedir. Hz. Peygamber devrinde münafıkların belli başlı eylemlerinden biri de "savaşlara katılmamak" idi (  Tevbe 81, Feth 11-16).

İbnu´l-Mubârek merhum, bunu Resûlullah devri ile kayıtlı görmüş olsa da, diğer âlimler, çoğunlukla bu te´vilin muhtemel olduğu, hadisin, her devre baktığı, hükmünün kıyamete kadar bâki olduğu kanaatini izhâr etmişlerdir. Bu hadis, herhangi bir hayırlı işe niyet edip de yapamayan kimse ile, hiç niyet etmemiş kimsenin arasında büyük fark olacağına dikkat çekmektedir.

نِيَّةُ الْمُؤْمِنِ خَيْرٌ مِنْ عَمَلِهِ "Mü´minin niyeti amelinden hayırlıdır" hadisi bir kere daha hatırlanabilir. Sadedinde olduğumuz hadis, gazve yapmış olmayı temenni ettiği halde gazve yapmadan ölen kimseye herhangi bir itab gelmiyeceğine delildir. Bir namazı vaktinin evvelinde kılmayıp, vaktinin sonlarında kılmaya niyet eden ve fakat kılma fırsatı bulamadan vefat eden kimse ile, keza, hacc farz olduğu halde ömrünün sonlarına tehir edip, haccedemeden ölen kimse hakkında âlimler ihtilaf eder  :  Bunlar te´hirleri sebebiyle günahkâr oldular mı, olmadılar mı Şurası muhakkak ki, böylelerinin sevabtan kayıpları büyüktür.[87]



ـ5ـ وفي رواية ‘بى داود عن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  ]مَنْ لَمْ يَغْزُ وَلَمْ يُجَهّزْ

غَازِياً أوْ يَخْلُفْ غَازياً في أهْلِهِ بِخَيْرٍ أصَابَهُ اللّه تعالى بِقَارِعَةٍ قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ[ .



5. (  1030)- Ebu Ümâme (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Kim bizzat gazveye katılmaz veya bir gaziyi techiz etmez veya bir gazinin ailesini hayırlı bir şekilde himaye etmez ise, Allah kıyamet gününden önce ona hiç beklemediği bir musibet ulaştırır." [Ebu Dâvud, Cihâd 18, (  2503).][88]



ـ6ـ وعن أبى النضر عن عبداللّه بن أبى أوفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]إنَّ رسولَ اللّه # في بَعْضِ أيَّامِهِ الَّتِى لَقِىَ فِيهَا الْعَدُوَّ انْتظَرَ حَتَّى مَالَتِ الشَّمْسُ فَقَامَ فِيهِمْ فقَالَ  :  يَا أيُّهَا النَّاسُ َ تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ العَدُوِّ وَاسْألُوا اللّهَ الْعَافِيَةَ، وَإذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا. وَاعْلَمُوا أنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظَِلِ السُّيُوفِ. ثُمَّ قَالَ  :  اللَّهُمَّ مُنْزِلَ الْكِتَابِ وَمُجْرِىَ السِّحَابِ وَهَازِمَ ا‘حْزَابِ اهْزِمْهُمْ وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .



6. (  1031)- Ebu´n-Nadr merhum Abdullah İbnu Ebî Evfâ (  radıyallahu anh)´dan naklen anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde, güneşin meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp yanındakilere şöyle dedi  :  "Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah´tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir."

En sonda Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) sözlerini şöyle tamamladı  : 

"Ey Kitab´ı indiren, bulutları yürüten, (  Hendek Savaşı´nda düşman müttefikler olan) Ahzâb´ı hezimete uğratan Rabbimiz, bunları da hezimete uğrat ve onlar karşısında bize yardım et!" [Buharî, Cihâd 156, 22, 32, 112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20, (  1742), Ebu Dâvud, Cihâd 98, (  2631).][89]



AÇIKLAMA  : 



1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) düşmanla mukâteleyi güneşin tepe noktasından batı cihetine meyletmesinden sonra yapmayı tercih ederdi. Sadedinde olduğumuz hadisin belirttiği hususlardan biri budur.

2- Hadiste temas edilen mühim hususlardan biri düşmanla karşılaşmayı temenni etmemek. "Cennet kılıçların gölgesindedir" diyecek kadar cihada ve mukâteleye ehemmiyet veren Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, "düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin" demesi, ilk nazarda mütenâkız bir durum gözükebilir. Bunu açıklama sadedinde İbnu Battâl merhum  :  Buradaki yasaklamanın hikmeti şudur  :  Kişi, neticenin neye müncer olacağını bilemez. Bu tıpkı fitneden selâmet taleb etmeye benzer" demiştir. Nitekim Hz. Sıddik (  radıyallahu anh)  :  ‘َنْ أُعَافِى فَأشْكُرَ أُحَبُّ إلَىَّ مِنْ أنْ اُبْتَلِىَ فَأصْبِرَ"Afiyette olup şükretmeyi, imtihanda olup sabretmeye tercih ederim" demiştir.

İnsan kazanacağından emin olduğu imtihana şevkle girer. Ya netice meşkuk olursa, hangi savaşın neticesinden emin olunabilir

Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyi yasaklamasını şu şekilde izah eden de olmuştur  :  "Çünkü karşılaşma temennisinde bir nevi kendini beğenme, mevcut asker adedine güvenme, kuvvetine itimad etme ve düşmanı mühimsememe mevcuttur. Bütün bu düşünceler ihtiyatlı ve basiretli olma esasına aykırıdır." Mamafih, bu nehyi "düşmanla karşılaşmanın faydalı ve gerekli olduğunda şüpheye düşer veya zararlı olacağı hususunda kanaat hasıl ederse" şeklinde kayıtlara hamledip, bu durumlar mevzubahis olmadıkça mukâtelenin faziletli olduğu, emre itaat olduğu da söylenmiştir.

Birinci te´vili te´yid eden bir husus, düşmanla karşılaşma temennisini nehyettikten sonra, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Allah´tan âfiyet dileyin" demiş olmasıdır. Saîd İbnu Mansur´un bir tahrici de bu te´vili te´yid etmektedir  : 

َ تَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعُدُوِّ فَإنَّكُمْ تَدْرُونَ عَسى اَنْ تَبْتَلُوا بِهِمْ

"Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, bilemezsiniz, belki de onlarla musibete uğrayacaksınızdır."

İbnu Dakiku´l-Îd şöyle demiştir  :  "Ölümle karşılaşmak, nefse, en zor gelen bir şey olması ve gaybî işler, gaybî olmayan kesin işler gibi olmaması sebebiyle, karşılaşma anında, arzu edilen şeyin cereyan edeceğinden emin olunamaz. Bu sebeple karşılaşmayı temenni etmek mekruh addedilmiştir. Keza, karşılaşmanın vukûu halinde, önceden kendi kendine verdiği söze muhalif hareket etme ihtimali de mevzubahistir, bu da nehyi gerekli kılan bir husustur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) karşılaşma ister istemez vukûa geldiği takdirde, sabredip metânet göstermeyi emretmektedir."

3- Hadiste "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" denmektedir. İbnu´l-Cevzî  :  "Bundan murâd, cennetin kılıçla kazanılacağını belirtmektir" der. Hadisin bazı vecihlerinde ise  :  إنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ بَارِقَةِ السُّيُوفِ

"Cenet kılıçların parıltısı altındadır" denmiştir.

Kurtubî, hadisi açıklarken, bu vechini esas alır. Ona göre, bu ifade, vecizliği ve lafzî tatlılığından başka, ihtiva ettiği birçok belağat incelikleriyle en nefis müciz kelamlardan birini teşkil etmektedir  :  Zira bu söz  : 

* Cihada teşvik etmekte,

* Cihada mukabil büyük bir sevabın verileceğini bildirmekte,

* Düşmanla yakından vuruşmaya teşvik etmekte,

* Kılınç kullanmaya teşvik etmekte,

* Hücum anında askerlerin -kılınçların gölgesinde olacak şekilde- biraraya gelmelerine teşvik etmektedir.

4- Bu hadisten, bazı selef, düşmanı mübârezeye (  teke tek vuruşmaya) çağırmanın yasaklandığı hükmünü çıkarmıştır. Hasan Basrî merhum bu görüştedir. Hz. Ali (  radıyallahu anh) de  :  "Kimseyi mübârezeye çağırma. Çağrılırsan icâbet et, o zaman yardıma mazhar olursun, zira mübârezeye çağıran bâğîdir (  haksız, âsi)" demiştir.

5- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) hutbesinin sonunda dua ederken, Cenâb-ı Hakk´a hitab etmekte ve Rab Teâla´nın bazı vasıflarını zikretmektedir. Zikredilen bu vasıflarla Müslümanların mazhar oldukları yardım çeşitleri dile getirilmiştir. İbnu Hacer şu açıklamayı kaydeder  : 

a) مُنْزِلُ الْكِتَابِ "Kitabı indiren" ibaresiyle şu âyete işaret buyurulmuştur. (  Meâlen)  :  "Onlarla savaşın ki, Allah sizin elinizle onları azablandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de mü´minlerin gönüllerini ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin" (  Tevbe 14-15).

b) مُجْرِى السَّحَابِ "Bulutları yürüten" ibaresiyle Allah´ın dileğine uygun olarak, bulutların bâzan rüzgârla tahriki, bazan rüzgârın esmesine rağmen yerinde durması, bazan yağmur yağarken bazan yağmaması gibi bulutların teshiriyle ilgili olarak ortaya çıkan kudret-i zâhirîye işaret etmektedir. Bulutların hareketiyle, mücâhidlere savaşırken hareketleri esnasında ulaştırılan yardıma işaret edilmiştir. Keza bulutun durması ile küffârın ellerinin mücâhidler karşısında tutulmasına, yağmurun inmesiyle, katledildikleri zaman elde edilecek ganimete, bulutun yokluğu ile onlardan hiçbir şey elde edilemediği zamanki hezimetlerine işaret etmektedir. Bütün bunlar, Müslümanlar için iyi olan hallerdir.

c) هَازِمُ ا‘حْزَابِ "Ahzâb´ı (  müttefikleri) hezimete uğratan" ibaresiyle geçmiş nimetleri zikrederek tevessülde bulunmaya (  yani ilticaya tutunmaya, mânevî sığınmaya) ve bütün hayırların Allah´dan geldiğini beyana işaret etmektedir.[90]

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu duasında sayılan üç nimetin büyüklüğüne bir uyarı mevcuttur. Zira, Kitab, yani Kur´ân´ın inmesiyle uhrevî nimet hasıl olmuştur  :  Bu İslâm´dır; bulutların yürütülmesi ile dünyevî nimetler hâsıl edilmektedir; bu rızıktır; Ahzâb´ın hezimetiyle (  yani Hendek Savaşı´nın kazanılmasıyla) bu iki nimetin korunması sağlanmıştır. Şu halde bu dua ile Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiş olmaktadır  :  "Ey Rabbim! nasıl ki, bizi dünyevî ve uhrevî iki nimet ile perverde ettin ve onları korudu isen öyle de bunları ibka et, ebedî kıl."

6- Bu hadisten şu hükümler de çıkarılmıştır  : 

* Düşmanla karşılaşınca Allah´a dua edip yardım taleb etmek müstehabdır.

* Mücâhidlere nasıl savaşacakları, nasıl hareket edecekleri hususunda talimatta bulunmak bilgi vermek müstehabdır.

* Cenâb-ı Hakk´a dua ederken esma-ı hüsnasını, geçmişte verdiği nimetleri zikrederek onların yüzü suyu hürmetine istemek müstehabdır.

* Vazife verirken, ahlâk ve edebe uymaya teşvik ederken, insan fıtratını gözönüne alarak uyanık ve canlı anları yakalamak, uyuşukluk ve gafletli anlardan sakınmak müstehabdır. Resûlullah bu sebeple güneşin meyil anından sonra hitapta bulunmuştur.

* Müslümanların maktülleri için umumî olarak "cennetlik" demek câizdir, fakat ferdî olarak "falanca cennetlik" diye ismen söylememek gerekir.[91]______________(  4)



ـ7ـ وعن سلمة بن نفيلٍ الكندى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  َ يَزَالُ مِنْ أُمَّتِِى أمَّةٌ يُقَاتِلُونَ عَلى الحَقِّ وَيُرِيعُ اللّهُ تعالى لَهُمْ قُلُوبَ أقْوَامٍ وَيَرْزُقُهُمْ مِنْهُمْ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ، وَحَتَّى يَأتِىَ وَعْدُ اللّهِ. الخَيْلُ مَعْقُودٌ في نَوَاصِيهَا الخَيْرُ إلى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. وَهُوَ يُوحِى إلىَّ أنِّى مَقْبُوضٌ غَيْرُ مُلَبَّثٍ، وَأنَّكُمْ تَتْبَعُونِى، أَ فََ يَضْرِبْ بعْضُُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ. وَعُقْرُ دَارِ الْمُؤمِنِينَ الشَّامُ[. أخرجه النسائى.»عُقْرُ الدَّار« بضم العين المهملة وفتحها  :  أصلها. وأشار بذلك إلى أن الشام تكون عند ظهور الفتن آمنة، والمسلمون بها أسلم .



7. (  1032)- Seleme İbnu Nüfeyl el-Kindî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (  hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(  la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan (  alınanlarla) onların rızkını sağlayacaktır, bu hal kıyamet gününe, Allah´ın va´dinin gelme anına kadar devam edecektir. Atın, kıyamete kadar alnında hayır bağlıdır. Rabbim bana, aranızda kalıcı değil, gidici olduğumu, ruhumu kabzedeceğini, sizin de beni, (  birbirinizin boynunu vuran gruplar olarak) takib edeceğinizi bildirdi. Sakın birbirinizin boynunu vurmayın. Mü´minlerin (  fitne sırasında emniyette olacakları) asıl yerleri Şam´dır." [Nesâî, Hayl 1, (  6, 214-215).][92]



AÇIKLAMA  : 



1- Hadis, biraz özetlenerek alınmış. Resûlullah bu sözü, bir kimsenin kendisine gelerek  :  "Ey Allah´ın Resûlü, insanlar atları kaldırdı, silahları da terketti, "Artık cihad bitmiştir, harbler de sona ermiştir" diyorlar" demesi üzerine söyler. Kendisine böyle söylenince cemaate yönelen Resûlullah  :  "Yalan söylüyorlar, asıl şimdi harb(  in zamanı) geldi" diyerek söze başlar ve "Ümmetimden bir grup Hakk yolunda mücâdeleye kıyâmete kadar devam edecektir..." diye açıklamasını devam ettirir.

2- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, Müslümanlar ne kadar kötü şartlar yaşayıp, mağlubiyetlere düşseler, idarede müessiriyetlerini kaybetseler bile, Hakk´ın galebesi için çalışan grupların, her tarafta mevcut olacağını bildirmektedir. Bazı rivayetlerde, bu mücâdelenin, gizlilik içinde değil, açıktan açığa yapılacağı tasrih edilir. Bildiğimiz kadarıyla bütün baskılara, yasaklara, nefes kesen tedhişe rağmen, Rusya´da bile Hakk adına yapılan mücâdele gizliden gizliye devam etmiştir. Hadisler bunun açıktan olacağını da tasrih eder. Bir bölgede sindirilip gizliliğe itilse veya İspanya´da olduğu gibi tamamen söndürülse bile, bir başka yerde veya yerlerde İslâm mücâdelesi canlı kalacak, Hâlık için yapılan cihâdın sancağı gönderde dalgalanmaya kıyamete kadar devam edecektir. Hadis bunu haber vermektedir.

3- Atın alnına bağlanmış olan "hayr"ı âlimler "sevap", "ganimet", "izzet", "makam", "zafer" olarak te´vil etmişlerdir.

4- Hadisin, Nesâî´deki aslı "...Sizin de beni, birbirinizin boynunu vuran gruplar olarak takib edeceğinizi bildirdi" şeklinde devam eder. Teysir, bu kısımda bazı özetlemeler yapmış. Biz tercümede atılan kısımları parantez içerisinde gösterdik.

Hadisin devamında da bazı tasarruf var ise de mühim değil.

5- "Mü´minlerin asıl yerleri Şam´dır" ibaresini âlimler, "fitne zamanında" diye kayıtlayarak açıklığa kavuştururlar. Şâm eski metinlerde Suriye bölgesinin adıdır, bugünki Şam şehri değil. Şam şehrine Dımeşk denilir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) devrinde Suriye henüz fethedilmiş değildir. Böylece hadis, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın istikbali doğru olarak haber veren bir mucizesi olarak karşımıza çıkmaktadır  :  Kendisinden hemen sonra Suriye fethedilecektir. Bu sıralarda patlak verecek fitne hareketleri sırasında Irak ve Hicâz bölgeleri fitne hareketlerinden huzursuz olurken, Suriye bölgesi kargaşanın dışında kalacaktır. Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´in şehâdeti ile başlayıp, Hz. Osman´ın şehadetiyle kızışıp Sıffin ve Kerbelâ hâdiseleriyle gelişen fitne hareketleri Suriye´ye sıçramamış, bazı sahabeler, fitnenin dışında kalmak için Suriye´ye hicret bile etmiştir.[93]



İKİNCİ FASIL

CİHAD´IN ÂDABI


ـ1ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كاَنَ رسولُ اللّه # إذَا غَزَا قالَ  :  اللَّهُمَّ أنْتَ عَضُدِى وَنَصِىرِِى. بِكَ أحُولُ وَبِكَ أصُولُ وَبِكَ أقَاتِلُ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



1. (  1033)- Hz.Enes (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazve yaptığı zaman  : 

"Ey Rabbim sen benim destekcim ve yardımcımsın. Senin sayende çâre düşünür, senin sayende saldırır, senin sayende mukâtele ederim" derdi. [Tirmizî, Da´avât 132, (  3578  ); Ebu Dâvud, Cihâd 99, (  2632).][94]



ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ رسولَ اللّه # كانَ هُوَ وَجُيُوشهُ إذَا عَلوُا الثّنَايَا كَبَّرُوا، وَإذَا هَبَطُوا سَبَّحُوا فَوُضِعَتِ الصََّةُ عَلى ذلِكَ[ .



2. (  1034)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve askerleri (  sefer sırasında) tepeleri tırmandıkça tekbir getirirler, inişe geçince de tesbihte bulunurlardı. Namaz dahi buna göre vazedildi." [Ebu Dâvud, Cihâd 78, (  2595).][95]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivâyet, sefer sırasında yolun durumuna göre Hz. Peygamber ´in farklı zikirlerde bulunduğunu belirtmektedir  :  Yamaçlarda tekbir, yâni Allahu ekber demek, inişlerde tesbih, yâni sübhânallah demek gibi. Rivâyet, ayrıca namazdaki tekbir ve tesbihlerin de buna benzeyerek namazda yer aldıklarını belirtmektedir.Yani rükû ve secde hallerine tesbih, rükû ve secdeden doğrulurken tekbir getirilmektedir. [96]



ـ3ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ  :  ]أمَّرَ عَلَيْنَا رسولُ اللّه # مَرَّةً أبَا بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في غَزَاةٍ فَبَيَّتْنَا أُنَاساً مِنَ المُشْرِكِينَ فَقَتَلَهُمْ فَقَتَلْتُ بِيَدِى تِلْكَ اللَّيْلَةَ سَبْعَةً، هُمْ أهْلُ أبْيَاتٍ، وَكَانَ شِعَارُنَا  :  يَا مَنْصُورُ أمِتْ أمِتْ[. أخرجه أبو داود .



3. (  1035)- Seleme İbnu´l-Ekvâ (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gazve sırasında başımıza Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh)´i komutan tayin etti. Bu seferde müşriklerden bir gruba gece baskını yaptık. Onlardan çokça öldürüldü. Ben kendi elimle yedi kişi öldürdüm. Bunlar, farklı âilelerdendi. O gün parolamız  :  "Ey Mansur (  yardım gören) öldür, öldür!" idi." [Ebu Dâvud, Cihâd 78, (  2596), 102, (  2638  ).][97]



AÇIKLAMA  : 



Ebu Dâvud, bu rivayeti "parola" ile ilgili bir babta zikreder. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, sefere çıkıldığında, her grubun bir komutanı, bir sancağı olduğu gibi müstakil bir de parolası olurdu. Bu parola ile, bilhassa gece vakti birbirlerini tanırlardı. Hadislerde parola, "şiâr" kelimesiyle ifade edilmiştir.

Hz. Ebu Bekir´in komutan tayin edildiği bu seferde parola "emit emit ya Mansur!" olmuştur. Emit, öldür demektir. Mansûr, tefeül maksadını güder, zafere ulaşmış mânasında ve asıl muhatap askerlerdir. Ancak, gerçek öldüren Allah olması hasebiyle muhatabın Allah olduğu ve ibârenin şu mânaya te´vil edilmesi gerektiği de söylenmiştir  :  "Ey yardımcı (  Nâsır)! düşmanı öldür."[98]

ـ4ـ وعن المُهَلّب ]عَمَّنْ سَمِعَ النَّبىَّ # يَقُولُ  :  إنْ بَيَّتَكُمُ الْعَدُوُّ فَقُولُوا حم َ يُنْصَرُون[. أخرجه أبو داود والترمذى .



4. (  1036)- Mühelleb İbnu Ebî Sufre (  rahimehullah) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinleyen birisinden, Efendimiz´in şöyle söylediğini naklediyor  :  "Düşman size gece baskını yaparsa حم َ يُنْصَرُونَ Hâ- mim La yunsarûn deyin". [Tirmizî, Cihâd 11, (  1682); Ebu Dâvud, Cihâd 78, (  2597).][99]



AÇIKLAMA  : 



Burada âni baskın yapan düşman karşısında söylenmesi gereken parola belirtiliyor. حم َ يُنْصَرُونَ ibaresinin bir dua olmayıp, haber olduğu belirtilir. Şayet "yardım görmesinler!" mâ8nasında dua olsa idi َ يُنْصَرُوا şeklinde cezm halinde olması gerektiği belirtilir. Bu bir ihbar olduğuna göre mana şöyle olmalıdır  :  "Vallahi onlar yardım görmeyecekler!"

İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ)´tan yapılan bir rivayete göre Hâ Mim, Allah´ın isimlerinden biridir ve sanki düşmanın yardım görmeyeceğini kasemle ifade etmektedir. Hâ-Mim´in Allah´ın ismi olmasına itiraz edilmiş ve "zira, denmiştir, bunu te´yid eden başka rivayet mevcut olmadığı gibi, Allah´ın bütün isimleri açık bir mâna taşıdığı halde, bunun iki harfe ünvan olmaktan başka mânası yoktur." Ancak, bu itiraza bunların bazı ilahî isimlere alem olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. Nitekim Atâ el-Horasanî demiştir ki  :  "Hâ harfi, Cenab-ı Hakk´ın şu isimlerinin baş harfidir  :  Halim, Hamid, Hayy, Hakîm, Hannân. Mîm harfi de şu isimlerin baş harfini temsil eder  :  Melik, Mecid, Mennân (  Muktedir, Müntakim.)"

Aliyyu´l-Kârî´nin kaydına göre şu da söylenmiştir  :  "Hâ-Mim´le başlayan sûrelerin ayrı bir hususiyeti var. Bu hadiste, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), bu hususiyete Ashab´ın dikkatini çekmekte ve -mezkur sûrelerin şanlarının yüceliği ve makamlarının Allah nezdindeki şerefi sebebiyle- bunların zikrinin Müslümanların kendilerine nusret, düşmanlarına da bela gelmesini taleb ettikleri zaman başvuracakları vesilelerinden olduğunu bildirmek istemiştir. Bu sebeple onlara Hâ-Mim demelerini emretmiştir."

Aynı açıklamaya göre َ يُنْصَرُونَ cümlesi "Pekâla! Hâ-Mim dedikten sonra ne demeliyiz." şeklinde vâki olacak muhtemel bir soruya cevap olarak  :  يُنْصَرُونَ "Onlar yardım görmeyecekler!" deyin" şeklinde cevap cümlesi olmaktadır.Aliyyü´l-Kârî, hadis üzerine geniş açıklamalar sunar.[100]



ـ5ـ وعن كعب بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا أرَادَ غَزْوَةً وَرَّى لِغَيْرِهَا وَيَقُولُ  :  الْحَرْبُ خِدْعَةٌ[. أخرجه أبو داود .



5. (  1037)- Ka´b İbnu Mâlik (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazveye çıkmaya karar verdiği zaman, şaşırtarak başka bir zan uyandırır ve  :  "Harb bir hiledir" derdi." [Ebu Dâvud, Cihad 101, (  2637); Buharî, Cihad 157; Müslim, Cihâd 18, (  1740).][101]



AÇIKLAMA  : 



Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in askerî yönlerinden biri haber almaya önem vermesi ve haber sızdırmamak için gerekli tedbirleri almasıdır. Bu husus, siyaset-i Nebeviye´de mühim bir yer işgal eder. Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın umumî prensibini açıklıyor  :  Tevriye yapmak. Arapça´da tevriye, asıl gayesini gizlemek üzere yapılan aldatıcı davranışa denir, dilimizde şaşırtmak kelimesi tevriyeyi kısmen karşılar.

İslâm uleması, harpte düşmanı aldatmak için başvurulacak her çeşit hilenin câiz olduğunu söylemekte ittifak eder. Düşman karşısında tecviz etmedikleri tek husus, yapılan anlaşmanın, günü dolmadan bozulması, verilmiş olan emânın ihlâlidir. Bu iki fiile cevaz vermezler ve "haram" derler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yalana fetva verdiği üç yerden biri harptir.

İbnu´l-Münîr der ki  :  "Harb hiledir, demenin mânası, harbi yapan için en mükemmel, en iyi harb, hedefine, düşmanla karşılaşarak ulaşılan harp değil, onu aldatarak ulaşılan harptir. Zîra, karşılaşma, muhâtaralıdır (  riskli). Halbuki aldatarak neticeye ulaşmada hiçbir risk (  muhâtara) mevcut değildir."

Şârihler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın el-Harbu hud´atun cümlesini ilk defa Hendek Harbi´nde telaffuz ettiğini belirtir.[102]



ـ6ـ وعن معاذ بن جبل رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  الْغَزْو غَزْوَانِ  :  فَأمَّا مَنِ ابْتَغَى وَجْهَ اللّهِ تَعالى وَأطَاعَ ا“مَامَ وَأنْفَقَ الْكَرِيمَةَ ويَاسَرَ الشَّريكَ وَاجْتَنَبَ الْفَسَادَ فَإنَّ نَوْمَهُ وَنَبْهَهُ أجْرٌ كُلُّهُ، وَأمَّا مَنْ غَزَا فَخْراً وَرِيَاءً وَسُمْعَةً وَعصَى ا“مَامَ وَأفْسَدَ في ا‘رضِ فَإنَّهُ لَمْ يَرْجِعْ بِالْكَفَافِ[. أخرجه ا‘ربعة إ الترمذى .



6. (  1038  )- Muâz İbnu Cebel (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

Gazve iki çeşittir  :  Birincisi kişinin Allah´ın rızasını aramak için yaptığı gazvedir. Bu maksadla gazve yapan imama da itaat eder, en kıymetli şeyini harcar, ortağına kolaylık gösterir, fesaddan kaçınır. Bunun uykusu da uyanıklığı da tamamen kendisi için ücret olur. Bir de övünmek, riyâkârlıkta bulunmak ve kendini satmak için savaşan, imama isyan eden, arzda fesad çıkaran kimse vardır. Böyle gazveden asgarî ücreti bile elde edemez." [Ebu Dâvud, Cihad 25, (  2515); Nesâî, Cihad 46, (  6, 49); Muvatta Cihad 18 (  2, 466).][103]



AÇIKLAMA  : 



Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) cihada her katılan mücâhid için vâdedilen yüksek ücrete ulaşamayacağını belirtmekte, gerçek mücâhidin sırf "Allah rızası" için savaşması gerektiğini bildirmektedir. Hatta bu da yetmemekte, komutanlara itaatkâr olmaya, savaş sırasında başta canı olmak üzere, nazarında kıymetli olan her şeyi harcamakta cömert olmaya, arkadaşlarıyla iyi geçinip huzursuzluk çıkarmamaya dikkat etmesi gerekmektedir.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ve benzeri beyanları, mücâhidlerin tâbi olmaları gereken iç disiplini ortaya koymaktadır. Bu çeşit açıklamalar, yapılan amelin "cihad" sayılabilmesi için uyulması gereken ciddî esaslar olduğunu ifade ederler. Bunlara uyulduğu takdirde asker, gerçek mücahid olacak, sadece mukâtele ânı değil, uyku ve istirahat anları da Allah indinde büyük ücret vesilesi olacaktır.

İkinci çeşit gazinin vasıfları da sayılmıştır; dünyevî maksadlarla savaşmak, itaatsizlik, geçimsizlik vs. Bu da ücretsiz dönecek veya ölecek ama şehid olmayacaktır.

Hadis, Allah rızası için savaşırken, disiplinsizlik yapanları, geçimsizlik çıkaranları ciddi şekilde uyarmaktadır. Demek ki, sâdece niyyet yeterli olmuyor, bunun gereği olan iyi amellerle niyetin ikmal edilmesi gerekmektedir.[104]



ـ7ـ وعن قيس بن عبّاد قال  :  ]كانَ أصْحَابُ رسول اللّه # يَكْرَهُونَ الصَّوْتَ عِنْدَ الْقِتَالِ[ أخرجه أبو داود .

7. (  1039)- Kays İbnu Abbâd anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabı (  radıyallahu anhüm) savaş sırasında ses çıkarmayı sevmezlerdi." [Ebu Dâvud, Cihad 112, (  2656).][105]



AÇIKLAMA  : 



1- Kays İbnu Abbâd, Ebu Abdillah el-Basrî, muhadramundandır, sîkadır. Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Ammâr (  radıyallahu anhüm)´dan rivayetleri var. Kendisinden oğlu Abdullah ve Hasan Basrî rivayette bulunmuştur.

2- Ashab´ın hoşlanmadığı şey, zikrullah dışındaki gereksiz bağırıp çağırmalar, faydasız lakırtılar. Fukaha, savaş sırasında bağırıp çağırmanın, gereksiz yere ses yükseltip, lakırtı etmenin mekruh olduğuna bu hadisten delil çıkarmışlardır. Savaş esnasında ses çıkarmanın korku alâmeti sayılıp atâlete, gevşemeye sebep olacağı için yasaklanmış olabileceği belirtilmiştir. Sükût ise sebat ve metânete, kendinden emin olmaya delildir.[106]



ـ8ـ وعن أبى الدرداء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّهُ كانَ يَقِفُ حِينَ يَنْتَهِى إلى الدَّرْبِ في مَمَرِّ النَّاسِ إلى الْجِهَادِ فَيُنَادِى نِدَاءً يُسْمِعُ النَّاسَ  :  يَا أيُّهَا النَّاسُ مَنْ كانَ عَلَيْهِ دَيْنٌ وَيَظُنُّ أنَّهُ إنْ أصِيبَ في وَجْهِهِ هذَا لَمْ يَدَعْ لَهُ وَفَاءً فَلْيَرْجِعْ وََ يَتْبَعْنِى فَإنَّهُ َ يَعُودُ كَفَافاً[ أخرجه رزين .



8. (  1040)- Ebu´d-Derdâ (  radıyallahu anh)´nın anlattığına göre, cihâda giderken, yola çıkıp, halkın geçeceği yere durarak, herkese duyuracak şekilde şöyle bağırırmış  :  "Ey insanlar  :  Kimin üzerinde bir borç olduğu halde, cihada katılır ve bilirse ki, öldüğü takdirde bu borç ödenmeyecektir, hemen geri dönsün, sakın peşime takılmasın. Zîra, o, bu haliyle cihâdın karşılığını alamaz." [Rezîn´in ilavesidir.][107]



ÜÇÜNCÜ FASIL

CİHADA NİYETTE SIDK VE İHLÂS


ـ1ـ عن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ  :  ]سُئِلَ رسولُ اللّه # عَنْ الرَّجُلِ يُقَاتِلُ شَجَاعَةً، وَيُقَاتِلُ حَمِيَّةً، وَيُقَاتِلُ رِيَاءً، أىُّ ذلِكَ في سَبِيلِ اللّهِ؟ فقَالَ  :  مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللّهِ هِىَ الْعَلْيَا فَهُوَ في سَبِيلِ اللّهِ[. أخرجه الخمسة .



1. (  1041)- Ebu Musa (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e, şecaat olsun diye veya hamiyyet (  kavmi, ailesi, dostu) için veya gösteriş için mukâtele eden kimseler hakkında sorularak bunlardan hangisi "Allah yolunda"dır dendi. Resûlullah  :  "Kim, Allah´ın kelamı yücelsin diye mukâtele ederse, o Allah yolundadır" diye cevap verdi." [Buharî, Cihad 15, Hums 10, İlm 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret 149, (  1904); Tirmizî, Fedâilu´l-Cihâd 16, (  1646); Ebu Dâvud, Cihâd 26, (  2517); Nesâî, Cihâd 21; İbnu Mace, Cihâd 13, (  2783).][108]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadisin muhtelif vecihlerinde, savaşa sevkeden başka maksadların da zikredildiği görülmektedir  :  Ganimet elde etmek, intikam almak (  gadab). Böylece rivayetlerin tamamında mukâtelede beş gâye güdüldüğü görülmektedir  :  Ganimet arzusu, şecâat, riyâ, hamiyyet, gadab.

Bunların her birinin iyi ve kötü taraflarını söylemek mümkündür. İbnu Battâl´a göre gadab ve hamiyet için yapılan mukâtele bazan Allah yolunda olabilir. Bu sebeple Resûlullah bunları ne red ne de kabul etmeden, altıncı bir maksad zikretmiştir  :  "

Allah´ın kelâmı yüce olsun maksadıyla mukâtele eden Allah yolundadır."Allah´ın kelâmı´ndan maksad Allah´ın İslam´a davetidir. Öyle ise sırf Allah´ın kelâmı yüce olsun gayesiyle savaşan Allah yolundadır, bu yüce maksada diğer beş maksaddan birini daha katan ihlâsı kaybeder ve asıl gâyesini ihlâl eder. Ancak mukâtelesine asıl maksad yapmamakla birlikte zımnî olarak yani tâli şekilde onlardan biri daha husûle gelse, bu ihlâsına zarar vermez, Cumhûr bu görüştedir.[109]



ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَجًُ قالَ يارَسُولَ اللّهِ  :  رَجُلٌ يُريدُ الجِهَادَ في سَبِيلِ اللّهِ وَهُوَ يَبْتَغِى عَرَضاً مِنَ الدُّنْيَا؟ فقَالَ َ أجْرَ لَهُ. فَأعَادَ عَلَيْهِ ثَثاً كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ َ أجْرَ لَهُ[. أخرجه أبو داود .



2. (  1042)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Bir adam gelerek Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir " diye sordu. Şu cevabı verdi  : 

"Ona hiçbir sevab yoktur!"

Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da her seferinde  : 

"Ona sevab yoktur!" diye cevap verdi." [Ebu Dâvud, Cihâd 25, (  2516).][110]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivâyet, önceki hadisi daha da açıklayıcı mahiyettedir. Mukâtelenin, Allah yolunda olması için ihlâs esastır, sırf Allah rızası için yapılması esastır. Gönlün derinliklerinde ganimet veya şöhret veya hamiyet gibi başka maksadların husulü de geçecek olursa, ihlâs kaybolacak ve yapılan amel Allah yolunda cihad olmaktan çıkacaktır. Bu hadisin Ebu Ümâme tarafından rivayet edilen vechinde, üçüncü sefer, َشَىْءَ لَهُ "Ona herhangi bir sevab yoktur" dedikten sonra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şunu ilâve etmiştir  : 

إنَّ اللّهَ َ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إَّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصاً وَابْتَغَى بِهِ وَجْهَهُ

"Allah, hâlis olmayan, sadece kendi rızasını taleb etmek için yapılmamış olan ameli kabul etmez."

Şunu da ilâve edelim  :  İbnu Ebî Cemre´ye göre, "Cihâdın asıl sâiki, Allah´ın kelâmını yüceltme maksadı olunca, bu meyanda ikinci bir maslahatın da husule gelmesi, ameldeki ihlâsa zarar vermez", âlimler bu görüştedir. [111]



ـ3ـ وعن شَدَّاد بن الهاد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَجًُ مِنَ ا‘عْرَابِ جَاءَ فَآمَنَ بِالنَّبىِّ # ثُمَّ قَالَ  :  أهَاجِرُ مَعَكَ؟ فَأوْصَى بِهِ النَّبىُّ # بَعْضَ أصْحَابِهِ فَكَانَتْ غَزَاةٌ غَنِمَ النَّبىُّ # فِيهَا شَيئاً فَقَسَّمَ وَقَسَمَ لَهُ. فقَالَ مَا هذَا؟ فقَالَ  :  قَسَمْتُهُ لَكَ. قَالَ  :  مَا عَلى هذَا اتَّبَعْتُكَ، وَلَكِنْ اتَّبَعْتُكَ عَلى أنْ أرْمَى إلى ههُنَا، وَأشَارَ بِيَدِهِ إلى حَلْقِهِ بِسَهْمٍ فَأمُوتَ فَأدْخَلَ الْجَنَّةَ. فقَالَ إنْ تَصْدُقِ اللّهَ يَصْدُقْكَ، فَلَبِثُوا قَليً ثُمَّ نَهَضُوا في قِتَالِ الْعَدُوِّ فَأتِىَ بِهِ النَّبِىُّ # مُحْمُوً قَدْ أصَابَهُ سَهْمٌ حَيْثُ أشَارَ. فقَالَ النَّبىُّ #  :  أهُوَ هُوَ؟ قَالُوا  :  نَعَمْ. قالَ  :  صَدَقَ اللّهَ فَصَدَقَهُ. ثُمَّ كُفِّنَ في جُبَّةِ النَّبىِّ # ثُمَّ قَدَّمَهُ فَصَلَّى عَلَيْهِ فَكَانَ مِمَّا ظَهَرَ مِنْ صََتِهِ  :  اللَّهُمَّ هذَا عَبْدُكَ خَرَجَ مُهَاجِراً في سَبِيلِكَ فقُتِلَ شَهِيداً وَأنَا شَهِيدٌ عَلى ذلِكَ[. أخرجه النسائى .



3. (  1043)- Şeddâd İbnu´l-Hâd (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Bir bedevî gelerek Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a iman etti. Sonra da sordu  : 

"Seninle hicret edeyim mi "

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onu ashabından birine teslim edip meşgul olmasını söyledi. Sonra yapılan gazvede Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), bir miktar ganimet elde etmişti. Bunu taksim etti ve bedevîye de bir pay ayırdı. Bedevî  : 

"Bu nedir " diye sordu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Bu payı sana ayırdım" dedi. Adam  : 

"Ben bunun için sana tâbi olmuş değilim, ben -eli ile boğazını göstererek- şuraya bir ok atılıp ölmem ve cennete gitmem için sana tâbi oldum" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da  : 

"Sen Allah´a sâdık oldun mu o da sana sâdık olur (  dilediğini verir)" dedi.

Askerler bir müddet durdular. Sonra düşmanla mukâtele etmek üzere kalktılar. Adamcağızı, az sonra sırtlayıp Hz.Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmiş ve ölmüştü. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Bu, o adam mı " diye sordu  : 

"Evet, odur!" dediler.

"Öyleyse o Allah´a doğru söyleyip sadâkat gösterdi, Allah da ona sadâkat gösterdi" dedi.

Adam, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın cübbesi ile kefenlendi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı. Okuduğu duadan işitilenler arasında şu da vardı  :  "Ey Allahım, bu senin bir kulundur. Senin yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şâhidlik ediyorum." [Nesâî, Cenâiz 61, (  4, 60, 61).][112]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayette Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in şehid üzerine cenâze namazı kılması mevzubahis olmaktadır. Halbuki Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre şehide namaz kılınmaz, şehid yıkanmaz da; şehid olduğu elbise ile birlikte olduğu gibi defnedilir. Bu sebeple hadisteki فَصَلَّى عَلَيْهِ tâbiri biraz münakaşa edilmiştir. Nevevî  :  "Burada salâttan maksad, namaz değil dua dır." der. Böyle olunca, şehide namaz kılmamış, ölüler için yaptığı mutad dualarından birini yapmıştır. Nevevî, buna delil olarak Buharî´nin bir rivayetini gösterir. Mezkur rivayette Hz.Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in Uhud şehidleri için sekiz yıl sonra dua ettiği belirtilir ve bu dua salât (  = namaz) kelimesiyle ifade edilir  :  [113]



صَلَّى رَسُولُ اللّهِ # عَلى قَتْلَى اُحدٍ بَعْدَ ثَمَانِى سِنِينَ

ـ4ـ وعن عبدالرحمن بن أبى عُقْبة عن أبيه. »وكان مولى من أهل فارس« قال  :  ]شَهِدْتُ معَ النَّبىِّ # أحُداً فَضَرَبْتُ رَجًُ مِنَ المُشْرِكِينَ فَقُلْتُ خُذْهَا وَأنَا الْغَُمُ الفَارِسىُّ. فَالْتَفَتَ إلىَّ النّبىُّ # فقَالَ  :  هًَّ قُلْتَ وَأنَا الْغَُمُ ا‘نْصَارِىُّ إنَّ ابنَ أخْتِ الْقَوْمِ مِنْهُمْ، وَإنَّ مَوْلى الْقَوْمِ مِنْهُمْ[. أخرجه أبو داود .



4. (  1044)- Abdurrahman İbnu Ebî Ukbe, babasından naklediyor. Babası İran asıllı bir azadlı idi. Der ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Uhud Savaşı´na katıldım. Müşriklerden bir adama darbeyi indirdim ve  :  "Al, bu sana benden, ben İranlı bir köleden!" dedim. (  Sözlerimi işitmiş bulunan) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bana doğru baktı ve  :  "Niye, ben Ensarî bir köleyim demedin Bir kavmin kızkardeşlerinin oğlu o kavimden sayılır" dedi. [Ebu Dâvud, Edeb 121, 5/23; İbnu Mâce, Cihâd 13, (  2784).] Bu hadisin son cümlesi yani, اِبْنُ اخْتِ الْقَوْمِ مِنْهُمْ ibaresi diğer kitaplarda da yer alır. [Buharî, Ferâiz 24, Tirmizî, Menâkıb 85, (  3897); Nesâî, Zekât 96, (  5, 106); Müslim, Zekat 133, (  1059).][114]



AÇIKLAMA  : 



Ebu Davûd, merhum, bu rivayeti, Asabiyet Babı adını verdiği bir başlık altında kaydeder. Asabiyet, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın aynı babta kaydedilen bir hadisinde, "kişinin kavmine zulümde yardımcı olmasıdır" diye tarif edilir. Bugünkü karşılığı ırkçılıktır. İslâm, ırkçılığı reddeder. Bu sebeple, bir cemiyette bulunan ırkî azınlıkların, milliyet yönüyle kendilerini bulundukları cemiyetten saymaları prensibini vazetmiştir. Burada mezkur prensibin tatbikatına canlı bir örnek görmekteyiz  :  Kendisini İranlı bilen bir köle Müslüman, Müslümanlarla birlikte Uhud Savaşı´na katılır. Mekkeli bir müşriğe kılıcıyla darbesini indirirken, o zamanın âdeti üzerine kendisini tanıtır  :  "Ben İranlı bir köle falanca!"

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale ederek, kendini Ensârî olarak tanıtmasını söyler ve prensip vazeder  :  "Bir kavmin kızkardeşinin oğlu o kavimden sayılır." Burada "kızkardeşinin oğlu" tâbiriyle, kavim içinde yer alan, kan bağı bulunmayan azınlıkların kastedildiği açıktır.

Hemen belirtelim ki, düşmanına öldürücü darbeyi indirirken kişinin kendisini tanıtması, o devirde câri olan bir âdettir; böylece Secâat arzederek iftihar etmiş, övünmüş olmaktadır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buna karşı çıkmıyor. Kendisini Ensarî olarak tanıtmamış olmasına karşı çıkıyor. Çünkü bir kavmin içinde yaşayıp, bir kısım hukukî, içtimâî, örfî bağlarla bağlanan kişi artık onlardandır. Bu keyfiyet مَوْلَى الْقَوْمِ مِنْهُمْ "Bir kavmin azadlısı onlardandır" şeklinde de ifade edilmiştir. Yanında sır ifşâsından, yardımlaşma, sevgi, meşveret gibi pek çok bağlarla bağlanarak kederde ve sevinçte müştereklik sebebiyle aralarında kader birliği hâsıl olan kimselerin, kendilerini, kan farklılığı sebebiyle ayrı hissetmelerini İslâm tecviz etmiyor. İslâm´da madde değil mâna, kan değil ideal birliği, -temel prensiplerini iman esaslarının oluşturduğu- kültür birliği mühimdir. [115]


DÖRDÜNCÜ FASIL

KITÂL VE GAZVE AHKÂMI


ـ1ـ عن بريدة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسول اللّه # إذَا أمَّرَ ا‘مِيرَ عَلى جَيْشٍ أوْ سَرِيَّةٍ أوْصَاهُ في خَاصَّتِهِ بَتَقوى اللّهِ تَعالى وَمَنْ مَعَهُ مِنَ المُسْلمِينَ خَيراً، ثُمَّ قالَ  :  اغْزُوا بِسْمِ اللّهِ في سَبيلِ اللّهِ، قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللّهِ، اغْزُوا وََ تَغُلُّوا وََ تَغْدُرُوا وََ تُمَثِّلُوا وََ تَقْتُلُوا وَلِيداً. فَإذَا لََقيتَ عَدُوَّكَ مِنَ المُشْرِكِينَ فادْعُهُمْ إلى ثَثِ خَِلٍ، فَإنْ أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ  :  ادْعُهُمْ إلى ا“سَْمِ، فإنْ أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُم، ثُمَّ ادْعُهُمْ إلى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إلى دَارِ المُهَاجِرِينَ، وَأخْبِرْهُمْ إنَّهُمْ إنْ فَعَلُوا ذلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ، وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَيْهِمْ، فإنْ أبَوْ أنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فأخْبِرْهُمْ أنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأعْرابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِى عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللّهِ تعالى الَّذى يَجْرِى عَلى الْمُؤمِنِينَ وََ يَكُونَ لَهُمْ في الْغَنِيمَةِ وَالْفَئِ شَئٌ إَّ أنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ وَإنْ هُمْ أبَوْا فَسَلْهُمُ الْجِزْيَةَ، فإنْ هُمْ أجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وكُفَّ عَنْهُمْ. فإنْ أبَوْا فَاسْتَعنْ بِاللّهِ تعالى عَلَيْهِمْ وَقَاتِلْهُمْ، وَإذَا حَاصَرْتَ أهْلَ حِصْنٍ فَأرَادُوكَ أنْ تَجْعَلَ لَهُمْ ذِمَّةَ اللّهِ تعالى وَذِمَّةَ نَبِيِّهِ فََ تَفْعَلْ، وَلَكِنْ اجْعَلْ لَهُمْ ذِمَّتَك وَذِمَّة أصْحَابِكَ، فَإنَّكُمْ إنْ تَخْفُرُوا ذِمَّتَكُمْ وَذِمَّة أصْحَابِكُمْ أهْوَنُ مِنْ أنْ تَخْفَرُوا ذِمَّة اللّهِ تعالى وَذِمَّة رسولهِ #. وَإذَا

حَاصَرْتَ أهْلَ حِصْنٍ وَأرَادُوكَ أنْ تُنْزِلَهُمْ عَلى حُكْمِ اللّهِ تعالى فََ تُنزِلْهُمْ عَلى حُكْمِ اللّهِ تعالى، وَلَكِنْ أنزِلْهُمْ عَلى حُكْمِكَ، فإنَّكَ َ تَدْرِى أتُصِيبُ فِيهِمْ حُكْمَ اللّهِ تَعالى أمْ َ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .



1. (  1045)- Büreyde (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği zaman, -hassaten komutana- Allah´a karşı muttaki olmasını, beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi  :  "Allah´ın adıyla ve Allah´ın rızası için savaşın. Allah´ı inkâr eden kâfirlerle çarpışın. Gazâ edin fakat ganimete hıyanet etmeyin, haksızlıkda bulunmayın, ölülerin vücudlarına sataşıp burun ve kulaklarını kesmeyin, (  önünüze çıkan) çocukları öldürmeyin!

Müşrik düşmanlarla karşılaşınca onları önce üç şeyden birine çağır  :  Bunlardan birine cevap verirlerse onlardan bunu kabul et ve artık dokunma!

Önce İslâm´a dâvet et. İcâbet ederlerse hemen kabul et ve elini onlardan çek. Sonra onları yurtlarından muhâcirler diyarına hicrete dâvet et. Ve onlara haber ver ki, eğer bunu yapacak olurlarsa Muhacirler´e va´dedilen bütün mükâfaat ve vecibeler aynen onlara da terettüp edecektir. Hicretten imtina edecek olurlarsa bilsinler ki, Müslüman bedevîler hükmündedirler ve Allah´ın mü´minler üzerine câri olan hükmü onlara icra edilecektir; ganimet ve fey´den kendilerine hiçbir pay ayrılmayacaktır. Müslümanlarla birlikte cihâda katılırlarsa o hâriç, (  o zaman ganimete iştirak ederler.)

Bu şartlarda Müslüman olma teklifini kabul etmezlerse, onlardan cizye iste, müsbet cevap verirlerse hemen kabul et ve onları serbest bırak.

Bundan da imtina ederlerse, onlara karşı Allah´tan yardım dile ve onlarla savaş. Bu durumda bir kale ahâlisini muhâsara ettiğinde onlar senden Allah ve Resûlü´nün ahd ve emânını talep ederlerse kabul etme; onlar için, kendine ve ashâbına ait bir emân tanı. Zira sizin kendi ahdinizi veya arkadaşlarınızın ahdini bozmanız, Allah´ın ve Resûlü´nün ahdini bozmaktan ehvendir.

Eğer bir kale ahalisini kuşattığında onlar, senden Allah´ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse sakın onlara Allah´ın hükmünü tatbik etme, lâkin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allah´ın onlar hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin." [Müslim, Cihâd 3, (  1731); Tirmizî, Siyer 48, (  1617), Diyât, 14, (  1408  ); Ebu Dâvud, Cihâd 90, (  2612, 2613).][116]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadis, yola çıkarılan ordu ile alâkalı bazı mühim esasları tesbit etmektedir  : 

1. Komutana ve askerlere verilecek talimat  :  Birçok rivayetlerde, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, askerleri yola vurmazdan önce bazı nasihatlarda bulunduğunu, bu meyanda düşmana karşı nasıl davranmaları gerektiğini ana hatlarıya hatırlatmaktadır.

a) Komutana hususi tavsiye  :  Öncelikle takva yani Allah´tan korkmak hatırlatılmaktadır. Aslında takva herkes için gerekli olmakla birlikte, betahsis komutana hatırlatılmasında, şârih Tîbî şu inceliği tesbit eder  :  Komutan, kendi kendine daha titiz, daha şiddetli davranmalı, emri altındaki Müslümanlara karşı suhuletle ve merhametle muâmele etmelidir. Nitekim hadiste  :  يَسِّرُوا وََتُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وََتُنَفِّرُوا

"Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin" buyrulmuştur.

b) Hepsine müşterek talimat  :  Cihadı Allah için ve Allah adına yapmak. Bunun gerçekleşmesi için Allah´ın koyduğu prensiplere uymak; ganimetten çalmamak, çocukları öldürmemek, başka rivayetlerde kadınlar, muhârib olmayan yaşlılar, din adamları da zikredilir. Ölülere müsle´de bulunmamak. "Müsle" ölünün burnunu, kulağını kesmek, gözünü oymak, ciğerini sökmek gibi, hakaket olsun diye yapılan kötü muamelelerdir. Dinimiz bunları yasaklıyor.

* Başka rivayetlerde komutana itaat, arkadaşlarıyla iyi geçinmek, savaş sırasında geri kaçmayıp sabretmek, sebat etmek gibi başka teferruatlar da zikredilir.

* Düşmana saldırmazdan önce İslâm´ı teklif etmek[117], kabul etmezlerse cizye teklif etmek, en son durumda savaşa karar vermek.

* Karşılaşılan insanların Müslüman olup olmadıklarını tahkik ve meselâ ezan sesi duyulan bir köye saldırmamak, ganimet için saldırmamak, herhangi bir anlaşma yapıldığı takdirde verilen sözde durup, ahdini bozmamak... vs. orduya verilen müşterek tâlimat arasında yer alan hususlardır. Hadislerde gelen bu paraleldeki örneklere dayanarak fukaha, "İmamın (  veya ona bedel ordu çıkaran başkomutanın), kumandan ve emrindeki diğer askerlere, yola çıkmazdan önce hitab ederek,

Allah´tan korkmalarını, emirleri altındakilere iyi muamele etmelerini tavsiye etmesi, harp esnasındaki vazifelerini ve kendilerine nelerin haram, helâl mekruh veya müstehab olduğunu bildirmesi gerekir" demişlerdir.

2- Hadiste geçen, "muhâcirler diyarına hicrete dâvet" meselesi, Müslüman olan yeni kabileler için cârî idi. "Bunu yapacak olurlarsa Muhacirler´e vaadedilen bütün mükâfaat ve vecibeler aynen onlara da terettüp edecektir" sözü, onlar hicret ettikleri takdirde "Muhacir" statatüsüne girecekler demektir. Gerek "sevap" yönüyle ve gerekse "fey´e iştiraki hak etme" yönüyle Muhâcirler avantajlı idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Muhacirler´e, cihada çıkış anından itibaren -imam her ne vakit emretmişse- düşmanın karşısında yeterli sayıda kimsenin bulunup bulunmamasına bakmadan, infak ederdi. Halbuki muhâcir olmayanlar böyle değildi. Zira, düşmanın karşısında, yeterli miktarda asker olursa, muhâcir olmayanların çıkması vâcib değildi. Şu halde hadiste geçen "Muhacirler´e terettüp eden vecibe"den maksad budur, yani gazveye çıkma vecibesi.

Hicretten imtina etmeleri halinde "Müslüman bedevîler hükmünde" olmaları, "dâr-ı küfürde değil, kendi bölgelerinde kalan bedevîler hükmünde olmaları" demektir. Çünkü Müslüman olup da dâr-ı küfürde kalanlara Allah ve Resûlü´nün hiç bir zimmeti olmayacağı, onların imanlarının bile makbul olmayacağı ayetlerle bildirilmiştir. (  Nisa 89, 97; En fal 72). Hicret etmeyenlere bu hadiste كَاَعْرَابِ المسلمين "Müslüman bedevîleri gibidir" denmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayet böylelerine, "Allah´ın mü´ minler üzerine câri olan (  namaz, zekat... gibi ibâdete giren farzlar, kısas, diyet gibi cezâî hükümler) hükmünün icra edileceğini bildirir. Tirmizî´nin rivâyetinde اَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِى عَلَيْهِمْ مَا يَجْرِى عَلَى اَْعْرَابِ denir. Yani "Bedevîlere icra edilen ahkâm" tatbik edilir tabirine yer verilir.

3- Muhâsara edilen kale ahalisinin emân talebi üzerine yapılacak antlaşmayı Allah ve Resûlü adına değil, kendi adınıza yapın, tenbihi de dikkat çekicidir. Nevevî, bu nehyin (  yasaklamanın) "tenzihî" bir yasak olduğunu belirtir. Yani mutlaka uyulması gereken kesin bir emir olmayıp "kendi adınıza yaparsanız daha iyi, daha isabetli olur" mânasında bir tavsiye olduğunu söyler. "Çünkü, der, bazı ahvalde, bu zimmetin hakkını bilmeyenler, yapılan ahdi bozuyorlar, hususan bedevîler ve askerlerin ekserisi, ahdin hürmetini ihlâl ediyorlar." Buradan anlaşılıyor ki ihlâle uğrayacağı kaçınılmaz olan anlaşmayı Allah adına yapmanın mesuliyeti büyüktür. Allah ve Resûlü adına yapılan anlaşmalara mutlak riâyet gerekir. Aksi halde kaçınmak evlâdır.

4- Şârihler, bu hadisin, son paragrafında geçen "...Sakın onlara Allah´ın hükmünü tatbik etme, lakin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allah´ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin..."[118] cümlesinden hareket eden bâzı alimler  :  "Bu hadiste, bir mesele üzerine farklı hüküm getiren müctehidlerden her biri musib (  doğruyu bulmuş) değildir, içlerinden sâdece bir tanesi musibtir, o da nefsülemirde Allah´ın verdiği hükme muvâfık olandır" görüşüne delil bulunduğunu söylemiştir. Ancak, "Her müçtehid musibdir" diyenler şu cevabı vermişlerdir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Allah´ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin" sözünün mânası  :  "Sen, bu konuda bana bir vahyin inip inmediğinden emin olamazsın, halbuki kendi hükmünde kesin olabilirsin" demektir. Nitekim Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Sa´d İbnu Muâz (  radıyallahu anh)´ın Benî Kureyza Yahudileri üzerine hakemliğiyle ilgili olan Ebu Saîd rivayetinde  :  "Onlar hakkında Allah´ın hükmüyle hükmettin" demişti. Bu mâna Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra ortadan kalkmıştır. Öyle ise, her müctehid musibdir" Aliyyü´l-Kârî, Mu´tezile ve bir kısım Ehl-i Sünnetin böyle hükmettiğini belirtir.

5- İmam Mâlik, Evzâî ve diğer bazı fakihler, bu hadise dayanarak, "Cizye, Arap olsun, acem olsun, kitâbî olsun, Mecûsi veya bir başka dine mensup olsun bütün gayr-i müslimlerden alınır" demişlerdir.

İmam Âzam´a göre, cizye, Arab´ın müşrikleri ile Mecusileri müstesna olmak üzere bütün kâfirlerden alınır.

İmam Şâfiî´ye göre, Arap olsun, acem olsun yalnız Ehl-i Kitap ile Mecûsilerden alınır.[119]



ـ2ـ وعن عبداللّه بن عون قال  :  ]كَتَبْتُ إلى نَافِعٍ أسألُهُ عَنْ الدُّعَاءِ قَبْلَ الْقِتَالِ، فقَالَ  :  إنَّمَا كانَ ذلكَ في أوَّلِ ا“سَْمِ، وَقَدْ أغَارَ رسول اللّه #

عَلى بَنِى المُصْطَلِقِ وَهُمْ غَارُّونَ وَأنْعَامُهُمْ تُسْقَى عَلى الماءِ فََقَتَلَ مُقَاتِلَتَهُمْ وَسَبَى ذَرَارِيَّهُمْ وَأصَابَ يَوْمَئِذٍ جُوَيْرِيَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها. حَدثنى بذلك عبداللّه بن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما وكان في ذلك الجيش[. أخرجه الشيخان وأبو داود. ومعنى »غَارُّونَ« أى غافلون .



2. (  1046)- Abdullah İbnu Avn anlatıyor  :  "Nâfi´ye yazarak savaştan önce (  müşrikleri İslâm´a) davet etme hususunda sordum. Şu cevabı verdi  :  "Bu İslâm´ın başında idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Benî Müstalik´e ani baskın yaptı. Adamları gâfildi, hayvanları su kenarında sulanmakta idi. Savaşabilecekleri öldürdü, kadın ve çocuklarını da esir etti. O gün Cüveyriye (  radıyallahu anhâ) validemizi esir almıştı.

Bunu bana Abdullah İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) rivayet etti. Abdullah bu orduya asker olarak katılmıştı." [Buharî, Itk 13; Müslim, Cihâd 1, (  1730); Ebu Dâvud, Cihâd 100, (  2633).][120]



AÇIKLAMA  : 



Nâfi, İbnu Ömer´in yetiştirdiği büyük muhaddislerdendir, azatlısıdır. Bu rivayet önceki hadiste yer alan mühim bir prensibe muhalefet etmektedir. Düşmanla karşılaşınca önce İslâm´a dâvet. Nâfi´nin İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ)´den işittiğine göre Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) bu prensibi sonradan uygulamamıştır. En güzel örnek Benî Mustalik Gazvesi´dir. Burada, gaflet anlarında âni baskın yapılmıştır. Başta Nâfi olmak üzere bazı âlimler, bu rivayetten hareketle, İslâm dâvasını işitmiş olan kâfirlere, İslâm´a davet etmeksizin, savaş açmanın câiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüş, bu mevzu üzerine ileri sürülen üç farklı görüşün en sahihi kabul edilmiştir. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz  : 

1- Kâfire haber vermek, mutlak olarak vacib değildir.

2- Mutlak olarak vâcibtir.

3- İslâm dâveti ulaşmayanlara duyurmak vacib ise de, ulaşanlara duyurmak vacib değildir, ancak dâvet edilmesi yine de müstehabdır. İlim adamlarının çoğunlukla bu görüşü benimsediği belirtilir. Bunu te´yid eden sahîh rivayetler mevcuttur. [121]



ـ3ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا بَعَثَ أحَداً مِنْ أصْحَابِهِ في بَعْضِ أمْرِهِ قالَ  :  بَشِّرُوا وََ تُنَفِّرُوا، وَيَسِّرُوا وََ تُعَسِّرُوا[. أخرجه مسلم .



3. (  1047)- Ebu Mûsa (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ashâbından birini herhangi bir iş için gönderince şu tenbihte bulunurdu; "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın." [Müslim, Cihâd, (  1732).][122]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivâyet, bir vazife ile gönderilen herkese, suhûletli davranması için Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın tenbihte bulunduğunu açıkca ifade etmektedir. Yine Müslim´in rivayetine göre Ebu Musa´ya ve Hz. Muâz´ı Ebu Bürde ile Yemen´e gönderirken onlara da aynı tenbihi yapmış ilâveten "geçimli olun, ihtilâflı, geçimsiz olmayın" demiştir.

Nevevî der ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu kelimelerde bir şeyle onun zıddını cemedip birleştirmiştir. Zira bu iki zıd ayrı ayrı vakitlerde yapılır. Şayet sâdece birini söyleyip mesela  :  "Kolaylık gösterin" demiş olsaydı, bir veya bir kaç kere kolaylıkta bulunup, çoğu işlerinde zorluk çıkaran kimse bu söze uyduğunu söyleyebilirdi. "Zorlaştırmayın" da demiş olunca, her çeşit durumda bütün çeşitleriyle zorlaştırmayı nefyetmiş olmaktadır. Asıl istenen de budur."

Hadiste şu hükümler de görülmektedir  : 

1- Allah´ın fazlından, sevâbının büyüklüğünden, ihsanının bolluğundan, rahmetinin genişliğinden bahsederek hep müjdeleyici olmalı, tebşir edici şeyleri hiç zikretmeden sadece korkutucu ve tehdid edici şeylerden bahsederek ürkütmemeli, nefret ettirmemeli.

2- Yeni Müslüman olanların gönlünü kazanmaya gayret edip, onlara karşı sertlikten kaçınmalıdır.

3- Keza çocuklardan bülûğa erme çağına yaklaşanlara, büluğa yeni erenlere, herhangi bir günahtan tevbe edip rücû edenlere mülayim ve mültefit olmalı, bunları ibadet ve mükellefiyetlere tedricî olarak yavaş yavaş, azar azar alıştırmalıdır. Nitekim teklife giren bütün İslâmî emirler tedricen gelmiştir. Buna dâhil edilmek istenen gence veya girmek arzu eden yabancıya kolaylık gösterilirse, bu ona hafif gelir ve kendiliğinden yavaş yavaş artırır. Ama aksine işin başında zorluk çıkarılır veya yapabileceği hususunda tereddüde düşürülürse, bu vaziyette girse bile, korkulur ki şevkle devam edemez, amellerinden zevk alamaz ve tamamen bırakır.

4- Valilere, memurlara, halka rıfkla, merhametle davranmaları emredilmelidir.

5- Bir işte, idârede, hizmette vs. de müşterek vazife almış olanlar iyi geçinmeli, ihtilâftan kaçınmalıdırlar. Çünkü mühim, gayr-ı mühim bütün işler ittifak olursa başarılır ve netice alınır. İhtilâfın girdiği yerde maksad elden kaçar.

6. İmam (  devlet reisi), tâyin ettiği memurları Hz. Muaz ve Ebu Musa (  radıyallahu anhümâ) gibi fevkalâde fâzıl ve sâlih kişiler bile olsalar hayır tavsiyede bulunmalıdır. Zira "Öğüt, mü´minlere fayda verir." (  Zâriyât 55).[123]

ـ4ـ وعن سمرة بن جندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  اقْتُلُوا شُيُوخَ الْمُشْرِكِينَ وَاسْتَبْقُوا شَرْخَهُمْ، يَعْنِى مَنْ لَمْ يَنْبُتْ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



4. (  1048  )- Semure İbnu Cündeb (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Müşriklerin yaşlılarını öldürün, fakat tıfıllarına (  şerh) yani henüz tüyü çıkmayanlara dokunmayın." [Ebu Dâvud, Cihâd 121, (  2670); Tirmizî, Siyer 28, (  1583).[124]



AÇIKLAMA  : 



Hadisin aslında geçen şeyh yaşlı demektir. Bu kelimenin muhtelif kullanışları var. Pir-i fâni mânasına da gelir. Ancak şârihler, bu hadiste eli kılınç tutan yaşlı erkek mânasında kullanıldığını belirtirler.

Şerh kelimesi de genç mânasına da kullanılır ise de burada henüz tüyü bitmeyen yani büluğa ermeyen çocuk demektir. Dilimizde biraz âmiyâne de olsa "tıfıl" kelimesini bu mânada kullanırız. Tüyün çıkması, büluğa ermenin maddî alâmeti kabul edilmiştir. Bazı ihtilâflı durumlarda bu, mi´yar olarak alınmıştır. Benû Kureyza Yahudileri, ihânetleri sonucu olarak, hakemleri Sa´d İbnu Muaz tarafından

çocukların dışında kalanların öldürülmesine hükmedilince, çocukların tesbiti şüpheli durumlarda tüy kontrolüyle yapılmıştır.

Başka hadislerde, savaşta savaşamayacak durumda olan yaşlıların ve kadınların öldürülmesi sarih olarak yasaklanmıştır. َ تَقْتُلُوا شَيْخًا فَانِيًا Bu yasakla yukarıdaki hadis arasında bir tezad mevzubahis değildir.[125]



ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]وُجِدَتِ امْرَأةٌ مَقْتُولَةٌ في بَعْضِ مَغَازِى رسولِ اللّه #، فَنَهَى رسولُ اللّه # عَنْ قَتْلِ النِّسَاءِ وَالصِّبْيَانِ[. أخرجه الستة إ النسائى .



5. (  1049)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine kadınları ve çocukları öldürmeyi yasakladı." [Buharî, Cihâd 147, 148; Müslim, Cihâd 24, (  1744); Muvatta 3, (  2, 447); Tirmizî, Cihâd 19, (  1569); Ebu Dâvud, Cihâd 34, (  1667); İbnu Mâce, 30, (  2841).][126]



AÇIKLAMA  : 



Kadın ve çocuğun öldürülmesini yasaklayan muhtelif rivayetler mevcuttur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) zaman zaman öldürülmüş kadınlara rastladıkça yasağı tekrarlamış ve hatırlatmıştır. İbnu Hacer´in şerhte kaydettiği bir rivayete göre, Taif´de öldürülmüş bir kadın gören Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Ben kadınları öldürmeyi yasaklamadım mı, bunu kim öldürdü " diye sorarak meselenin üzerine gider. Bir adam atılarak açıklar  : 

"Ben ya Resûlullah. Ben onu tutup bineğimin arkasına almıştım. Beni aşağı düşürüp öldürmeye teşebbüs etti, ben de öldürdüm." Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kadının gömülmesini emreder.

İmam Malik ve Evzâî hazretleri, Resûlullah ´ın bu husustaki hassasiyetine binâen şu hükme varırlar  :  "Kadın ve çocuğun (  savaşta) öldürülmesi hiçbir surette câiz değildir, öyle ki, ehl-i harb, kadın ve çocukları kendilerine kalkan yapıp gerisinde siperlenseler veya bir kaleye veya gemiye girip beraberlerinde çocukları ve kadınları alıp perde olarak tutsalar onlara öldürücü atış yapmak veya sığınaklarını yakmak caiz olmaz."

İmam Şâfiî ve Kûfîler (  Hanefî ulemâsı)  :  "Kadın savaşçı (  olarak askerlere karışmış) ise öldürülmeleri câizdir" demişlerdir.

Mâlikîlerden İbnu Habîb  :  "Kadının savaşa katılması öldürülmesine kasdetmek için yeterli değildir, bizzat öldürme işine mübâşeret etmiş ve buna kasdetmiş olması şarttır" der. Mürahik çocuğun durumu da aynıdır.

İbnu Battâl´ın nakline göre, bütün ulemâ, kadın ve çocuğu öldürmeye kasdetmenin câiz olmadığında ittifak etmişlerdir. Kadın için  :  "Zayıf olmaları sebebiyle", çocuklar için de  :  "Küfre düşmekte kâsır olmaları sebebiyle" derler ve ilâve ederler  :  "Her ikisinden de istifâde etme imkânı vardır..."[127]



ـ6ـ وعن النعمان بن مُقَرِّنْ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]غَزَوْتُ مَعَ رسُولِ اللّه # غَزَوَاتٍ، فَكَانَ إذَا طَلَعَ الْفَجْرُ أمْسَكَ عَنِ الْقِتَالِ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ، وَإذَا طَلَعَتْ قَاتَلَ حَتَّى إذَا انْتَصَفَ النَّهَارُ أمْسَكَ حَتَّى تَزُولَ الشَّمْسُ، فَإذَا زَالَتْ قَاتَلَ حَتَّى الْعَصْرِ ثُمَّ أمْسَكَ حَتَّى يُصَلِّى الْعَصْرَ ثُمَّ قَاتَلَ؛ وَكانَ يَقُولُ  :  عنْدَ هذِهِ ا‘وْقَاتِ تَهِيجُ رِيَاحُ النَّصْرِ وَيَدْعُو المُؤمِنِينَ لِجُيُوشِهِمْ في صَلَوَاتِهِمْ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



6. (  1050)- Nu´mân İbnu Mukarrin (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birçok gazvelere katıldım. (  Şunu gördüm)  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), şafak sökünce, güneş doğuncaya kadar mukâteleyi durdururdu. Güneş doğunca öğle vaktine kadar tekrar mukâteleye geçerdi. Tam öğle vaktinde mukâteleyi durdurur, güneş batıya meyledinceye kadar ara verirdi. Meyledince, ikindi vaktine kadar mukâtele eder, ikindi vaktinde ikindi namazını kılıncaya kadar ara verir, sonra tekrar mukateleye geçerdi. (  Ashab) derdi ki  :  "Bu vakitte (  yani güneşin zevali vaktinde) yardım rüzgârları eser, mü´minler namazlarında orduları için dua ederler." [Tirmizî, Siyer 46, (  1612); Ebu Dâvud, Cihâd 111, (  2655); Buharî, Cizye 1.][128]



AÇIKLAMA  : 



Nu´man İbnu Mukarrin (  Nu´mân İbnu Amr İbni Mukarrin el-Müzenî) (  radıyallahu anh), Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e Müzeyne kabilesinden 400 kişilik bir heyetle gelip Müslüman olanlardandır. Basra ve sonra da Kûfe´de yaşamıştır. Nehâvend ordusunda Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´in âmili idi, fetih günü şehid olmuştur (  radıyallahu anh).

Bu rivayet Buhârî´de kısmen, Ebu Dâvud´da muhtasar olarak yer alır. İbnu Hacer, rivâyette inkıta olduğunu belirtir.

Rivâyete dikkat edilince Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın namaz vakitlerinde kâfirlerle mukâteleden kaçındığı görülmektedir. Zira o vakitlerde ibadetle meşguliyet esastır. Rivâyetin sonundaki  :  "Bu vakitlerde yardım rüzgârları eser..." cümlesi ilk nazarda Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in sözü gibi gözükmekte ise de, şârihler, bunu Ashab´ın söylediğini tasrih ederler. Nitekim Tirmizî´nin rivâyetinde وَكَانَ يَقُولُ şeklinde değil, وَكَانَ يَقُالُ şeklinde, yani  :  "Denilirdi ki  :  ..." diye gelmiştir.

Şârihler, ikindi namazından sonraki vaktin, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından bilhassa arandığını belirtirler. "Çünkü, derler, bazı peygamberlere Cenab-ı Hakk´ın nusret ve yardımı hep ikindiden sonra gelmiştir. Buna delil olarak şu hadis gösterilir  : 

عَنِ النَّبِىِّ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ  :  غَزَا نَبِىُّ مِنَ اْ‘َنْبِيَاءِ فَدَنَا مِنَ الْقَرْيَةِ صََةَ الْعَصْرِ اَوْ قَرِيبًا مِنْ ذَلِكَ فَقَالَ لِلشَّمْسِ إِنَّكَ مَأْمُورَة وَأَنَا مَأْمُُورٌ اَللَّهُمَّ اَحْبِسْهَا عَلَيْنَا فَحُبسَتْ حَتَّ حتَّى فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ

Ebu Hüreyre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle dediğini rivayet etmiştir  :  "Gazveye çıkan peygamberlerden biri, ikindi vakti sırasında veya ikindiye yakın bir zamanda fethedeceği köye yaklaştı. Güneşe  :  "Ey güneş nasıl sen bir memursan, ben de bir memurum" dedi ve Allah´a yönelerek  :  "Ey Rabbim, güneşi durdur, vakit çıkmadan gazvemizi tamamlayalım" diye dua etti. Güneş durduruldu. Allah´ın yardımı ile köy fethedildi."

Rivayette, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın diğer vakitlerdeki savaşma keyfiyeti قَاتل (  savaştı) diye mâzi ile ifade edilirken, ikindi vaktindeki savaşının يقَاتل (  savaşır) diye muzârı ile ifâde edilmiş olmasını, şârih Tîbî, ikindi vaktinin taşıdığı bu hususiyet ve sırda arar ve Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendi için bu vakti hâssaten aradığına dikkat çeker.

İkindi sırasında esen rüzgâr da Müslümanlar tarafından yardım rüzgârı olarak değerlendirilmiştir. Çünkü, Cenab-ı Hakk, Müslümanlara Hendek Savaşı sırasında rüzgârla yardım etmiş, Ahzâb´ın (  müttefik orduların) dağılıp gitmeleri rüzgârla sağlanmıştı.

Rivayette son olarak -Ashâb´ın sözü olarak- bir hususa daha yer verilmektedir  :  Mü´minlerin gazaya çıkan orduları için duaları. Buna -kunut duası şeklinde- namazın içinde yer verildiği gibi, namazın arkasından yapılan dualar esnasında da yer verilmiştir. Günümüzde bile İslâm ordularının zaferi için dua yapılır. Anlaşılacağı üzere bu güzel âdet, menşeini Ashab´tan almaktadır.[129]



ـ7ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رَسولُ اللّهِ # يُغِيرُ عِنْدَ صََةِ الصُّبْحِ، وَكانَ يَسْتَمِعُ فَإذَا سَمِعَ أذاناً أمْسَكَ وَإَّ أغَارَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .



7. (  1051)- Hz. Enes (  radıyallahu anh)  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), sabah vakti baskın yapardı. (  Yaklaştığı yerleşim bölgesine) kulak kabartır, (  ezan okunup okunmadığını kontrol eder) ezan sesi işitecek olursa durur, işitmezse saldırıya geçerdi." [Müslim, Salât 9, (  382). Tirmizî, (  Siyer 48, (  1618  ); Ebu Dâvud, Cihâd 100, (  2634).][130]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu rivâyet Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in gazveye çıktığı vakit, yerleşim bölgelerine geceleyin yaklaşmayı tercih ettiğini göstermektedir. Sabaha doğru yaklaşmışsa ezan vaktini bekler, ezan okunup okunmadığını kontrol eder, şâyet ezan sesi duyarsa baskın yapmaz, duymayacak olursa baskın yapardı. Arapça´da اَغَارَ "aniden basmak" mânasına gelir. Askerî hareketlerde başarının sırrı, büyük ölçüde, ani baskına dayanır. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) gazvelerde askerî prensiplere âzamî ölçüde riayetkâr olmuştur. Düşmanın tertib almasına imkân tanımadan âni basabilmek için istihbârat meselesine ziyade ehemmiyet verdiğini, "Harb bir hiledir" diyerek aldatıcı, şaşırtıcı davranışlarla, kendi hazırlığını gizlediğini belirtmiştik (  Bak 1037 hadis). Bu davranışın düşmanı gafil avlamaya, âni baskın yapmaya matuf olduğu açıktır.

Önceki rivayetle bunun arasındaki farklılığı ezan işitme durumuyla izah edebiliriz  :  "Ezan işitince mü´minlerin olduğu da anlaşıldığı için, yanlışlıkla onlara zarar gelmemesi için, güneş doğuncaya kadar saldırıya geçmezdi." Şüphesiz bu davranış müşrik ve Müslümanların karışık olduğu yerlerle ilgili. Müslümanların bulunmadığı kesinlikle bilinen hedefler, bu hadiste ifâde edildiği üzere fecr vaktinden sonra âni baskına mâruz bırakılması normaldir.

2- Alimler bu rivâyetten şu hükümleri çıkarmışlardır  : 

a) Ezan İslâm´ın şiâr ve alemidir. Bir beldede bunun terki câiz değildir. Bir belde halkı elbirliği terkettiği takdirde sultanın onlarla savaşması gerekir (  İmam Muhammed´in fetvası).

b) İslâm kendilerine ulaşmış olanlara, İslâm´a girme dâveti yapılmadan âni baskın yapılabilir. (  Bak. 1045. hadis).

c) Delile dayanarak hüküm vermek câizdir, çünkü Hz.Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) sâdece ezan işitmiş olmakla kıtâlden vazgeçmiştir.

d) Kan dökme meselesinde ihtiyatta en muvafık olan (  ahvat) ile amel esastır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) aralarında Müslüman bulunabilir ihtimaliyle baskını terkediyor, ezanı bekliyor. Ayrıca, Tirmizî´nin rivâyetinde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "Allahu ekber, eşhedu enlailahe illallah" sözünü işitmesiyle baskından vazgeçtiği belirtilir. Bu sesin, İslâm´a delalet etmeme ihtimaline rağmen baskından vazgeçilmesi ahvat´la amele delil olmaktadır.

e) Tekbir Müslümanlara has bir şiârdır.

f) Tekbirin işitilmesiyle, bir köy halkı hakkında "Müslümandır" diye hükmedilebilir.[131]



ـ8ـ وعن عصام المزنى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسولَ اللّه # إذَا بَعَثَ جَيشاً أوْ سَرِيَّةً يَقُولُ لَهُمْ  :  إذَا رَأيْتُمْ مَسْجِداً أوْ سَمِعْتُمْ مُوذِّناً فََ تَقْتُلُوا أحداً[. أخرجه أبو داود والترمذى .



8. (  1052)- İsâm el-Müzenî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir ordu veya seriyye yola çıkardığı zaman, askerlere şunu tenbihlerdi  :  "Bir mecsid görür veya müezzini işitirseniz, orada kimseyi öldürmeyin." [Ebu Dâvud, Cihâd 100, (  2635); Tirmizî, Siyer 2, (  1549).][132]



AÇIKLAMA  : 



Şârihler bu hadisi şöyle anlarlar  :  "Bir yerde Müslüman olduğuna delalet eden herhangi bir alâmete rastlarsanız, mü´mini kâfirden tefrik edinceye kadar kimseyi öldürmeyin."[133]



ـ9ـ وعن الحارث بن مسلم بن الحارث عن أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]بَعَثَنَا رسولُ اللّه # في سَرِيَّةٍ فَلَمَّا بَلَغْنَا المَغَارَ اسْتَحْثَثْتُ فَرَسِى فَسَبَقْتُ أصْحَابِى فَتَلَقَّانِى أهْلُ الحَىِّ بِالرَّنِينِ. فَقُلْتُ لَهُمْ قُولُوا  :  َ إلهَ إَّ اللّهُ تُحْرَزُوا فَقَالُواهَا  :  فََمَنِى أصْحَابِى وَقَالُوا حَرَمْتَنَا الْغَنِيمَةَ، فَلَمَّا قَدِمْنَا عَلى رسولِ اللّه # أخْبَرُوهُ بِالَّذِى صَنَعْتُ فَدَعَانِى فَحَسَّنَ لِى مَا صَنَعْتُ؛ ثُمَّ قَالَ لِى  :  أمَّا إنَّ اللّهَ تَعالى قَدْ كَتَبَ لَكَ بِكُلِّ إنْسَانٍ مِنْهُمْ كَذَا وَكذَا مِنَ ا‘جْرِ، وَقَالَ  :  أمَّا إنِّى سَأكْتُبُ لَكَ بِالْوَصَاةِ بَعْدِى ففَعَلَ وَخَتَمَ عَلَيْهِ وَدَفَعَهُ إلىَّّ[. أخرجه أبو داود .



9. (  1053)- El-Hâris İbnu Müslim İbni´l-Hâris babasından [Müslim İbnü´l-Hâris (  radıyallahu anh)]´den naklediyor  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bizi bir seriyye ile gazveye gönderdi. Baskın mahalline vardığımız zaman, atımı hızlandırdım ve arkadaşlarımı geçtim. Köy halkı beni imdât çığlıklarıyla karşıladı. Ben onlara  :  Lâilâhe illallah deyip kendinizi koruyun dedim. Öyle yaptılar. Arkadaşlarım beni bu davranışım sebebiyle "Ganimeti bize haram ettin" diyerek ayıpladılar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına dönünce, yaptığımı ona haber verdiler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) beni çağırttı. Yanına varınca davranışımdan dolayı takdir etti ve  :  "Bilesin, Allah (  celle celaluhu) senin için, o kurtardığın insanlardan her birisi sebebiyle şu şu kadar sevab yazmıştır" buyurdu. Sonra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bana  :  "Sana kendimden sonra bir tavsiye yazacağım" dedi ve yazıp, üzerini mühürleyip bana verdi." [Ebu Dâvud Edeb 110, (  5080).][134]



ـ10ـ وعن جندب بن مكيث رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]بَعَثَ رسولُ اللّه # سَريَّةً فَكُنْتُ فِيهِمْ فَأمَرَهُمْ أنْ يَشُنُّوا الْغَارَةَ عَلى بَنِى المُلَوَّحِ فَخَرَجْنَا حَتّى كُنَّا بِالْكَدِىدِ لَقِينَا الحَارِثَ بْنَ الْبَرْصَاءِ الليْثِىَّ فَأَخَذْنَاهُ فقَالَ  :  إنَّمَا جِئْتُ أُرِىدُ ا“سْمَ، وَإنَّما خَرَجْتُ

إلى رسول اللّه #. فَقُلْنَا  :  إنْ تَكُ مُسْلِماً فَلَنْ يَضُرَّكَ رَبْطُنَا يَوْماً وَلَيْلَةً، وَإنْ تَكُ غَيْرَ ذلِكَ نَسْتَرْثِتْ مِنْكَ فَشَدَدْنَاهُ وَثَاقاً[. أخرجه أبو داود .



10. (  1054)- Cündeb İbnu Mekîs (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) benim de katıldığım bir seriyye gönderdi. Orduya Benu´l-Mülevvah kabilesine baskın yapılması talimâtını verdi. Yola çıktık. Kedîd nâm mevkiye geldiğimiz zaman el-Hâris İbnu´l-Bersâ el-Leysî ile karşılaştık. Onu yakaladık. Bize  : 

"- Ben Müslüman olmak arzusuyla geliyordum. Memleketten de Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gitmek düşüncesiyle ayrılmıştım" dedi. Kendisine  : 

"- Eğer Müslümansan bizim sana bir gün bir gecelik bağımız zarar vermez, dediğin gibi değilsen sana karşı tedbirimizi tam yapmış oluruz" dedik ve bağlarını daha bir sıkıladık." [Ebu Dâvud, İmâret 137, (  1896).][135]



ـ11ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]بَعَثَ رسول اللّه # بَعْثاً إلى بَنِى لِحْيَانَ ثُمَّ قَالَ  :  لِيَنْبَعِثْ مِنْ كُلِّ رَجُلَيْنِ أَحَدُهُمَا وَا‘جْرُ بَيْنَهُمَا[ .



11. (  1055)- Ebû Said (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Benî Lihyan kabilesine bir askerî birlik gönder(  meye karar ver)mişti  :  "Her iki kişiden biri atılsın, sevapta ortak olacaklar" buyurdu. [Müslim, İmâret, 1896.][136]



ـ12ـ وفي رواية ]ثُمَّ قَالَ لِلْقَاعِدِ أيُّكُمْ خَلَفَ الخَارِجَ في أهْلِهِ وَمَالِهِ بِخَيْرٍ فَلَهُ مِثْلُ نِصْفِ أجْرِ الخَارِِجِ[. أخرجه مسلم وأبو داود .



12. (  1056)- Ebu Said (  radıyallahu anh)´in bu rivâyeti bir başk vecihte şöyledir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Benî Lihyân´a bir müfreze gönderdi. (  Bunu tertiplerken) şöyle demişti  :  "Her iki kişiden biri (  orduya katılmak üzere) çıksın!"

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), sonra oturanlara  :  "Sizden kim, gidenin ailesine ve malına iyi şekilde nezâret eder, hâmi olursa, ona gidenin sevabının yarısı eksiksiz verilir" buyurdu. [Ebu Dâvud, Cihâd 21, (  2510).][137]



AÇIKLAMA  : 



Herhangi bir cihada bir beldedeki bütün erkeklerin katılması gerekmeyebilir. Böyle hallerde akrabalık, komşuluk gibi aralarında yakınlık bulunanlar anlaşmalı olarak bazıları cihâda giderken bazıları geride kalır ve bu kalan, gidenin ailesine ve malına hayırlı şekilde himâyede bulunur, yardımcı olursa, gidenin sevabına aynen ortak olacağı belirtilmektedir. Hadiste geçen  :  "Her iki kişiden biri" demek, "Her kabileden yarısı" demektir.

Birinci rivâyette "ortaklık" mevzubahis olduğu halde, ikinci rivayette "gidenin sevabının yarısı" denmekte, arada bir tearuz gözükmektedir. Ancak şârihler  :  "Sevab ortadan bölününce her iki tarafa da eşit pay düşeceğinden arada gözüken ihtilaf kalkar, teâruz kalmaz" demişlerdir.[138]



ـ13ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كُنْتُ في سَرِيَّةٍ فَحَاصَ النَّاسُ حَيْصَة فَكُنْتُ فِيمَنْ حَاصَ، فَلَمَّا نَفَرْنَا قُلْنَا كَيْفَ نَصْنَعُ وَقَدْ فَرَرْنَا مِنَ الزَّحْفِ وَبُؤْنَا بِالْغَضَبِ؟ فَقُلْنَا نَدْخُلُ المَدِينَةَ فََ يَرَانَا أحَدٌ. فَلَمَّا دَخَلْنَا المَدِينَةَ قُلْنَا  :  لَوْ عَرَضْنَا أنْفُسَنَا عَلى رَسُولِ اللّه #، فإنْ كاَنَ لَنَا تَوْبَةٌ أقَمْنَا، وَإنْ كانَ غَيْرُ ذلِكَ ذَهَبْنَا. فَأتَيْنَاهُ فَقُلْنَا نَحْنُ الْفَرَّارُونَ. فَأقْبَلَ عَلَيْنَا وَقالَ  :  َ. بَلْ أنْتُمُ الْعَكَّارُونَ فَدَنَوْنَا فَقَبَّلْنَا يَدَهُ. فَقَالَ  :  أنَافِئَةُ المُسْلمِينَ[. أخرجه أبو داود والترمذى.»حَاصَ النَّاسُ حَيْصَةً« أى جالوا جولة يريدون الفرار. »وَالْعَكَّارُونَ« أى الكرارون إلى الحرب، والعطافون نحوها.



13. (  1057)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerler (  bir ara) bir firarda bulundu, ben de onlar arasında idim.[139] Oradan uzaklaşınca  :  "Şimdi ne yapacağız, cihaddan kaçtık, Allah´ın gazabıyla dönüyoruz" diye müzâkere ettik. Sonunda  :  "Medine´ye girelim, bizi kimse görmez" diye düşündük.

Ancak Medine´ye varınca  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gidip, kendimizi arzederek, bizim için bir tevbe imkânı varsa onu yerine getirsek, yoksa geri gitsek" diye kararlaştırdık. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a uğrayıp "Biz firarileriz!" dedik. Bize yaklaşarak  : 

"- Hayır siz, firârîler değil, savaşa tekrar dönmek üzere manevra yapmış kişilersiniz" buyurdu. Kendisine yaklaştık, mübarek ellerinden öptük. Bize  :  "Ben Müslümanların ilticâgâhıyım" dedi." [Ebu Dâvud, Cihâd 106 (  2647); Tirmizî, Cihâd 36, (  1716)].[140]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivâyet, cepheden kaçtıktan sonra kusurunu idrak edip, itirafta bulunan, pişmanlık izhar eden bir grup askere Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın davranışını göstermektedir. Onların  :  "Firârîleriz" şeklindeki tavsiflerini reddedip  :  Siz "akkârûn"sunuz demesi düşünülmeye değer bir aksülameldir. Biz bu tâbiri "manevracılar" diye tercümeyi uygun bulduk. Çünkü akkâr, bizzat Tirmizî tarafından  :  "Harpten kaçmayı düşünmeyip, imama yardım etmek için imamın yanına gelen" diye açıklanır. Bazı şârihler de  :  "Bir şeyden yüz çevirdikten ayrıldıktan sonra tekrar ona gitmek" diye açıklarlar. Bu mâna, savaşa tatbik edilince "tekrar dönmek üzere, mukâteleyi terketmek" olur. Bu ise, teknik tâbiriyle "manevra"dır. Düşmana kaçıyor intibâını vererek mevzilerinden -kovalamak ve tâkip etmek üzere- çıkmalarını sağlamak, daha uygun mevkilerde savaşa çekmek gibi maksadlarla başvurulan bir tabye (  taktik)dir.

Hadisin sonunda, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "Ben Müslümanların ilticâgâhıyım" sözü var. Burada ilticagâh diye çevirdiğimiz kelime فئة dir. Bu lügat olarak, ordunun gerisinde bulunup, korku veya hezimet halinde iltica edeceği ihtiyat birliğe denmiştir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kendisini"fie" olarak tanıtınca, ibâreyi "Ben Müslümanların korku, hezimet gibi durumlarda sığınacağı ihtiyat kuvveti mesâbesindeyim" yani "ilticagâhıyım" diye anlamak muvâfık düşer.

Şimdi bu açıklamadan sonra, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözündeki mânayı kelimenin kalıplarından çıkararak, gerçek mefhumuna şöyle oturtabiliriz  :  "Sizler cepheyi terkederek "savaştan kaçma" cürmü işleyen kimseler değilsiniz, bilakis siz, manevra gereği geri çekilip, askerî bir kaide olan "ihtiyat birliğine katılma" prensibine uygun hareket eden manevracılar durumundasınız."

Begavî´ye göre, kaydedilen bu mânada söylenmiş olan بَلْ أنتمُ الْعَكَّارُونَ وَأنَا فِئَتِكُمْ sözünde, kendini savaş kaçkını zanneden sahabelerin mazur addediliş sebebi mevcuttur. Çünkü Kur´ân-ı Kerîm, savaştan kaçmayı büyük günah ilân ederken iki şart tahtında olan kaçmayı istisna kılmıştır  : 

1- Tekrar geri dönmek üzere çekilmek.

2- İhtiyat birliğine iltica etmek. Ayet meâlen şöyle  :  "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah´dan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür." (  Enfal 16). Bu âyetin إَّ متحرفَا لقتالٍ او متحيِّزاً الى فِئَةٍ ibâresinde فئة tâbiri aynen geçmektedir. Şu halde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), "Ben mü´minlerin fiesiyim" diyerek bu âyete atıf yapmış, kendisine gelenlerin mazur addediliş sebebini de beyan etmiştir.625 ve 626 numaralı hadislerin açıklamasında etraflıca belirtildiği üzere, Müslümanlara, bidayette, bizzat âyet-i kerimenin (  Enfal 65) nassı ile, "20 kişinin 200 kişiye karşı sabırla ceng etmesi, geri çekilmemesi" emredilmişti. Bu, sonradan hafifletilerek, "100 kişinin 200 kişi karşısında sabredip dayanması" (  Enfal 66) emredildi. İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ)´ın bu âyetler vesilesiyle sunduğu açıklama, sadedinde olduğumuz hadisin anlaşılmasında faydalı olacaktır. Der ki  :  "Üç kişiden kaçan Müslüman (  Enfal sûresinin 16. ayetinde tehdid edilen) firarî sayılmaz, ancak iki kişiden kaçan firarî sayılır." Bagavî der ki  :  İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ) bu sözüyle "Şayet bir Müslüman iki kâfirin önünde, -savaşa tekrar dönmek veya ihtiyat kuvvetine sığınmak maksadıyla olmaksızın- kaçacak olursa Cenab-ı Hakk´ın âyet-i kerimede beyan buyurduğu ağır cezaya müstehak olur." Bu ceza, az yukarıda kaydettiğimiz üzere, "Allah´dan bir gazaba uğramak, döneceği yer cehennem olmak"tır.

Bagavî, devamla der ki  :  "Müslümanın her biri karşısındaki düşmanın sayısı ikiden fazla olursa, bu durumda kaçana itab yoktur. İki kişinin önünden kaçan kimseye, kaçış sırasında imâ ile namaz kılma ruhsatı da yoktur. Çünkü o, tıpkı yol kesici gibi âsidir, yaptığı iş büyük günahtır (  kebâir´den)."[141]



ـ14ـ وعن نجدة ابن عامر الحرورى ]أنَّهُ كَتَبَ إلى ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يَسْأَلُهُ عَنْ خَمْسِ خِصَالٍ  :  أمَّا بَعْدُ فَأخْبرْنِى هَلْ كانَ رسول اللّه # يَغْزُو بِالنِّسَاءِ؛ وَهَلْ كانَ يَضْرِبُ لَهُنَّ سَهْماً؛ وَهَلْ كانَ يَقْتُلُ الصِّبْيَانَ؛ وَمَتى يَنْقِضِى يُتْمُ الْيَتِيم؛ وعَنِ الخُمُسِ لِمَنْ هُوَ؟ فقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما  :  لَوَْ أنْ أكْتُمَ عِلْمًا لمَا كَتَبْتُ إلَيْهِ فَكَتَبَ إلَيْهِ ابْنُ عبَّاسٍ  :  كَتَبْتَ تَسْألنِى هَلْ كاَنَ رَسولُ اللّه # يَغْزُو بِالنِّسَاءِ؟ وَقَدْ كانَ يَغْزُو بِهنَّ فَيُدَاوِينَ الجَرْحَى، وَيُحْذَيْنَ مِنَ الْغَنِيمَةِ، وَأمَّا بِسَهْمٍ فَلَمْ يَضْرِبْ لَهُنَّ، وَإنَّ رَسول اللّه # لَمْ يَكُنْ يَقْتُلُ الصِّبْيَانَ فَ تَقْتُلْهُمْ؛ وَكَتَبْتَ تَسْألُنِى مَتَى يَنْقَضِى يُتْمُ الْيَتِيمِ  :  فَلَعَمْرِى إنَّ الرَّجُلَ لَتَنْبُتُ لِحْيَتُهُ وَإنّهُ لَضَعِيفُ ا‘خْذِ لِنَفْسِهِ، فإذَا كانَ آخِذاً لِنَفْسِهِ مِنْ صَالِحٍ مَا يَأخُذُ النَّاسُ فقَدْ ذَهَبَ عَنْهُ الْيُتْمُ؛ وَكَبَتْتَ تَسْألُنِى عَنِ الخَمُسِ لِمَنْ هُوَ، وَأنَا أقُولُ هُوَ لَنَا فَأبى عَلَيْنَا قَوْمُنَا ذلِكَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى .



14. (  1058  )- Necdet İbnu Âmir el-Harûrî´den rivâyet edildiğine göre, İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ)´a yazarak beş haslet hakkında sormuştur.

* Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazveye çıkarken kadınları da alır mıydı

* Kadınlara ganimetten pay ayırır mıydı

* Savaş sırasında çocukları öldürür müydü

* Yetimin yetimliği ne zaman kalkar

* Hums (  ganimetin beşte biri) kimler içindi

(  Râvilerden Yezîd İbnu Hürmüz der ki  :  ) İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ), (  mektubu yazarken şöyle) dedi  :  "Bir ilmi gizleme durumuna düşmüş olmasaydım asla cevap vermezdim." Sonra şu cevabı yazdı  :  "Bana yazıp "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın gazveye kadınları da götürüp götürmediğini" sordun. Evet, kadınları gazveye götürürdü. Onlar yaralıları tedavi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten bir şeyler verilirdi. Hisseye gelince, kadınlara belli bir hisse ayrılmazdı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazve sırasında çocukları öldürmezdi. Öyle ise onları sen de öldürme.

Yine sen bana yazıp  :  "Yetimin yetimliği ne zaman kalkar " diye soruyorsun. Kasem olsun kişi vardır, sakalı çıktığı (  büluğa erdiği) halde hakkını almaktan hâlâ acizdir.Öyle ise kendisi için, başkalarının aldığının iyisinden alan kimseden yetimlik kalkar.

Yine sen bana yazıp "humstan kimlere verileceğini" soruyorsun. Ben  :  "Bu bize âittir" demiştim. Ancak kavmimiz bunu bize vermekten imtina etti." [Müslim, Cihad 137, (  1812); Tirmizî, Siyer 8, (  1556); Ebu Dâvud, Cihâd 152, (  2727, 2728  ).][142]



AÇIKLAMA  : 



1- İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ)´a mektup yazarak bazı sorular yönelten Necdet İbnu Âmir el-Harûrî, Hâricî mezhebine mensup bid´at sâhibi birisidir. Bu sebeple İbnu Abbâs ondan hoşlanmamaktadır. Aslında onun mektubuna cevap vermek istemiyor, ama, ilmî bazı şeyler sorulduğu için, ilmi ketm etmenin mesuliyetinden korkarak istemeye istemeye cevap veriyor.

2- İbnu Abbâs´ın cevabından kadınların, bazı geri hizmetlerde vazife alabileceği anlaşılmaktadır. Ancak, onların gazveye olan bu iştirakleri, ganîmet taksiminde "pay"a iştirak hakkı tanımıyor, bahşiş ve atiyye nevinden radh denen ve -belli bir miktar ve nisbeti olmaksızın- komutanın takdirine bağlı bir ihsan veriliyor. Ebu Hanîfe, Sevrî, Leys, Şâfiî ve birçok cemâhir bu görüşte ittifak etmiştir. Evzâî hazretleri  :  "Mukatele eder, yaraları tedavi ederse kadın da "pay"a iştirak eder" demiştir. İmam Malik  :  "Kadına atiyye de verilmez" demiştir. Ancak bu iki görüş de merduddur, çünkü sadedinde olduğumuz sahih hadise muhaliftir.

3- Savaş sırasında ehl-i harbin çocukları, savaşa iştirak etmemiş oldukları takdirde öldürülmeleri haramdır. Şafiî hazretleri ile Kûfîler, savaşa iştirak edenlerin öldürüleceğini söylerler. Mâlik ve Evzâî hazretleri yasağın mutlak olduğunu söylemiş ise de kıtâle fiilen mübâşeret edecek olursa kadınlarda olduğu gibi onların öldürülmesi de câiz görülmüştür. Ulemâ bu hususta ihtilâf etmez. Hadisin Müslim´de yer alan bir vechinde "Çocukları sen de öldürme" cümlesinden sonra şu ziyade yer alır  :  "Ancak, Hızır, çocuğu öldürürken çocuk hakkında onun bildiğini sen de bilirsen o hâriç." Burada, Kur´ân-ı Kerim´de geçen Hızır kıssasına atıf yapılır. Kıssada Hızır, zâhiren masum görünen bir çocuğu, -kıssanın sonunda geçen "onu ben kendi fikrimle yapmadım" ibaresinden de anlaşılacağı üzere- Allah´ın emriyle öldürmüştür. Şu halde "Sana da böyle İlahî bir emir gelmedikçe öldürme" demiş olmaktadır. Peygamberlerden başkası böyle bir emir alamayacağına göre, çocuk öldürmek kesinlikle yasaklanmış olmaktadır.

4- Yetimliğin sona ermesi ile ilgili soruda, "Yetim çocuk ne zaman malı ve şahsı ile ilgili hususlarda müstakillen karar ve tasarruf yetkisine sahip olur " denmektedir. Bilindiği üzere, bütün çocuklar rüşdüne ermedikçe hukukî ehliyetten mahrumdurlar. Alışveriş akdi yapamazlar, cezâî ehliyetleri yoktur veya nâkıstır. Bu mesele yetim çocuklarda daha ziyade gündemdedir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın َ يُتْمَ بَعْدَ الحُلْم "Rüyadan (  büluğ) sonra yetimlik yoktur" hadisini esas alan Şâfiî, Mâlik ve bir kısım cemâhîr-i ulemaya göre, büluğla yetimin şahsından yetimlik kalkar.

Ancak bazı alimler sâdece büluğ veya yaşın ilerlemesi ile yetimliğin kalkmayacağı kanaatindedir. Bunlar, çocuğun dini ve malı hususunda rüşdün zuhur etmesi şartını koşarlar. Ebu Hanife "25 yaşına basınca, malı zabtedemeyecek durumda bile olsa, ondan çocukluk hükmü kalkar, reşid olur, malında tasarruf eder, binâenaleyh bu yaşta malının teslim edilmesi vacibtir" der. Ancak İmam Mâlik ve bir kısım cemâhir-i ulemâ, kendinde tebzir (  malı israf) hakim olan büyükten, yaşı ne olursa olsun hacr´in kalkmayacağı görüşündedir.

5- Hadiste geçen beşte bir´den (  hums) murad, Nevevî´nin belirttiğine göre humsu´lhums´tur, yani ganimetin devlet tasarrufuna kalan beşte birin beşte biridir.[143]

Ayet-i kerimede bu, zi´lkurba´ya (  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yakın akrabalarına) tahsis edilmiştir (  Enfal 41). Ancak bu meselede ulema ihtilâf etmiştir. Şâfiî hazretleri, İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ)´la aynı kanaattedir  :  Fey ve ganimetin beşte birinin beşte biri, zi´lkurbâ´ya aittir. Zi´l-Kurba ise, Şâfiî ve ekserî ulemâya göre Benî Hâşim ve Beni´l-Muttalib´dir.İbnu Abbâs hazretlerinin  :  "Kavmimiz bunu (  humsu´lhumsu) bize vermekten imtina etti" sözü, "İdaredeki Emevîler, bu hakkı bize tanımaya yanaşmadılar, onlar bu payı amme hizmetlerinde harcıyorlar" demektir.

Ebu Dâvud´un Sünen´inde gelen rivayette, Hâricî Necdet bu sualleri İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ)´a Abdullah İbnu Zübeyr fitnesi zamanında sormuştur. Bu hâdise, hicretten 60 küsur yıl sonra cereyan etmiştir.

Şafiî hazretleri  :  "İbnu Abbas, "Kavmimiz bunu bize vermekten imtina etti" sözüyle Sahâbe´den sonra gelenleri kastedmiş olabilir ki bunlar da Hz. Muâviye´nin oğlu Yezid´dir" der.[144]



ـ15ـ وعن أم عطية رَضِىَ اللّهُ عَنْها. قالتْ  :  ]غَزَوْتُ مَعَ رسول اللّه # سَبْعَ غَزَوَاتٍ أخْلُفُهُمْ فِي رِحَالِِهِمْ  :  أصْنَعُ لَهُمُ الطَّعاَمَ، وَأُدَاوِى الْجَرْحَى، وَأقُومُ عَلى المَرْضى[. أخرجه مسلم .



15. (  1059)- Ümmü Atiyye (  radıyallahu anhâ) anlatıyor  :  "Ben Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedavi eder, hastalara bakardım." [Müslim, Cihâd 142, (  1812).][145]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivâyet de kadınların, geri hizmetler görmek üzere savaşa katılabileceğini göstermektedir. Ümmü Atiyye "geride kaldığını" ifade ediyor. Yani bizzat düşmanla mukâtele yapmak üzere ileri hatta katılmıyor. Mutfak, temizlik, tedavi, tamir, hayvan bakımı gibi, orduya terettüp eden "geri hizmetler" veya "destek hizmetleri" îfa ediyor. Gazveye katılmada Ümmü Atiyye münferid bir örnek değildir. Hz. Enes´ten gelen bir rivayet, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın gazvelere, Ensar´dan bir grup kadınla çıktığını belirtir.

Ancak başka rivayetler nazara alınacak olursa kadınların savaşta silahlı mücâdeleye iştirak ettikleri de görülür. Bizzat Müslim´in bir rivayetinde Hz. Enes´in muhterem vâlideleri Ümmü Süleym (  radıyallahu anhâ) hatun, Hüneyn Savaşı´nda hançer taşımıştır. Hançeri gören Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Bu hançer de ne " diye sorar. Ümmü Süleym (  radıyallahu anhâ)  : 

"- Şu müşriklerden biri yaklaşacak olursa bununla karnını deşmek için yanıma aldım!" açıklamasında bulunur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu cevab karşısında sâdece güler. "Niye silah alıyorsun, kadınlara yasaktır " gibi bir müdâhalede bulunmaz. Allah´ın sıyrılmış kılıncı ünvanıyla meşhur yüce sahâbî Hâlid İbnu Velîd komutasında cereyan eden Yermuk Harbi´nde kadınların Bizanslılara karşı bilfiil çarpıştıkları târihen sâbittir. Öyle ki Fütuhu´l-Büldan ve el-Kâmil fi´t-Tarih gibi tarihî kaynaklar kadınların bu savaşını "pek şiddetli" diye tavsif ederler.

Bazı âlimlerimiz kadınların savaşa katılma keyfiyetinin sonradan neshedildiğini söylemiştir. Ancak Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra (  hicrî 13) cereyan eden 100 kadarı Bedrî olmak üzere bin kadar sahâbinin katıldığı bu savaşta kadınların yer almış olması, keza Kıbrıs´ın fethinde, Hz. Enes´in teyzesi Ümmü Harâm (  radıyallahu anhâ)´ın bulunması[146] gibi muahhar örnekler nesh meselesini ihtiyatla karşılamamız için yeterlidir. Ne var ki, Müslümanların sayıca çoğalması, askerliğin muvazzaf, sistemli bir mahiyet kazanması gibi durumlar, kadınların askere alınmasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmış olabilir. Günümüz şartlarında da ihtiyaç yoktur. Ama, İslâm´ın bu meseledeki sözü nedir denecek olursa, red cevabında kesin ve aceleci olmamak gerektiğini söyleyebiliriz. Öyle ise  :  "Cihadda asl olan erkeklerin yapmasıdır. İhtiyaç halinde kadına da başvurma kapısı açıktır" diyebiliriz.[147]



ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ] بَعَثَنَا رسولُ اللّه # فقَالَ  :  إنْ وَجَدْتُمْ فَُناً

وَفَُناً )رَجُلَيْنِ مِنْ قُرَيْشٍ(  فَأحْرِقُوهُمَا بِالنَّارِ. فَلَمَّا أرَدْنَا الخُرُوجَ قَالَ  :  كُنْتُ أمَرْتُكُمْ أنْ تُحْرِقُوا فَُناً وَفَُناً، وَإنَّ النَّارَ َ يَعَذِّبُ بِهَا إَّ اللّهُ تَعالى، فَإنْ وَجَدْتُمُوهُمَا فَاقْتُلُوهمَا[. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى .



16. (  1060)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bizi (  bir tecziye vazifesi ile Mekke´ye) gönderdi ve (  Kureyş´ten iki kişinin ismini vererek)  :  "Falanca ve falancayı yakalayabilirseniz onları ateşte yakın" dedi. (  Hazırlıkları bitirip) tam Medine´den ayrılacağımız sırada (  bizi çağırtarak)  :  "Ben size falan ve falanı yakmanızı emretmiştim. (  Sonra düşündüm ki) ateşle yakma cezasını vermek Allah´a aittir. Onları yakalarsanız öldürün." [Buhârî, Cihâd 149; Ebu Dâud, Cihâd 122,(  2674); Tirmizî, Siyer 20, (  1571).][148]



AÇIKLAMA  : 



1- İbnu Hacer, bu seriyyeye Hamza İbnu Amr´ın komutanlık yaptığını, öldürülmesine karar verilen iki kişiden birinin Hebbâr İbnu´l-Esved, diğerinin de Nâfî İbnu Abdi Kays olduğunu belirtir. Bunların suçu, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in Ebu´l-As´la nikahlı olan kızı Zeyneb (  radıyallahu anhâ)´in, Medine´ye müteveccihen Mekke´den ayrıldığı sırada yolda önünü kesip, tartaklamaları ve bunun sonucu olarak düşük yapmasıdır.

Said İbnu Mansur´un tahricinde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiştir  :  "Ben (  yakma suretiyle ceza vermekten) Allah´a karşı haya duydum, Allah´ın cezasıyla cezalandırmak hiç kimseye yakışmaz."

2- Cezalandırma heyeti Hebbâr´ı yakalayamazlar Hebbâr, Mekke fethinden sonra Ci´râne´de Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı bularak Müslüman olur. Anlatıldığına göre Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına girdiği görülünce, bir adam üzerine atılmak üzere kalkar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Otur" diye işaret buyurur. Hebbâr, kelime-i şehâdet getirerek Müslümanlığını ilan eder. Ve  :  "Senden diyar diyar kaçtım. Acemlerin memleketine gidecektim. Sonra hatırladım ki, sana karşı câhillik edenlere karşı affın, müsâmahan, iltifatın büyüktür. Ey Allah´ın Resûlü! Biz ehl-i şirk idik, Allah seninle hidâyet verdi, seninle bizi felâketten kurtardı. Benim cehâletimi, benden size ulaşan kötülükleri de bağışla! Ben yaptığım kötülükleri ikrar, günahımı itiraf ediyorum!" der. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Allah sana İslâm´ı nasib etmekle iyilikte bulunmuş. İslâm daha önce yapılan (  kötülük)leri örter" diye cevap vererek affettiğini ilân eder.

Üsdü´l-Gâbe´de kaydedildiği üzere, Hebbâr (  radıyallahu anh) Medine´ye gelince ona laf atarak hakâret edenler olur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a şikâyet eder  :  "Öyle yapanlara sen de (  aynı şekilde) sebbederek cevap ver!" buyurur.

3- Nâfi İbnu Abdi Kays´ın âkibeti hakkında bilgiye rastlanmaz. İbnu Hacer, Müslüman olmadan ölmüş olabileceği ihtimâli üzerinde durur.

4- Yakma suretiyle tecziye meselesine gelince, bu hususta selef ihtilâf etmiştir. Hz. Ömer, İbnu Abbâs ve Ömer İbnu Abdilaziz (  radıyallahu anhüm) başta birçokları, suç ne olursa olsun; küfür, mukâtele, kısas vs. kerih addederler. Hz. Ali, Hâlid İbnu´l-Velîd başta diğer bazıları da câiz addederler. Şârih Mühellib mevzu hakkında şu bilgiyi verir  :  "Bu hadisteki yasaklama, tahrim ifâde etmez, bilakis Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın tevâzu maksadıyla rücû ettiğini ifade etmektedir. Yakarak cezalandırmanın cevâzına sahâbelerden bâzılarının tatbikatı delâlet eder  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Ureynelilerin gözlerini kızgın demirle oydurmuştur.[149] Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh), asileri Ashab´ın huzurunda (  Medine musalahasında) yaktırmıştır. (  Hz. Ali bir kısım Hâricileri yaktırmıştır.) Hâlid İbnu´l-Velîd, mürtedlerden bazılarını yaktırmıştır. Medine âlimlerinin çoğu, kale ve gemilerin, içindekileriyle birlikte yakılmasını tecviz etmiştir. Sevrî ve Evzâî bu görüştedirler."

Ancak İbnu´l-Münîr ve diğer bazıları buna itiraz ederek demişlerdir ki  :  "Bu zikredilen örneklerde cevâza delil yoktur. Şöyle ki  :  "Ureynelilerle ilgili haber, bir kısastır (  Ureyneliler, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in çobanlarının gözlerini oymuşlardı), veya mensuhtur. Sahâbelerden bazılarının tecviz etmesi de delil olamaz, zira diğer bir kısım sahâbelerin yasaklamalarına muhaliftir. Kale ve gemilerin yakılma izni, düşmana zafer kazanmanın başka yolu kalmaması şartıyla kayıtlıdır. Ayrıca, bâzı âlimler bu cevâzı da, "kale ve gemide kadın ve çocuk yoksa" şartına bağlamışlardır, cevaz mutlak değildir." Bu babtaki hadis ise, pek açıktır, tahrim mevcuttur. Önce verilen "yakılma" emri neshedilmektedir. Nesh vak´ası, vahiyle olmuştur veya şahsî ictihadıyla olmuştur, farketmez."

5- Hadisten çıkartılan bazı hükümler  : 

a) Bu hadiste bir meseleye içtihad ederek karar verdikten sonra ondan dönmenin caiz olduğu gözükmektedir.

b) Hüküm verirken, iltibası önlemek için delilin zikredilmesi müstehabtır.

c) Hudud ve benzeri suçların peşine düşmek gerekir, zira, fazla zamanın geçmesi, hakedenden cezayı kaldırmaz.

d) Bit, pire gibi canlıları da ateşle öldürmek mekruhtur.

e) Sünnet, sünetle neshedilir, bu hususta ittifak var.

f) Bir hükmün, daha amel edilmeden veya amel etme imkânı bulmazdan önce neshi caizdir.[150]



ـ17ـ وعن عروة قال  :  ]حدّثنى أسامة بن زيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. أنَّ رسول اللّه # كانَ عَهدَ إلَيْهِ قَالَ اغْزُ عَلى أبْنَى صَبَاحاً وَحرِّقْ. قِيلَ ‘بى مِسْهَرٍ  :  أُبْنَى؟ قال  :  نعَمْ نَحْنُ أعْلَمُ هِىَ يُبْنَى فَلَسْطِينَ[. أخرجه أبو داود.»ابْنَى وَيُبْنى« اسم موضع بين عسقن والرملة من أرض فلسطين .



17. (  1061)- Urve, Hz. Üsâme İbnu Zeyd (  radıyallahu anhümâ)´den naklen anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bana  :  "Übnâ´ya sabahleyin baskın yap ve yak" dedi." Ebu Müshir´e soruldu. Übnâ nedir

"- Evet, haklısınız dedi, bunu biz daha iyi biliriz. O, (  bildiğimiz) Filistin´deki Yübnâ´dır." Übnâ veya Yübnâ, Filistin´de, Askalân ile Ramle arasında bir yerin adıdır." [Ebu Dâvud, Cihâd 90, (  2616).][151]



AÇIKLAMA  : 



Buradaki yakma emri, ağaçların, ekinin, evlerin yakılmasına şâmildir. Baskının sabahleyin yapılması, gâfil yakalanmaları içindir. [152]



ـ18ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  إذَا قَاتَلَ أحدُكُمْ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ[. أخرجه الشيخان .



18. (  1062)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Sizden iki kişi kavga edecek olursa, yüze vurmaktan kaçınsınlar" buyurdu." [Buharî, Itk 20; Müslim Birr 117, (  2613).][153]



AÇIKLAMA  : 



1- Yüze vurmayı yasaklayan bu hadis, kitaplarda muhtelif şekillerde yer alır  :  Burada "Birbirinizle kavga ederken" dendiği halde, başka rivayetlerde "kölenizi döverseniz...", "hizmetçinizi döverseniz...", "biriniz kardeşiyle dövüşürse...", "...yüze tokat vurmasın", "...yüze vurmaktan sakınsın" gibi ifadelere yer verilmiştir. Dövüşmek قَاتَلَ ile ifade edilmiştir. Dövmek ضَرَبَ ile ifade edilmiştir. Mamafih, bâzı şârihler قَاتَلَ tâbirini de ضَرَبَ gibi anlamak gereğine dikkat çekerler.

İster dövüşmek, ister dövmek, her hal u kârda "yüze vurmaktan sakınmak" emredilmekedir. Başka hadisler nazar-ı dikkate alınınca ister "hadd", ister "ta´zir" ve isterse "te´dib"[154] maksadıyla olsun, bütün vurmalarda yüzden sakınmak esastır. Bir hadis şöyle اِرْمُوا وَاتَّقُوا الْوَجْهَ "(  Zina yapanlara) taş atın, ancak başa atmaktan kaçının."

2- Yüze vurmak niçin yasak

Ulema yüze vurmanın niçin yasaklanmış olabileceği sorusunu sormuş ve cevap aramıştır. Nevevî´nin kaydettiğine göre bâzı âlimler  :  "Yüze vurmak yasaklanmıştır, çünkü yüz latif bir organdır, insandaki güzellikler onda toplanmıştır. İnanın, dış âlemi algıladığı uzuvların (  dil, göz, kulak, burun gibi) çoğu yüzde toplanmıştır. Vurma ile bunlardan bazısının veya tamamının zarar görmesinden korkulur. Zira bu organlar, herhangi bir darbeden zarar görecek şekilde açıkta ve korunmasızdırlar. Darbelerden bunlardan birinin umumiyetle zarar gördüğü de bilinmektedir."

Bu mâkul, güzel bir açıklama ise de, bizzat rivayetlerde gelen bir açıklama bir başka sebep beyan etmektedir  :  Müslim´in bir rivayetine göre, فَإنَّ اللّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلى صُورَتِهِ "... zira Cenab-ı Hakk Âdem´i kendi sureti üzere yarattı." Burada "kendi" diye tercüme ettiğimiz zamir kime delalet ediyor. Bu noktada ihtilâf edilmiştir. Çoğunluğa göre, bu dövüleni gösterir. Bu durumda mâna şöyle olur  :  "Kölenin yüzüne vurmayın, zira Allah Âdem´i onun suretinde yaratmıştır." Bazı âlimler bu zamirle Allah´ın kastedildiğini söylemiştir, delilleri de, hadisin bazı vechinde ".. Allah´ Âdem´i Rahmân suretinde yaratmıştır" denmiş olmasıdır. Bu te´vile göre mâna şöyle olur  :  "Kölenin yüzüne vurmayın, zira Allah, Âdem´i, Rahman sureti üzere yaratmıştır."

Bu te´vilde Allah´ı mahlûkata benzetme mevzubahis olacağı için, bazı âlimler, bu vechin adem-i sıhhatine hükmederek te´vili redederler. Mazirî  :  "Bu ziyâdenin sıhhatine hükmedilecek olsa mânayı  :  "Allah, Âdem´i, Bârî Teâlâ´ya layık vech üzere yaratmıştır" diye tevil gerekir demiştir.

İbnu Hacer, bu vechin sıhhatli tarikten geldiğini, bir kalemde reddedilemeyeceğini belirttikten sonra bu mânayı daha sarih olarak ifade eden bir başka vecih daha kaydeder  :  مَنْ قَاتَلَ فَلْيَجْتَنِبِ الْوَجْهَ فَإنَّ صُورَةَ وَجْهِ ا“نْسَانِ عَلى صُورَةِ وَجْهِ الرَّحْمنِ

Ebu Hüreyre´den yapılan bu rivayette Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır  :  "Kim (  bir kardeşiyle) dövüşürse yüze vurmaktan sakınsın. Zira insan yüzünün sureti Allah´ın yüzünün suretinde yaratılmıştır."

Hadis muhtelif vecihlerden gelmekte, sıhhati hususunda fazla tereddüde mahal kalmamaktadır. Hadisin mânasını zâhiri üzere kabul etmek mümkün olmayacağına göre, Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat´in itikad esaslarına muvâfık düşecek bir mânaya te´vil etmek gerekecektir. Bunun en muvafık bir te´vilini Bediüzzaman yapar. Der ki  :  "Şu mezkur hadis-i şerîfin çok maksadından birisi şudur ki  :  İnsan ism-i Rahman´ı tamamıyla gösterir bir surettedir." Müteâkiben açıklandığı üzere Cenâb-ı Hakk´ın isimleri kainatta tecelli etmektedir, Rahmân ismi de. Her mevcudatta farklı derecelerde Allah´ın isimlerini okumak mümkün. İşte insan yüzü, Rahmân ismini en mükemmel, en eksiksiz şekilde gösteren bir ayna durumundadır. Yüzde Rahman ismi âzamî derece bir tecelliye mazhar olmuştur. Şu halde, bu ismin hürmetine onun aynası durumunda olan yüze vurulmamalıdır." Bizce bu ikinci te´vil daha muteber gözükmektedir. Zira, recm gibi ölüm cezasına mahkûm edilen birinin bile yüzüne vurma yasağını, yüzdeki organlardan birinin sakatlanma ihtimali ile izah mânasız kalır. Ama her iki te´vilin de bir vechi, haklı olduğu yeri var.[155]



ـ19ـ وعن ابن يعلى قال  :  ]غَزَوْنَا مَعَ عَبْدِالرَّحْمنِ بْنِ خَالِدِ بْنِ الْوَلِيدِ  :  فَأُتِىَ بِأرْبَعَةِ أعَْجٍ مِنَ الْعَدُوِّ فَأمَرَ بِهِمْ فَقُتِلُوا صَبْراً بِالنَّبْلِ، فَبَلَغَ ذلِكَ أبَا أيُّوبَ ا‘نْصَارِىَّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ  :  سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَنْهى عَنْ قَتْلِ الصَّبْرِ، فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ لَوْ كَانَتْ دَجَاجَةٌ مَا صَبَرْتُهَا، فَبَلَغَ ذلِكَ عَبْدَالرَّحْمنِ فَأعْتَقَ أرْبَعَ رِقَابٍ[. أخرجه أبو داود .



19. (  1063)- İbnu Ya´lâ anlatıyor  :  "Abdurrahman İbnu Hâlid İbnu Velîd ile birlikte gazveye çıktık. Bize, düşmandan, ızbandut gibi dört tanesini yakalayıp getirdiler.Derhal öldürülmelerini emretti ve hemen ok atılarak öldürüldüler.[156] Bu haber Ebu Eyyub el-Ensârî (  radıyallahu anh)´ye ulaştı. O şunu söyledi  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl´e kasem olsun, (  değil insan) bir tavuk bile olsa onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız." Ebu Eyyub´un bu sözü Abdurrahmân´a ulaşınca dört köle âzad etti." [Ebu Dâvud, Cihâd 129, (  2687).][157]



ـ20ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قال رسول اللّه # أعَفُّ النَّاسِ قِتْلَةً أهْلُ ا“يمَانِ[، أخرجه أبو داود .



20. (  1064)- İbnu Mes´ud (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Öldürme hususunda insanların en iffetlisi iman ehlidir." [Ebu Dâvud, Cihâd 120, (  2666).][158]



AÇIKLAMA  : 



Öldürmede iffetli olmak, öldürürken merhametli davranmak, belli kaidelere riayet etmek, işkence yapmamak, müsle yapmamakdır. Dinin bu hususta koyduğu yasaklar mevcuttur. Bu hadiste Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), "Mezkur yasaklara uygun, en ahlâkî öldürme tarzı ile ölüm cezası veren insanlardır" buyurmaktadır. Günümüzde de esirlere yapılacak muamele ve öldürme cezalarıyla ilgili bir kısım yasaklar konmuş ise de yeterince bunlara uyulduğu görülmez. Roma´da tatbik edilen acıktırılmış vahşî hayvanlara atarak öldürmekten, ayaklarından taş bağlayıp denize atmaya, açlığa terkederek öldürmeye; beton dökerek öldürmekten işkencelerle öldürmeye kadar pek çok öldürme çeşidi İslâm´ da yasaklanmıştır. Şu halde, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) öldürmenin de nezâheti bulunduğunu, bu nezâhete en ziyade iman sâhiplerinin riayet ettiğini ifade etmiş olmaktadır. Zira iman sahipleri, kâfirlerin hilafına, bütün mahlûkâta karşı, kâfir bile olsa, yaradandan ötürü şefkat ve merhamet duyar. Öldüreceği canlının, herşeyden önce, Allah´ın mahluku olduğunu, Allah´ın rızası için öldürdüğünü, bu rızanın da dinin koyduğu çerçeve dışına çıkmamakta olduğunu bilir, bu çerçeveye uyar.[159]



ـ21ـ وَعَنْ عَبدِاللّهِ بْنِ يَزِيدٍ اَنْصَارِىّ رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ  :  ]نَهى رَسُولُ اللّه # عَنِ النُّهى وَالمُثْلَةِ[ أخرجه البخاري .



21. (  1065)- Abdullah İbnu Yezid el-Ensârî (  radıyallahu anh) der ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) nühbâ (  arsızlıkla alma) ve müsle´yi yasakladı." [Buharî, Mezâlim 30, Zebâih 25.][160]



AÇIKLAMA  : 



Nühbâ, nehb´den gelir. Nehb, kapmak, yağmalamak mânasına gelir. Şârihler, bunu "Başkasının malını, gözü önünde arsızlıkla, rızası olmadan almak" diye açıklarlar. Esasen, söylendiği gibi arsızlıkla alınan mala da nühbâ denmiştir. Şârihler bu yasağın ganimet malına da şâmil olduğunu, komutanın taksiminden önce eşitliğe riayet etmeden kapıp alınacak bir malın da nühbâ sayılacağını belirtirler. Müsle de, ölünün kulak ve burnunu koparmak, gözünü oymak, karnını deşmek , ciğerini sökmek gibi, ölüye kötü muamelede bulunmaktır.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) çeşitli fırsatlarda bu yasakları tekrarla hatırlatmıştır.[161]



ـ22ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال  :  ]كَانَ الْمُشْرِكُونَ عَلى مَنْزِلَتَيْنِ مِنَ النبى #

وَالْمُؤمِنِينَ. كَانُوا مُشْرِكِى أهْلِ حَرْبٍ يُقَاتِلُهُمْ وَيُقَاتِلُونَهُ، وَمُشْرِكى أهْلِ عَهْدٍ َ يُقَاتِلُهُمْ وََ يُقَاتِلُونَهُ، فكَانَ إذَا هَاجَرَتِ الْمَرأةُ مِنْ أهْلِ الحَرْبِ لَمْ تُخْطَبْ حَتَّى تَحِيضَ وَتَطْهُرَ، فَإذَا طَهُرَتْ حَلَّ لَهَا النِّكاحُ، فإنْ هَاجَرَ زَوْجُهَا قَبْلَ أنْ تَنْكِحَ رُدَّتْ إلَيْهِ. فإنْ هَاجَرَ مِنْهُمْ عَبْدٌ أوْ أمَةٌ فَهُمَا حُرَّانِ، لَهُمَا مَا لِلْمُهَاجِرِينَ ثُمَّ ذَكَرَ مِنْ أهْلِ الْعَهْدِ مِثْلَ حَدِيثِ مُجَاهِدٍ رَحِمَهُ اللّهُ؛ فَإنْ هَاجَرَ عَبْدٌ أوْ أمَةٌ لِلْمُشْرِكِينَ مِنْ أهلِ الْعَهْدِ لَمْ يُرَدُّوا وَرُدَّتْ أثمَانُهُمْ، قَالَ وَكانَتْ قُرَيْبَةُ بِنْتُ أبِى أمَيَّةَ تَحْتَ عُمَرَ بْنِ الخَطَّابِ فَطَلَّقَهَا فَتَزَوَّجَهَا مُعَاوِيَةُ بْنُ أبِى سُفْيَانَ، وَكَانَتْ أمُّ الحَكَمِ تَحْتَ عِيَاضِ بْنِ غُنْمٍ الْفِهْرِىِّ فَطَلَّقَهَا فَتَزَوَّجَهَا عَبْدُاللّهِ ابْنُ عُثْمَانَ الثَّقَفِىُّ[. أخرجه البخارى .

22. (  1066)- İbnu Abbas (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Müşrikler, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) ve mü´minler karşısında iki kısımdı. Ehl-i harb olan müşrikler, ki Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kendileriyle savaş halinde idi. Bir de ehl-i ahd yani aralarında antlaşma yapılmış olan müşrikler vardı. Onlarla savaşılmıyordu. Onlar da Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a karşı savaşmıyorlardı. Ehl-i harb´ ten bir kadın hicretle geldiği zaman, hayız olup temizleninceye kadar evlenmek üzere istetilmiyordu. Temizlenince onun nikâhlanması helâl oluyordu. Şayet nikâhtan önce, kadının kocası da hicret ederek gelecek olsa, kadın kendisine veriliyordu. Ehl-i harbten bir köle veya câriye hicret edecek olsa bunlar hür olur ve Muhâcirler´in bütün haklarını elde ederler."

Sonra İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ), -Mücâhid´in rivâyetinde olduğu şekilde- Ehl-i ahd´la ilgili olarak rivâyete devam etti  :  "...kendileriyle antlaşma yapılmış müşriklere ait bir köle veya câriye hicret edecek olsa, bunlar da iâde edilmezlerdi, ancak değerleri ne ise o ödenirdi." İbnu Abbâs devamla der ki  :  "Kureybe Bintu Ebî Umeyye Hz. Ömer´in yanında idi, boşadı. Kadınla, Muâviye İbnu Ebî Süfyân evlendi. Ümmü´l-Hakem Bintü Ebî Süfyan da Iyâz İbnu Ganem el-Fıhrî´nin nikâhı altında idi. O da bunu boşadı. Ümmü´l-Hakem´le de Abdullah İbnu Osmân es-Sakafî evlendi." [Buharî, Talâk 19.] [162]



AÇIKLAMA  : 



1- Hanefîler, bu hadisin zâhiriyle amel ederek, hicretle dar-ı harpten gelen kadının bir hayız müddetinden sonra nikâh edilebileceğini söylemiştir. Ancak Cumhur, hicret etmesi ve Müslüman olmasıyla birlikte hür sayıldığı için, esirlerin hilâfına, üç temizlik müddetinin beklenmesi, ondan sonra nikâhlanması gerekeceğine hükmetmişlerdir. Bu mesele âlimler arasında ihtilâflı bir mevzudur.

Bu meselede İbnu Abbas (  radıyallahu anh)  :  "Bir Hıristiyan kadın, kocasından bir müddet önce Müslüman olsa artık kocasına haram olur" demiştir. Bu hükme sevkeden âyet-i kerime şöyle buyurmuştur  :  "Ey iman edenler! Mü´min kadınlar, hicret ederek size gelirlerse onları deneyin, hicretlerinin sebebini inceleyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. Onların mü´min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, kâfirlere geri çevirmeyin. Bu kadınlar, o kâfirlere (  eski kocalarına) helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Kâfirlerin bu kadınlara verdikleri mehirleri iâde edin. Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenizde bir engel yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, onlara verdiğiniz mehri isteyin. Kâfir erkekler de hicret eden mü´min kadınlara verdikleri mehirleri istesinler..." (  Mümtahine 10).

İhtilâf, kocanın, iddet içerisinde Müslüman olmasından doğmaktadır. Atâ, bu durumda "kadın yeni bir nikâh ve yeni bir mehirle eski kocasına dönmek isterse dönebilir" demiştir. Bu görüş bu meselede esas olmuştur. Hicretle gelen mü´min kadına, iddeti içerisinde evlenme teklifi yapılamayacağı prensibi esas alınınca İbnu Abbâs´la Atâ´nın görüşleri birleşmiş olmaktadır. Kûfe uleması (  Hanefîler) bu durumda "kocasına Müslüman olması teklif edilir" şartını koyarlar.

2- Hadiste ismi geçen Kureybe Bintu Ebî Ümeyye, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcesi olan Ümmü Seleme (  radıyallahu anhâ)´nin kızkardeşidir. Hz.Ömer müşrike kadınları mü´minlere haram kılan âyet (  Mümtehine 10) nâzil olduğu zaman Mekke´de iken evlenmiş olduğu ve henüz Müslüman olmayan iki hanımını boşar. Bunlardan biri Kureybe´dir. Kureybe´nin Müslüman oluşu hakkında gelen ihtilâflı rivayetler ve bunların İbnu Hacer tarafından te´lifine müteallik teferruata burada yer vermeyeceğiz. İkinci hanım da Ümmü Gülsüm Bintu Amr´dır, bu Abdullah´ın annesidir. Bununla Ebu Cehm İbnu Huzeyfe evlenir. Ebu Süfyan da, Ebu Cehm de henüz müşriktir.

3- Şunu bilmek gerekir  :  Mezkur âyet, Hudeybiye Sulhü üzerine nâzil olmuştur. Sulh anlaşmasının maddeleri arasında, Mekkelilerden Müslüman olup da Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e iltica eden çıkacak olursa, bunların Mekkelilere iade edilmesi de vardı. Bu maddeye göre mülteci Müslüman erkekler iade edilmişti. Kadın mültecilerin de iadesi sulh anlaşmasında var mıydı, yok muydu bu husus, rivayetlerde münakaşalı ise de, yukarıda zikri geçen âyet, kadınların iadesini yasaklamış ve Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da iâde etmemiştir. Antlaşmaya kadınların iâdesinin de dahil edilmiş olduğu kanaatinde olduğu anlaşılan İbnu Kesir, tefsirinde mezkur âyetin sünneti tahsis ettiğini ve hatta Kur´ân´la sünnetin tahsisine bu âyetin en güzel örnek teşkil ettiğini belirtir. Seleften bâzısı, tahsise değil, neshe örnek olduğunu, bu âyetin ilgili sünneti neshettiğini söylemiştir.

Ayet-i kerimenin emri üzerine, müşriklere iade edilmeyen mülteci kadınlardan bilhassa Ümmü Gülsüm Bintu Ukbe İbni Ebî Muayt ismen zikredilir. Çünkü bunu geri almak için iki erkek kardeşi Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a müracat ederler. Ancak Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), âyet-i kerimenin nehyi sebebiyle iade etmez.

Bu sulh anlaşmasından sonra iltica eden kadınlar iâde edilmemiş ise de, kocalarına mehri ödenmiştir. Kölelerin de bedeli ödenmiştir. Bu ödemelerin "sulh" sebebiyle olduğu bilhassa belirtilir. İbnu Kesir´in kaydettiği rivayetlere göre, âyetin emrine mü´minler harfiyyen uyup, boşadıkları kadınlara mehirlerini ödedikleri halde, müşriklerden boşanan Müslüman kadınlara müşrikler mehirlerini ödememişlerdir. Bu durumdan mağdur olanlara âyet-i kerimenin emriyle (  Mümtahine 11), hazineden (  ganimetten) ödeme yapılmıştır.

4- Ayet-i kerime, bu çeşit mülteci kadınların, gerçekten mü´min olup olmadıkları,yani imanları gereği mi bu iltica ve muhâcereti gerçekleştirdikleri hususunda emin olmak için imtihan edilmelerini emreder. Hatta sûre, Mümtahine ismini de buradan alır. Acaba bu imtihanın keyfiyeti nedir Nasıl cereyan etmiştir, çünkü iman dâhilî, kalbî ve enfüsî bir keyfiyettir, bunun hâricen görülmesi mümkün değildir, anlaşılması ise oldukça zordur.

Rivayetler bu sualimizi cevaplayacak açıklığa sahiptir  : 

1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) imtihan vazifesini Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´e vermiştir.

2- Hz. Ömer (  radıyallahu anh) bu kadınlara -İbnu Abbâs, Mücâhid, İkrime ve Katâde´den gelen rivayetlere göre- Allah adına yemin vererek şu hususları taleb etmiş ve sormuştur  : 

* Kocasına olan buğzu sebebiyle mi hicret etti

* Bir yerden bir başka yere gitmek arzusuyla mı hicret etti

* Dünyevî bir arzu ile mi hicret etti

* Allah ve Resûlü´nün sevgisiyle mi hicret etti

* Allah´ın bir ve Hz. Muhammed´in kulu ve elçisi olduğuna şehâdet.

* Bir kimseye aşk sebebiyle mi hicret etti

* Kocası ile olan geçimsizlik sebebiyle mi, İslâm´a ve Müslümanlara olan muhabbet sebebiyle mi hicret etti

Allah adına verilen yeminle alınan cevaplar, iman lehine olursa kabul edilip reddedilmedikleri, aksi takdirde kocalarına iade edildikleri belirtilir.

İbnu Kesir, imtihan âyetinde geçen  :  "Onların mü´min kadınlar olduklarını öğrenirseniz, kâfirlere geri çevirmeyin" ibâresinden hareketle  :  "İmana yakînî şekilde ıttıla peyda etmenin mümkün olduğuna bu âyette delil vardır" der.

3- Bu âyet, evlenme meselelerinde mühim bir değişiklik getirerek o güne kadar serbest olan müşriklerle evlenmeyi yasaklamıştır  :  Ne erkek, ne kadın, herhangi bir Müslüman, müşrik biri ile evlenemez, haramdır. Bu âyetten önce Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in kızı Zeyneb (  radıyallahu anhâ) bile müşrik olan Ebu´l-As´ın nikâhında kalabilmiş ve Bedir esirleri arasında bulunan Ebu´l-As, Zeyneb´in -annesi Hatice tarafından hediye edilmiş- kolyesi ile esaretten kurtarılmaya çalışmıştı.[163] Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) "kızı Zeyneb (  radıyallahu anhâ)´i Medine´ye göndermesi" şartı ile Ebu´l-Âs´ı -kolyeyi iade ederek ve başka bir maddî talebde de bulunmaksızın- serbest bırakmıştı. Zeyneb (  radıyallahu anhâ) Medine´ye gelmiş, hicrî sekizinci senenin başlarında kocası Müslüman oluncaya kadar ayrı yaşamış, Müslüman olunca Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yeni bir nikah ve mehre luzüm görmeden iade etmişti. Mamafih nikahı yenilediği de söylenmiştir. Bu âyetten önceki tatbikatta, Müslümanlarla müşrikler arasındaki evlenme rahatlığını belirtmek için yine Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan misal göstermek gerekirse, Ebu´l-Âs örneği zikredilebilir. Bir ara müşrikler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a kötülük olsun diye, dindaşları olan Ebu´l-Âs´a Zeyneb (  radıyallahu anhâ)´i boşamasını söylerler, Ebu´l-Âs reddedince, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Ebu´l-Âs´a teşekkür eder. [164]



BEŞİNCİ FASIL

CİHADA MÜTEALLİK SEBEPLER



ـ1ـ عن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]قال رسول اللّه #  :  مَا مِنْ غَازِيَةٍ أوْ سَرِيةٍ تَغْزُو في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى فَيَسْلَمُونَ وَيُصِيبُونَ إَّ تَعَجَّلُو ثُلُثَىْ أجْرِهِمْ. وَمَا مِنْ غَازِيَةٍ أوْ سَرِيَّةٍ تَخْفِقُ وَتُخَوِّفُ وَتُصَابُ إَّ تَمَّ أجْرُهُمْ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»تَخفُقُ أى تصيب شيئاً من المغنم .



1. (  1067)- Abdullah İbnu Amr İbnu´l-Âs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Allah yolunda cihada çıkıp gazve yapan selamete erip ganimetle dönen her ordu ve her seriyye ahirette elde edeceği mükâfaatın üçte ikisine dünyada kavuşmuş olur. Hiçbir ganimet elde edemeyen, korku geçiren ve musibetlere mâruz kalan her ordu ve her seriyye ise (  ahirette) tam ücrete erer." [Müslim, İmâret 153, (  1906); Ebu Dâvud, Cihâd 13, (  2785); Nesâî, 15, (  6, 17, 18  ); İbnu Mâce, Cihâd 13,(  2785).][165]



AÇIKLAMA  : 



Rivâyetin Müslim ve Nesâî´deki aslında, muzaffer olarak ve ganimet alarak dönen gazilerin, ücretlerinin üçte ikisini dünyada peşin olarak aldıkları belirtildikten sonra şu ilave de yer alır  :  وَيَبْقَى لَهُمُ الثُّلُثُ "Ücretlerinin üçte biri (  ahirete) kalır."

Hadis-i şerif, cihâda mukabil dünyada şeref ve ganimetten nasibini alanla, savaşta mağlub düşen veya hiçbir dünyevî nasib elde edemeyen, sadece korku ve meşakkat çeken gazilerin uhrevî mükâfaatta eşit olmayacaklarını ifade ediyor. Çükü dünyada elde edilen ganimet vs. cihad ameline terettüp eden mükâfaatın bir cüz´ünü teşkil etmektedir. Nevevî, bu mânanın, sahâbeden bu mevzu üzerine gelen meşhur ve sahih rivayetlerin ruhuna uyan yegâne te´vil olduğunu, hadisin zahirine uygun düşen mânanın da bu olduğunu, Kadı İyâz´ın da bu mânayı benimsediğini belirtir. Bazı yorumların, -gazveye katılanların sevabca eşit olacakları ve ganimetin sevabı eksiltmeyeceği iddiasından hareketle- bu hadisin sahih olmayacağı düşüncesine saplandıklarını belirten Kadı İyaz, bu fikrin fâsid olduğunu söyler ve delillerini çürütür.

Nevevî´nin bu meyanda kaydettiği delillerden biri birçok sahâbenin şu mânadaki beyanlarıdır  :  مِنَّا مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَأكُلْ مِنْ اَجْرِهِ شَيْئاً وَمِنَّا مِنْ اَيْنَعَتْ له ثمرته

"İslâm için cihâd eden bir kısım arkadaşlarımız, emeklerine terettüp eden ücretten hiçbir şey yemeden şehid olup gittiler (  Uhud´da şehid olanlar gibi). Bazı arkadaşlarımız ise meyvelerinin dünyada iken olgunlaştığını gördüler (  fütuhât devrini yaşayan, bolluğa erenler gibi)." Hz. Ömer ve Habbâb İbnu Eret (  radıyallahu anhümâ) başta, birçok ashâb bu konuda yakınır ve hatta  :  "Sakın bütün ecrimizi dünyada yemeyelim " diye endişe ifade ederler.

Bu hadisin hükmünü kabul etmeyenlerin en ziyade dayandıkları şey Sahiheyn´de kaydedilen ve mücahidin sevabla ve ganimetle döneceğini beyan eden hadistir. Nevevî şöyle cevaplar  :  "Bu iki rivayet arasında teâruz mevcut değil ki birine râcih deyip kabul ederken, diğerine de mercuh deyip reddedelim.Çünkü bu hadiste mücâhidin sevapla ve ganimetle döneceği söylenirken ganimetin sevabı azaltacağına veya azaltmayacağına temas edilmemiştir, keza ganimet alanla almayanın sevabı eşit olacak da denmemiştir, mutlak bir ifâde ile mücâhidin hem sevap ve hem de ganimetle döneceği ifade edilmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, mutlak olan öteki rivayeti mukayyed hâle getirmiştir. Usul kaidesidir  :  "Mukayyed, mutlaka tercih edilir ve bu şarttır."[166]



ـ2ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]كُنَّا مَعَ رسول اللّه # في غَزَاةٍ. فقَالَ  :  إنَّ بِالْمَدينَةِ رِجَاً مَا سِرْتُمْ مَسِيراً وََ قَطَعْتُمْ وَادِياً إَّ كَانُوا مَعَكُمْ حَبَسَهُمُ الْعُذْرُ[. أخرجه مسلم، وأخرجه البخارى وأبو داود عن أنس .



2. (  1068  )- Hz. Câbir (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Biz bir gazvede Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik, bir ara şöyle buyurdular  :  "Medine´de kalan öyleleri var ki, kateddiğiniz her mesafe ve geçtiğiniz her vâdide aynen sizinle berabermiş gibi sevabınıza eksiksiz ortak oluyorlar. Bunlar, (  cihada katılmayı cân u gönülden arzulayıp da) özürleri sebebiyle orada kalanlardır." Bu rivayeti Buhârî ve Ebu Dâvud, Hz. Enes (  radıyallahu anh)´ten tahric etmişlerdir. [Müslim, İmâret 159, (  1911).][167]



AÇIKLAMA  : 



Mü´minin hayatında niyetin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösteren hadislerden biri budur. Samimiyetle niyet ettiği hayırlı bir amele, meşru bir mazeretle iştirak edemeyen kimse, yapanların sevabına aynen iştirak etmiş olmaktadır.

Buradaki hadis, sefer gibi meşakkatli ve meşakkati nisbetinde de sevablı olan cihad amelinden misal vermektedir. Cihada, hastalık, sakatlık veya geride verilen bir vazifenin ifası gibi herhangi bir mazeretle iştirak edemeyen niyet sahiplerinin cihad sevâbına aynen iştirak ettiği belirtilmektedir. Vekî´nin rivâyetinde bu daha açık bir dille mâzurların fiilen cihad eden gaziler gibi sevaba nail olacakları belirtilir. Bu hadis, herhangi bir seferle mukayyed olmayıp âmdır. Âlimler bu durumdan hareketle cihadın farz-ı ayn oduğunu söylerler ve umumî bir seferberlikte cihâda katılmaya her mü´minin niyet etmesinin farz olduğunu belirtirler.

Bu hadisi, mânen te´yid eden âyetler de vardır. Nisâ sûresinde, cihad eden mü´minlerin cihad etmeyen mü´minlere faziletce üstünlüğü belirtilirken, "cihad etmeyen"den maksadın "özürsüz olarak yerlerinde oturanlar" olduğu belirtilir. (  95-96. âyetler). Nitekim bu istisnâî hüküm, âmâ sahâbîlerden İbnu Ümmi Mektûm´un cihâda iştirak edemediği için sevaptan mahrum kaldığını düşünerek Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a beyan ettiği üzüntüsü üzerine nâzil olmuştur.

Öyle anlaşılıyor ki, İslâm cemaati, Allah´ın rızasını tahsil yolunda halis niyetiyle bütünleşebilmekte, yüz binlerce, belki de milyonlarca parçadan teşekkül eden bir fabrika hükmüne geçebilmektedir. Her ferd bu fabrikanın ürün vermesinde bir rol, bir pay sahibi olmakta, böylece  :  "Bu üründe katkım var" diyebilmektedir. Dinimizin bildirdiği üzere, burada her iştirakçi, niyetine göre neticeden yüksek pay alabilmekte, en geride kalan en önde gidenle paya eşit şartlarla iştirak edebilmekte ve hatta geçebilmektedir.

Bu bütünleşme, bu iştirakın sırrı samimi niyet ve ihlâsta yatmaktadır.[168]



ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سَمِعْتُ رسُولَ اللّه # يَقُول  :  عَجِبَ رَبُّنَا مِنْ

قَوْمٍ يُقَادُونَ إلى الجَنَّةِ بِالسََّسِلِ[. أخرجه البخارى وأبو داود. وقال  :  يعْنِى ا‘سيرَ يُوثَقُ ثُمَّ يُسْلِمُ .



3. (  1069)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim şöyle diyordu  :  "Zincirlere bağlı olarak cennete sevkedilen bir zümrenin haline Rabbimiz taccüb (  hayret) etti."

Ebu Dâvud  :  "Harp esiri yakalanır, zincire vurulur sonra da Müslüman olur" diyerek açıklamıştır. [Buharî, Cihâd 144; Ebu Dâvud, Cihâd 124, (  2677).][169]



AÇIKLAMA  : 



Şârihler, burada mecazî mâna kastedilebileceği gibi, hakikî mânasının da kastedilmiş olabileceğini belirtirler.

Taaccüb, mahiyeti bilinmeyen şey karşısında duyulan histir, dilimizde şaşkın olmak diye karşılanır. Tabii ki Allâmu´lguyûb olan Cenâb-ı Hakk´ın taccübe düşmesi sözkonusu olamaz. Bunu, Allah hakkında "memnun kalmak", "razı olmak", "takdir etmek" gibi uygun mânalarda te´vil etmek gerekir.

Hadisin mânasına gelince, harpte esir edilip zincirlere vurulan esirler, bilâhere İslâm´ı öğrendikten sonra gönül hoşluğu ile Müslümanlığı benimseyerek cennete giderler. Hadiste, ilk baştaki ikrâh yani zorlama, zincir olarak ifâde edilmiş olmaktadır. Tîbî  :  "Zincirden muradın, kişiyi dalâlet derekelerinden kurtarıp hidâyet derecelerine yükselten câzibe-i Hak olabileceğini" söylemiştir. Ancak şu hadis yukarıda verilen mânanın daha sahih olduğunu teyid etmektedir  : 

Ebu´t-Tufeyl Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan anlatıyor  : 

رَأيْتُ نَاساً مِنْ اُمَّتِى يُسَاقُونَ إلى الْجَنَّةِ فِى السََّسِلِ كَرْهاً قُلْتُ  :  يَا رَسُولَ اللّهِ مَنْ هُمْ؟ قَالَ  :  قَوْمٌ مِنَ الْعَجَمِ يَسْبِيهِمُ الْمُهَاجِرُونَ فَيُدْخِلُونَهُمْ فِى ا“سَْمِ مُكْرِهِينَ

"Ümmetimden bir grubun, cennete, zincirlerle zorla sevkedileceğini gördüm." Ben  :  "Ey Allah´ın Resûlü, bunlar kim " diye sorunca  :  "Onlar, dedi; Arap olmayanlardan bir kavimdir, Muhâcirler onları esir ederler, zorla İslâm´a sokarlar."

Fazla taraftar bulmayan bir izaha göre, bunlardan maksat, kâfirler tarafından esir edilip zincire vurulan ve o halde ölen Müslümanlardır. [170]



ـ4ـ وعن أبى هريرة أيضاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  إنَّمَا ا“مَام جَُنَّةٌ يُقَاتَلُ بِهِ.[ أخرجه الخمسة إ الترمذى .



4. (  1070)- Yine Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) hazretlerinin anlattığına göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur  :  "İmam bir perdedir, onunla birlikte (  düşmana karşı) savaş yapılır." [Buhârî, Cihâd, 109, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 43, (  1841), Ebu Dâvud, Cihâd 163, (  2757); Nesâî, Büyû 30, (  7, 155).[171]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadis, çeşitli vecihlerde rivayet edilen bir hadistir. İmamın gereğini ve ona itaati tesbit eder. Buhârî´deki vechi daha da uygundur  : 

مَنْ أطَاعَنِى فَقَدْ اَطَاعَ اللّهَ وَمَنْ عَصَانِى فَقَدْ عَصى اللّهَ وَمَنْ يُطِعِ اَمِيرَ فَقَدْ اَطَاعَنِى وَمَنْ يَعْصِى ا‘مِيرَ فَقَدْ عَصَانِى. وَإنَّمَا ا“مَامُ جُنَّةٌ يُقَاتِلُ مِنْ وَرَئِهِ وَيُتَّقى بِهِ فَإنْ اَمَرَ بِتَقْوَى اللّهِ وَعَدَلَ فَإنَّ لَهُ بِذلكَ أجْراً وَإنْ قَالَ بِغَيْرِهِ فَإنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ

Yani  :  "Kim bana itaat ederse, Allah´a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah´a isyan etmiş olur. Emîre itaat eden, bana itaat etmiş olur, kim emîre isyan ederse bana isyan etmiş olur. İmam bir perdedir, onun gerisinde düşmanla savaşılır, onunla korunulur. Şayet Allah´tan korkmayı emreder ve adaletli olursa, bu sebepten sevâba nâil olur, aksini yaparsa o yüzden de vebâle girer.

"İmamdan murad, âmme işlerini yürüten herkes, her memurdur. Her memur, kendisine terettüp eden hizmetlerde, halka karşı âmir durumunda olabilir.

İmam için cünne yani perde denmesi, halk adına düşmana muhatap olması, düşmanın eza ve istilasından halkı, askeriyle, tedbiriyle korumasından ileri gelir.

Bu mevzu üzerine geniş bilgi Hilâfet ve İmâret bölümünde gelecek (  1702-1743 numaralı hadisler).[172]



ـ5ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ فَتىً مِنْ أسْلَمَ قَالَ يَارسُولَ اللّهِ  :  إنِّى أُريدُ الْغَزْوَ وَلَيْسَ لى مَالٌ أتَجَهَّزُ بِهِ. قَالَ  :  ائْتِ فََُناً فَإنَّهُ كانَ قَدْ تَجَهَّزَ فَمِرضَ.فأتَاهُ

فقَالَ  :  إنَّ رسولَ اللّه يَقْرَأُ عَلَيْكَ السََّمَ وَيَقُولُ  :  أعْطِنِى الَّذِى تَجَهَّزْتَ بِهِ. فقَالَ ‘هْلِهِ يَافَُنَةُ أعْطِيهِ الَّذِى تَجَهَّزْتُ بِهِ وََ تَحْبِسِى عَنْهُ شَيْئاً مِنْهُ، فَوَاللّهِ َ تَحْبَسِى مِنْهُ شَيْئاً فَيُبَارِكَ لَكَ فِيهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود .



5. (  1071)- Hz. Enes (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Eslem kabilesinden bir genç  :  "Ey Allah´ın Resûlü! Ben gazveye katılmak istiyorum, ancak gazve için gerekli techizâtı temin edecek malım yok!" dedi. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

-"Öyleyse falancaya git. O hazırlık yapmıştı ama hastalandı (  gelemeyecek)" dedi. Genç o adama gidip  : 

"- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sana selamı var, cihâd için hazırladığın techizâtı bana vermeni söyledi" dedi. Adam, ismen çağırarak hanımına  : 

"- Hanım! cihad için hazırladığım teçhizâtı şu gence ver, onlardan hiçbir şeyi alıkoyup esirgeme, Allah´a kasem olsun, esirgemeden her ne verirsen hakkında mübârek kılınır" dedi." [Müslim, İmâret 134, (  1894); Ebu Dâvud, Cihâd 177, (  2780).][173]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadis hayra sebep olmanın da hayır ve sevap olduğunu ifâde etmektedir. Ulemâ, hayır için hazırlanan bir malın, başka bir hayırda da harcanabileceğine, bu hadisten delil çıkarmıştır. Nezir ederse, hayrı, nezrettiği şeyde harcaması gerekir. Ancak, şartlar, bu harcamayı nezrettiği şeyin dışında yapmasının daha hayırlı olacağını gösterirse, nezre rağmen hayrın sarf mahallini değiştirebilir, fakat nezir kefâreti öder. Böylece hayrını daha da artırmış olur.[174]



ـ6ـ وعن سمرة بن جُندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أمَّا بَعْدَ فإنَّ النَّبىَّ # سَمَّى خَيْلَنَا خَيْلَ اللّهِ تعالى، وَكانَ يَأمُرُنَا بِالْجَمَاعَةِ إذَا فَزِعْنَا، وَالصَّبْرِ وَالسَّكِينَةِ إذَا قَاتَلْنَا[. أخرجه أبو داود .



6. (  1072)- Semure İbnu Cündeb (  radıyallahu anh) (  bir gün) dedi ki  :  "Emmâ ba´d, bilesiniz, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) atlarımıza "Allah´ın atları" diye isim verdi. Bize, korktuğumuz zaman cemaat olmamızı, savaştığımız zaman da sabırlı ve sâkin olmamızı emrederdi." [Ebu Dâvud, Cihâd 54, (  2560).[175]



AÇIKLAMA  : 



1- Emmâ ba´d, Arapça´da asıl mevzuya geçerken kullanılan bir tâbir olup dilimizde karşılığı mevcut değildir. Hatip hitab ederken, kâtip mektubunu yazarken, İslâmî âdabtan olan hamdele ve salveleden sonra asıl konuya geçerken emmâ ba´d der veya yazar.

2- Atların "Allah´ın atı" diye isimlendirilmesi, tefe´ül için olmalıdır. Hem de Allah yolunda cihadda kullanıldığı, esas bu maksadla beslendiği içindir. Atı besleyen, tımar eden, külfetini çeken kimse ona Allah´ın atı gözüyle bakınca nokta-i nazarı, ilgisi, sevgisi herhalde farklı olacaktır. Eşyaya verilen isim devamlı bir telkin vesilesidir. Ata (  veya hayırda da kullanılabilecek muâdili eşyaya) bu neviden isimler vermenin müstehab olacağı, mü´minin hayra olan niyyetine bu tesmiyenin ne kadar müessir olacağı açıkça görülmektedir.

Hadis, Ebu Dâvud´da "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), korktuğumuz zaman, atımızı Allah´ın atı diye isimlendirdi" şeklindedir. Şârihler, "Korktuğumuz zaman" tâbirini "yardım istediğimiz zaman" şeklinde anlamanın da uygun olduğunu belirtirler. Ancak ifâdede "fürsan (  =süvâri)" kelimesinin hazfedilmiş olduğunu ve dolayısıyla ibarenin şöyle olması gerektiğine de dikkat çekilmiştir  :  يَافُرْسَانُ خَيْلِ اللّهِ "Ey Allah´ın atlarının süvarileri!..." Nitekim, Askerî´nin el-Emsâl´inde, Enes´in bir rivayetine göre  :  "Hârise İbnu´n-Nu´mân  :  "Ey Allah´ın Resûlü, demiştir, şehid olmam için bana dua buyurun" Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) dua edivermiştir. Bir gün  :  "Ey Allah´ın atları binin" diye bir ses işitilmiştir. Hârise, ata binen ilk süvari ve şehid olan ilk süvâri olmuştur." Burada "Ey Allah´ın atları", Ey Allah´ın atlarının süvârileri demektir.

Âzimâbâdî, kaydetiği bâzı yorumlardan sonra hadisin son kısmında kastedilen mânanın şu olduğunu belirtir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) savaştığımız zaman cemaat olmamızı, sabır ve sükûnetimizi muhafaza etmemizi emrederdi."[176]



ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  خَيْرُ الصَّحَابَةِ أرْبَعَةٌ، وَخَيْرُ السَّرَايَا أرْبَعُمِائَةٍ، وَخَيْرُ الجُيوشِ أرْبَعَةُ آَفٍ، وَلَنْ يُغْلَبَ اثْنَا

عَشَرَ ألْفاً مِنْ قِلَّةٍ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



7. (  1073)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "En hayırlı arkadaş (  grubu) dört kişiliktir. En hayırlı askerî birlik dört yüz kişiliktir. En hayırlı ordu dört bin kişidir. On iki bin kişi, sayıca az diye mağlub edilemez." [Ebu Dâvud, Cihâd 89, (  2611); Tirmizî, Siyer 7, (  1555); İbnu Mâce, Cihâd 25, (  2827).][177]



AÇIKLAMA  : 



1- Hadiste geçen arkadaştan murad, yolculuk sırasındaki arkadaştır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yalnız başına, "müsafirlik" mesafesini bulan (  takribi 90 km) uzaklığa yola çıkmayı tavsiye etmez. Hatta iki kişiyi de tavsiye etmez. Üçe cevâz verir ise de bu hadiste arkadaş olarak dört kişilik grubun en iyi olacağını belirtmektedir. Bu tavsiye vecibe ifade etmez, az da çok da olabilir. Gazzâlî, İhyâ´da dörtteki hikmeti şöyle açıklar  :  "Yolcu, sefer sırasında kendisini muhâfaza edecek birine muhtaçtır. Keza bazı ihtiyaçları için yol esnasında şuraya buraya gitme ihtiyacı da duyar. Şâyet üç kişi olsalar, ihtiyacı için ayrılacak olan tek başına gider. Bu durumda yanında ünsiyet edeceği biri olmayacağından ruhen sıkılır. İhtiyaçlar için iki kişi beraber çıksalar, eşyaların başında kalan, yalnız kalır. Bu hem tehlikelidir, hem de ruhuna sıkıntı verir. Öyle ise dörtten az olan bir ekip yol ihtiyacını yeterince karşılayamaz. Beşinci ise, ihtiyaçtan fazladır. Arkadaş çok olunca sohbet bile yapılamaz.

Şu halde, hadiste, en hayırlı arkadaş grubun dört olduğuna dair delil mevcuttur. Hadiste "En hayırlı arkadaş dörttür" tâbiri içinde, zımnen; dörtten az sayıdaki arkadaş grubunda da -hazer veya sefer halinde- hayır vardır" mânası mevcuttur. Ancak, Amr İbnu Şuayb´ın rivâyet ettiği bir hadiste "üç"ten az olan ekib için "şeytân" tâbiri kullanılmıştır  :  اَلرَّاكِبُ شَيْطَانٌ وَالرَّاكِبَان شَيْطَانَانِ وَالثََّثَة رَكْبٌ

"Bir yolcu şeytadır, iki yolcu iki şeytandır, üç yolcu bir ekiptir."

Taberî der ki  :  "Buradaki zecr (  yasaklama), edeb ve irşâd zecridir, tahrim zecri değildir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tek kişinin seyahatinde yalnızlıktan mütevellit mahzurlar olduğu için bunu yasaklamıştır, değilse, yalnızlık haram değildir."

Gerçek şu ki, âlimler bu meselede farklı fetvalar vermişlerdir. İhtiyaca, şartlara göre yalnız olmak da gerekebilir. Nitekim casuslar, öncüler, haber toplayıcıların yalnız olması gerekmektedir.

2- Askerî birlik diye tercüme ettiğimiz seriyye sayısı dört yüz civarında olan bir müfrezedir, ordunun bir bölümüdür. Aşağı yukarı günümüzün taburuna tekâbül eder. İbrahim Harbî  :  "Seriyye, dört yüz civarındaki süvarî birliğidir" diye tarif etmiştir. Geceleyin yol alıp, gündüz gizlendiği için seriyye dendiği ifade edilir. Çünkü serâ سَرَى "geceleyin yürüdü" demektir.

İbnu´l-Esîr, bu açıklamaya katılmaz. Ona göre  :  "Bu, sayısı dört yüze ulaşan askerî bir birliktir, cem´i serâyâ gelir. Seriyye denmesi, bunların askerlerin en hayırlı kısmından seçilen bir hülâsa olmasındandır; "sırrî", nefis demektir. Bu miktar bir müfrezeye seriyye denmesi (  hareket kaabiliyetinin fazla olması sebebiyle) gizlice, hiç sır vermeden düşmana nüfûz etmesinden de olabilir."

İbnu Raslân şu açıklamayı yapmıştır  :  "Seriyyenin hayırlısı dört yüz" diye sınırlandırılması.. Bedir Ashâbı´nın üç yüz küsur olmasından ileri gelebilir. Bu duruma göre, en hayırlı seriyye üç yüzdört yüz ile dört yüzbeş yüz arasındaki seriyyedir.

3- "On iki bin sayıca az diye mağlub edilemez" sözü, bu sayı bir ordu için ideal miktardır. Bu miktardaki bir ordu düşman karşısında mağlup düşmüşse bunun mağlubiyet sebebi sayısının azlığından değildir. Ebu Ya´lâ el-Mevsilî´nin Müsned´inde »... اِذَا صَبَرُوا وَاتَّقُوا« ziyadesi vardır. Mâna şöyle olur  :  "Sayısı on iki bini bulan ordu sabreder ve takvaya riâyet ederse sayı azlığı sebebiyle mağlup düşmez." Öyle ise bu sayıdaki bir İslâm ordusu mağlupsa "azlık"tan başka sebep aramak lazım  :  Sayıya güvenmek, şeytanın içlerine savaşı kazanacak güçte oldukları, şecaat sahibi bulundukları, fazlasıyla maddî kudrete sahip oldukları hususunda attığı telkinler sonucu kendilerine fazla güvenerek (  Allah´ı unutmak, alınması gereken bir kısım tedbirleri ihmâl etmek) gibi. Nitekim Huneyn Savaşı´nda sayıları on iki bin olan İslâm ordusu, çokluklarına ve sayılarına güvenmişler  :  "Bugün bizi sayıca azlık mağlub edemez" demişlerdi. Fakat ilk vehlede dağıldılar, sonra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın gayreti ile toparlanıp galebe çaldılar. Âyet-i kerime meâlen  :  "Huneyn günü çokluğunuzla böbürlenmiştiniz, size hiçbir faydası olmadı...." (  Tevbe 25) der.

Âlimler bu hadise dayanarak "Müslümanların adedi on iki bine ulaşınca, düşman sayılamayacak kadar çok da olsa cepheyi terketmek haramdır" demişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak 1057 numaralı hadisin açıklaması da görülmelidir. [178]



ـ8ـ وعن أبى طلحة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رَسولُ اللّه # إذَا ظَهَرَ علَى قَوْمٍ أقَامَ بِالْعَرْصَةِ ثََثَ لَيَالٍ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .



8. (  1074)- Ebu Talha (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir kavme galebe çalınca, (  evler arasındaki) boş bir arsada üç gece ikâmet ederdi." [Buharî, Cihad 185, Megâzî 7; Müslim, Cennet 78, (  2875); Tirmizî, Siyer 3, (  1551); Ebu Dâvûd, Cihâd 131, (  2695).][179]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadiste, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın askerî harekâtıyla ilgili mühim bir prensibini görmekteyiz  :  Fethedilen yerde üç gece ikâmet. Mühellib bunu  :  "Askerleri ve hayvanları dinlendirmek için" diye açıkladıktan sonra, "fethedilen yer düşmana ve gelip geçene karşı emniyetli ise" diye bir şart da belirtir. İbnu´l-Cevzî şöyle der  :  "Maksad galebenin tesirini artırmak, ahkâmı infâz etmek ve (  gözdağı vererek aleyhte) toplanmayı azaltmaktır, sanki şöyle demektedir  :  "Haydi, kuvvetli olan, kendine güvenen buyursun, işte buradayız."

İbnu´l-Münîr de şu yorumu yapmıştır  :  "Bu kalıştan maksad, muhtemelen, meâsi işlenmiş olan bu bölgeye, zikrullah ve şeâir-i İslâmiye´yi izhar etmek suretiyle mânevî bir ziyâfette bulunmaktır. Bu zikir ve şeâirin izharı mânevî bir ziyafet hükmüne geçerse bunun üç gün devam etmesi gerekir, zira ziyafetin müddeti üç gündür." Muhakkak ki her te´vilin bir vechi, bir haklılığı var.[180]



ـ9ـ وعن عمران بن الحصين رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كانَتْ ثقِيفٌ حُلَفَاءَ لِبَنِى عُقَيْلٍ، فَأسَرَتْ ثَقِيفٌ رَجُلَيْنِ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّه #، وَأسَرَ أصْحَابُ رسولِ اللّه # رَجًُ مِنْ بَنِى عُقَيْلٍ وَأصَابُوا مَعَهُ الْعَضْبَاءَ فَأتَى عَلَيْهِ رسولُ اللّه # وَهُوَ في الْوَثَاقِ فقَالَ يَا مُحَمَّدُ. فقَالَ مَا شَأنُكَ؟ فقَالَ بِمَ أخَذْتَنِى وَأخَذْتَ سَابِقَةَ الحَاجِّ؟ يَعْنِى الْعَضْبَاءَ. قَالَ أخَذْتُكَ بِجَرِيرَةِ حُلَفَائِكَ ثَقِيفٍ. ثُمَّ انْصَرَفَ عَنْهُ فَنَادَاهُ يَا مُحَمَّدُ، يَا مُحَمَّدُ، وَكانَ # رََفِيقاً رَحِيماً. فَرَجَعَ إلَيْهِ فقَالَ  :  مَا شأنُكَ؟ فقَالَ  :  إنِّى مُسْلِمٌ. فقَالَ  :  لَوْ قُلْتَهَا وَأنْتَ تَمْلِكُ أمْرَكَ أفْلَحْتَ كُلَّ الْفََحِ، ثُمَّ انْصَرفَ عَنْهُ فََنَادَاهُ

فَأتَاهُ. فقَالَ  :  مَا شَأنُكَ؟ قَالَ  :  إنِّى جَائِعٌ فأطْعِمْنِى، وَظَمْآنٌ فاسْقِنِى. قال  :  هذِهِ حَاجَتُكَ فَافْتُدِى بِرَجُلَيْنِ. قَالَ  :  وَأسِرَتِ امْرَأةٌ مِنَ ا‘نْصَارِ وَأُصِيبَتِ الْعَضْبَاءُ فَكَانتِ الْمَرأةُ في الْوَثَاقِ. فَكَانَ الْقَوْمُ يُرِيحُونَ نَعَمَهُمْ بَيْنَ يَدَىْ بُيُوتِهِمْ فَانْفَلَتَتْ ذَاتَ لَيْلَةٍ مِنَ الْوَثَاقِ فَأتَتِ ا“بلَ، فَجَعَلتْ إذَا دَنَتْ مِنَ الْبَعِيرِ رَغَا فَتَتْرُكُهُ حَتَّى انْتَهَتْ إلى الْعَضْبَاءِ فَلَمْ تَرْغُ وَهِىَ نَاقَةٌ مُنَوَّقَةٌ  :  أىْ مُدَرَّبَةٌ، وَرُوىَ مُدَرَّبَةٌ، وَرُوىَ مُجَرَّسَةٌ. قالَ  :  فقَعَدَتْ في عُجُزِهَا ثُمَّ زَجَرَتْهَا فَانْطَلَقَتْ وَنَذِرُوا بِهَا فَطَلَبُوهَا فَأعْجَزَتْهُمْ. قَالَ  :  وَنَذَرَتْ للّهِ تعالى إنْ نَجَّاهَا اللّهُ عَلَيْهَا لَتَنْحَرَنَّهَا. فَلمَّا قَدِمَتِ الْمَدِينَةَ  :  رَآهَا النَّاسُ فقَالُوا  :  الْعَضْبَاءُ نَاقةُ رسولِ اللّه # فقالت  :  نذرت ان نجانّى اللّه نحرنّها فاتوا رسولَ اللّهِ # فَذكَرُوا ذلِكَ لَهُ. فقَالَ  :  سُبْحَانَ اللّهِ؟ بِئْسَمَا جَزَتْهَا، نَذَرَتْ إنْ نَجَّاهَا اللّهُ تعالى عَلَيْهَا لتَنْحَرَنَّهَا. َ وَفَاءَ لِنَذْرٍ في مَعْصِيَةٍ، وََ فِيمَا َ يَمْلِكُ ابنُ آدَمَ[. أخرجه مسلم وأبو داود. وأخرجه الترمذى منه طرَفاً يسيراً.»المُدَرَّبَةُ« المخرّجة المؤدّبة التى ألفتِ الركوب وعُوِّدت المشى في الدروب. »وَالمُجَرَّسَةُ« بالجيم والسين المهملة  :  المجربة المدربة في الركوب والسير .



9. (  1075)- İmrân İbnu´l-Husayn (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Sakif, Benî Ukayl´in müttefiki idi. Sakîfliler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından iki kişiyi esir ettiler. Buna mukabil Müslümanlar da Benî Ukayl´dan bir kişiyi esir ettiler, adamla birlikte Adbâ adlı deveyi de ele geçirdiler. Adam bağlı halde iken Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yanına geldi. Adam  : 

"- Ey Muhammed!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Ne istiyorsun " diye sordu  : 

"- Beni niye yakaladınız, hacıları geçene (  yani Adbâ´ya) niye el koydunuz " dedi  : 

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) meseleyi büyütmek için  : 

"- Seni müttefiklerin olan Sakif´in cinayetinden dolayı yakaladım!" cevabını verdi, sonra oradan ayrılıp gitti. Adam tekrar seslenerek  : 

"- Ey Muhammed! Ey Muhammed" dedi. Resûlulah (  aleyhissalâtu vesselâm) merhametli ve nezâketli idi. Adama dönerek  : 

"- Ne istiyorsun " dedi. Adam  : 

"- Ben Müslümanım!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Sen bunu, daha önce, kendi umuruna mâlik iken söylemiş olsaydın, tamamiyle kurtulurdun" dedi ve adamdan uzaklaştı. Adam tekrar  : 

"- Ey Muhammed, ey Muhammed!" diye bağırdı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) geri gelerek  : 

"- Ne istiyorsun " dedi. Adam  : 

"- Açım, doyur beni, susadım, su ver bana!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"- Hacetin bu mu " dedi. Adam öbür iki kişiye mukabil fidye yapıldı."

Râvi İmrân sözüne şöyle devam etti  :  "Ensâr´dan bir kadın esir edildi. Adbâ dahi ele geçirildi. Kadın bağa vurulmuştu. Halk develerini evlerinin önünde dinlendiriyorlardı.

Bir akşam bu kadın ipten boşanarak develerin yanına geldi. Kadın deveye yaklaştı mı deve böğürüyordu. O da birini bırakıp öbürüne yaklaşıyordu. Sonunda Adbâ´ya yaklaştı. Bu böğürmedi.

Râvî der ki  :  "Bu pişkin bir deve idi" -bir rivayette  :  "O terbiyeden geçmiş bir deve idi" denmiştir. Ebu Dâvud´da  :  "Uysal bir deve" denmiştir- Kadın devenin arkasına bindi, hayvanı sürüp yola revân oldu.

Kadının kaçtığını hissettiler, arayıp taradılar, ama bulamadılar. Kadın, Allah kendisine kurtulma nasib ederse, deveyi Allah için kurban etmeyi adadı. Medine´ye gelince, halk onun kurtulduğunu görünce  :  "Adbâ, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın devesi!" diye bağrıştı. Kadın  : 

"- Ben nezretmişim. Allah beni kurtarırsa onu kurban edeceğim diye!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip bu durumu haber verdiler. O  : 

"- Sübhânallah! Hayvancağıza ne kötü mükâfaat vermiş  :  Allah onu, bunun üzerinde kurtarırsa o tutup bunu kesecek ha! Olacak şey mi Hayır! Günah olan bir nezre uyulmaz, şahsen sâhip olmadığı bir şey üzerine yaptığı nezre de uymaz!" dedi." [Müslim, Nüzûr 8, (  1641); Ebu Dâvud, Eymân 28, (  3316).][181]



AÇIKLAMA  : 



1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) düşmanla olan münasebetlerini, devrinin harp kaidelerine göre yürütmüştür. Esir edilen Müslümanları kurtarabilmek için, o da düşman taraftan -ve burada olduğu üzere- düşmanın müttefikinden bazılarını esir almıştır. Nitekim, esir Müslümanların kurtarılmasında fidye edilmiştir.

2- İkinci vak´ada Ensâr´dan esir edilen kadın, Ebû Zerr Gifârî (  radıyallahu anh) hazretlerinin hanımıdır.

3- Adbâ, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın devesidir, kaliteli, kapasiteli, iyi yetiştirilmiş bir devedir. Hızlı koşmasıyla meşhurdur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ona binerek katıldığı deve yarışmalarında hep kazanırdı. Rivâyette geçen "hacıları geçen" tâbiri devenin bu vasfını belirtir. Muhtemelen, hac kâfilelerinde başkasına ön vermeyip en önde yer almakla temâyüz ettiği için bu vasıf deveye verilmiş olabilir. Rivayetten de anlaşılacağı üzere deve aslen Benî Ukayl´den birine aittir, ancak sonradan Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kasvâ ve Ced´a adında başka develerinin de ismi geçer. Ancak bunlar aynı devenin farklı isimleri mi, ayrı ayrı üç deve mi ihtilaf edilmiştir. Şurası muhakkak ki, o zamanın şartlarında bir ailenin birden fazla devesi olması lüks ve israf değildir, normaldir.

4- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) "Ben Müslümanım" diyen esire  :  "Bu sözü, daha önce, kendi umuruna mâlik iken söylemiş olsaydın, tamamiyle kurtulurdun" demekle şunu ifade etmiştir  :  "Esir olmazdan önce Müslüman olsaydın, seni ne esir eder, ne de malını ganimet olarak alırdık. Ama şimdi kısmî bir kurtuluşa erdin. Artık seni öldürüp öldürmemekte muhayyer değiliz, hayatın garanti altında, fakat esir olarak tutmak, bağışlamak veya fidye mukabili bırakmakta muhayyeriz, mal iddiasında da bulunamazsın."

Bu cevap İslâm´ın harp hukukuyla ilgili bir hükmünü beyan etmektedir  :  Bir esirin Müslüman olması ganimet sahiplerinin onun üzerindeki haklarını düşürmüyor, önceki mallarına istihkak kazandırmıyor. Esîr olmazdan önce Müslüman olan, ganimet malı olmaktan kurtulur.

5- Bu rivayet Müslim ve Ebu Dâvud´da nezir yani adakla ilgili bölümde kaydedilmiştir. Çünkü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, rivayetin en sonunda kaydedilen sözü nezirle ilgili mühim iki esas vazetmektedir  : 

1) Günah olan bir şeyi işlemek üzere yapılan nezre uyulmaz.Yani, şarap içmek, zina yapmak, annebabaya itaatsizlik etmek gibi dinin yasakladığı amelleri yapmak üzere edilen nezirler bâtıldır. Bunlara "nezirdir" diye uyulmaz. Bu çeşit nezirlere uymayan kimseye yemin kefâreti de gerekmez. Ebu Hanife, Şâfiî, Mâlik hazretleri Dâvud-ı Zâhirî ve cumhur-u ulemâ bu hükümde birleşirler. Sâdece Ahmed İbnu Hanbel, bir başka hadisle istidlâl ederek bu durumda yemin kefâreti vermek gerektiği görüşündedir. Mezkur hadisi Hz. Aişe rivâyet etmiştir  :  yani  :  َ نَذْرَ فِى مَعْصِيَةٍ وَكَفَارَتُهُ كَفَارَةُ يَمِينٍ

"Günah amele nezredilmez, (  edilmişse îfa edilmez, kefarette bulunulur) kefareti de yemin kefâretidir." Muhaddisler bu rivayetin zayıf olduğunda ittifak ederler.

2) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu hadiste beyan ettiği ikinci hüküm "Kişi, sâhip olmadığı bir şeye nezrederse uyulmaz (  batıldır)" ifadesidir. Yani nezir yapan birisi nezrini kendi mülkünde olmayan bir şeye izâfe ederse demektir. Sözgelimi  :  "Allah hastama şifa verirse falancanın kölesini âzad edeceğim" veya "elbisesini veya evini tasadduk edeceğim" demesi gibi.

Ancak, o anda zimmetinde olmayan bir mala izâfeten nezirde bulunursa bu nezir sahihtir, borçlanmış olur. Sözgelimi  :  "Allah hastama şifa verirse Allah için bir köle âzad edeceğim" dese, o sırada kölesi veya köleyi satın alabilecek bir malı olmasa bile nezri sahih olur, hastası iyileştiği takdirde bir köle âzad etmesi gerekir.

6- Bu hadisten, kadınların, dâru´lharpten dâru´l-İslâm´a hicret, kötülük yapmak isteyenlerden kaçma gibi zarurî durumlarda tek başına yola çıkabileceği hükmü çıkarılmıştır. Bilindiği üzere şeriat-ı garrâmız, kadınların "sefer mesâfesine" yalnız başlarına yolculuk yapmasına cevaz vermez, yanında, kocası veya nikah düşmeyen bir mahremi bulunacaktır. Bu rivayetten kadının belirtilen zarurî hallerde seyahat yapabileceği hükmüne varılmıştır.

7- İmam Şâfiî ve bazı âlimler bu hadisten hareketle  :  "Küffâr, Müslümanların malını ganimet olarak aldıkları takdirde, bu mala onlar temellük edemezler, yani Müslümanlar o malı tekrar ele geçirecek olsalar, eski sâhibine verilir, Müslümanların ganimeti sayılmaz" demiştir. Çünkü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) "Kişi sâhip olmadığı bir şey üzerine yaptığı nezre uymaz" diyerek, kadının bindiği Adbâ´nın kadına ait olmadığını ima etmiş olmaktadır. Ancak Ebu Hanîfe ve diğer fakihler ehl-i küfür, Müslümanların malını yağmalayıp ganimet yaptıkları takdirde, onların mülkü sayılacağı görüşündedirler.[182]



ـ10ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]المُشْرِكُونَ أرَادُوا أنْ يَشْتَرُوا جَسَدَ رَجُلٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ فَأبى رسولُ اللّه # أنْ يَبِيعَهُمْ[. أخرجه الترمذى .



10. (  1076)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Müşrikler, bir müşrikin cesedini parayla satın almak istediler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bunun para ile satılmasına karşı çıktı." [Tirmizî, Cihâd 35, (  1715).][183]



AÇIKLAMA  : 



Burada müşriklerin para vererek almak istedikleri belirtilen cesed, Nevfel İbnu Abdillah İbni´l-Muğîre´ye aittir. Bu herif, Hendek Savaşı sırasında büyük bir cür´etle hendeği atlayıp Müslümanlar tarafına geçmeyi becermişti, ancak hemen gebertildi. Mekkeliler, onun cesedini para vererek satın almayı teklif ettiler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bunu işitince  :  َ حَاجَةَ لَنَا بِثَمَنِهِ وََ جَسَدِهِ

"Bizim ne onun cesedine, ne de cesedinden gelecek paraya ihtiyacımız var" buyurmuş ve cesedin teslim edilmesini söylemiştir. Halbuki, Mekkeliler bu cesed için on bin dirhem teklif etmişlerdi.

İslâm fukahası bu ve benzeri hadislere dayanara müşriklerin cifelerinin para mukabili satılmasının câiz olmadığı hükmünü ortaya koymuşlardır. "Cife satışı, cifeye mukabil para alınması caiz değildir, çünkü ölmüştür, ölüye temellük etmek, ona mukâbil bir ivaz almak caiz değildir" derler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), cife ve putların satılmasını haram kılmıştır.[184]


ÜÇÜNCÜ BAB

CİHADLA İLGİLİ TEFERRUAT


BİRİNCİ FASIL

EMAN VE SULH


ـ1ـ عن عثمان بن أبى حازم عن أبيه عن جده صخر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  ]أنَّ رسولَ اللّه # غَزَا ثَقِيفاً، فَلمَّا سَمِعَ بِذلِكَ صَخْرٌ رَكبَ في خَيْلٍ يُمِدُّ رسولُ اللّه # فَوَجَدَهُ وَقَدِ انْصَرَفَ وَلَمْ يَفْتَحْ فَجَعَلَ صَخْرٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حِينَئِذٍ عَهْدَ اللّهِ وَذِمَّتَهُ أنْ َ يُفَارِقَ القَصْرَ حَتَّى يَنْزلُوا عَلى حُكْمِ رسُولِ اللّهِ # فَلَمْ يُفَارِقْهُمْ حَتَّى نَزَلُوا عَلى حُكْمِ رسولِ اللّهِ #، فََكَتَبَ إلَيْهِ صَخْرٌ  :  أمَّا بَعْدُ فإنَّ ثَقِيفاً قَدْ نَزَلُوا عَلى حُكْمِكَ يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنِّى مُقْبِلٌ بِهِمْ في خَيْلٍ. فَأمَرَ رسُولُ اللّهِ #بِالصََّةِ جَامِعَةٌ. فَدَعَا ‘حْمِسَ عَشْرَ دَعَواتٍ  :  اللَّهُمَّ بَارِكْ ‘حْمَسَ في خَيْلِهَا وَرَجْلِهَا، وَأتَاهُ الْقَوْمُ فَكَلَمهُ المُغِيرَةُ بنُ شُعْبَةَ. فقَالَ يَا رسولَ اللّهِ  :  إنَّ صَخْراً أخَذَ عَمَّتِى وَقَدْ دَخَلَتْ فِيمَا دَخَلَ فِيهِ الْمُسْلِمُونَ فَدَعَاهُ فقَالَ  :  يَا صَخْرُ إنَّ الْقَوْمَ إذَا أسْلَمُوا فٍَدْ أحْرَزُوا دِمَاءَهُمْ وَأمْوَالَهُمْ فَادْفَعْ إلى الْمُغيرَةِ عَمَّتَهُ فَدَفَعَهَا إلَيْهِ، وَسَألَ نَبىَّ اللّهِ #  :  مَاءً كانَ لِبَنِى سُلَيْمٍ قَدْ هَرَبُوا عَنِ ا“سَْمِ وَتَرَكُوا ذلِكَ المَاءَ فقَالَ  :  أنْزَلُ فِيهِ أنَا وَقَوْمِى فَأنْزَلَهُ. وَأسْلَمُوا، يَعْنِى بَنِى سُلِيمٍ. فَأتَوْا صَخراً وَسَألُوهُ أنْ يَدْفَعَ إلَيْهِمْ ذلِكَ المَاءَ فَأبى. فَأتَوْا النَّبىَّ # فقَالُوا  :  يَا رسُولَ اللّهِ قَدْ أسلَمْنَا فَأتَيْنَا صَخْراً لِيَدْفَعَ إلَيْنَا مَاءَنَا فَأبَى مَاءَنَا فَأبَى عَلَيْنَا فَدَعَاهُ  :  فَقَالَ يَا صَخْرُ إنَّ الْقَوْمَ إذَا أسْلَمُوا أحْرَزُوا دِمَاءَهُمْ وَأمْوَالَهُمْ فَادْفعْ إلَيْهِمْ مَاءَهُمْ. قَالَ  :  نعَمْ يَا رسُولَ اللّهِ؛

وَرَأيْتُ وَجْهَ رسولِ اللّهِ # يَتَغَيَّرُ عِنْدَ ذلِكَ حُمْرَةً حَيَاءً مِنْ أخْذِ الجَارِيَةِ، وَأخْذِهِ المَاءَ[. أخرجه أبو داود .



1. (  1077)- Osman İbnu Ebî Hâzım, babası vasıtasıyla dedesi Sahr (  radıyallahu anh)´dan rivayet ediyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Tâif´e karşı gazveye çıkmıştı. Sahr bunu işitir işitmez, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a imdad etmek üzere bir grup atlıyla hareket etti. Ancak, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı fetih yapmadan geri dönmüş buldu. Sahr, o gün Allah´a yemin ederek  :  "Şu Kasr, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hükmüne boyun eğmedikçe kuşatmayı kaldırmayacağım" dedi ve oradan ayrılmadı. Nihâyet içeridekiler Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hükmüne boyun eğdiler. Sahr, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a şöyle yazarak durumu bildirdi  :  "Emmâ ba´d  :  Ey Allah´ın Resûlü! Sakif senin hükmüne boyun eğmiştir. Ben, onları süvariler arasında getiriyorum."

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) "Essalâtu Câmiatun" diye nida edilmesini emretti.[185] Kahraman (  yani Sahr) için  :  "Rabbim, şu kahramana atlarını, adamlarını mübârek kıl!" diye on kere dua etti.

Derken halktan bir grup Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına geldi. Muğîre İbnu Şu´be söz alıp  :  "Ey Allah´ın Resûlü! Sahr, halamı yakaladı. Halbuki halam Müslümanların girdiği şeye (  imana) girmişti" dedi. Resûlulah (  aleyhissalâtu vesselâm) onları çağırıp  : 

"- Ey Sahr, bir kavm Müslüman oldu mu, artık kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Muğîre´ye halasını iade et!" dedi. O da kadını ona iâde etti.

Sahr, Benî Süleym´e ait olan bir suyu Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´den istedi. Benî Süleym, İslâm´dan kaçarak bu suyu terketmişti. Sahr  :  "Ey Allah´ın Resûlü, beni ve kavmimi oraya yerleştir!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Pekâla!" dedi ve onu oraya yerleştirdi  : 

Sonra Süleymîler Müslüman oldular ve Sahr´a gelip suyu kendilerine iade etmesini söylediler. Sahr, buna imtina edince Süleymîler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a başvurdular  : 

"- Ey Allah´ın Resûlü, biz Müslüman olduk, suyumuzu iâde etmesi için Sahr´a geldik. O imtina edip vermedi" dediler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Sahr´ı çağırttı. Gelince  : 

"- Ey Sahr, bir kavm Müslüman olunca mallarını ve kanlarını korurlar, bunlara sularını geri ver!" diye emretti. Sahr  : 

"- Başüstüne ey Allah´ın Resûlü!" dedi.

Râvi der ki  :  "Ben Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yüzünün bu sırada suyu Sahr´dan geri almaktan duyduğu haya sebebiyle genç kızın yüzü gibi kızardığını gördüm." [Ebu Dâvud, Harâc 36, (  3067).][186]



AÇIKLAMA  : 



1- Hicrî sekizinci senenin Şevval ayında cereyan eden Taif´in fethiyle ilgili bir vak´a anlatılmaktadır. Sahr, Ebu Hazm Sahr İbnu´l-Ayle İbni Abdillah el-Becelî el-Ahmesî´dir. Kûfe´de yerleşmiştir, Begavî, "Sahr´ın bundan başka rivayeti yok" der.

2- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Sahr´a suyu geri vermesini söylemesi, hukukî bir vecibe olarak değil, gönüllerini hoş etmek içindir. Zira fıkhen, esas şudur  :  Kâfir, malını bırakıp kaçınca ele geçirildi mi artık bu, fey olur. Bir kere, fey oldu mu ona Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) temellük eder. Burada da öyle olmuş, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) temellük eder. Burada da öyle olmuş, Resulullah (  a.s) suyu Sahr´a bağışlamıştı, artık bu mülkün, Müslüman olmalarıyla onlara geçmesi mümkün değildi. Ancak, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), suyu, Sahr´ın rızasıyla ondan alarak, eski sâhiplerine, onların İslâm´a kazanılması, dine bağlılıklarının artırılması için iâde etti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın suyu iâde emrinin bu mahiyette olduğunun en iyi delili, emri verirken yüzünün kızarmasıdır. Bu emirle Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), aslında fıkhî bir hukukun iadesini emretmemiş, bir atıfette bulunmasını söylemiştir. Sahr (  radıyallahu anh) da bu emri hemen yerine getirmiştir.

Muğîre İbnu Şu´be´nin halasını iâde emri de bu mahiyette olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Huneyn Savaşı´nda ele geçirilen Huneynli kadınlar da âilelerine, karşılıksız iâde edilmeye Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından teşvik edilmiş ve bunda muvaffak olmuştur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), çok sayıdaki askerin rızasını alarak, gönül hoşluğuyla bu meselenin halline hususî gayret göstermiştir. Keza Müreysî Gazvesi´nde ele geçirilen Benî Müstalik esirleri de bu yolla bağışlanarak gönülleri kazanılmıştır.[187]



ـ2ـ وعن يزيد بن عبداللّه قال  :  ]كُنَّا بِالْمِرْبَدِ بِالْبصْرَةِ فَإذَا رَجُلٌ أشْعَثُ الرَّأسِ بِيَدِهِ قِطْعَةُ أدَمٍ أحْمَرَ. فقُلْنَا كَأنَّكَ مِنْ أهْلِ الْبَادِيَةِ؟ فقَالَ أجَلْ. قُلْنَا  :  نَاوِلْنَا هذِهِ الْقِطْعَةَ ا‘دَمَ الَّتِى في يَدِكَ. فَنَاوَلْنَا فإذَا فيهَا  :  مِنْ محَمدٍ رسولِ اللّه # إلى بَنى زُهَيْرِ بنِ قَيْس  :  إنَّكُمْ إنْ شَهِدْتُمْ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأنَّ مُحَمداً رسول اللّه وَأقَمْتُمُ الصََّةَ وآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَأدَّيْتُمُ الخُمُسَ مِنَ المَغْنَمِ وَسَهْمَ رسولِ اللّه # وَسَهْمَ الصَّفِىِّ أنْتُمْ آمِنُونَ بِأمَانِ اللّهِ تَعالى وَرَسُولِهِ. فَقُلْنَا  :  مَنْ كَتَبَ لَكَ هذَا؟ قَالَ  :  رسولُ اللّهِ #[. أخرجه أبو داود والنسائى .



2. (  1078  )- Zeyd İbnu Abdillah anlatıyor  :  "Biz Basra´da Mirbed denen yerde idik. Saçları dağınık, bir adam geldi, elinde kırmızı renkli bir deri parçası vardı. Kendisine  :  "- Köylüsün galiba." dedik.

"- Evet!" dedi.

"- Elindeki şu deri parçasını bize ver (  de ne var bir bakalım)!" dedik. Hemen alıp içindekini okuduk. Şu yazılı idi  :  "Allah´ın Resulü Muhammed´den Benî Züheyr İbnu Kays´a. Siz, şâyet Allah´tan baka ilah olmadığına ve Muhammed´in Allah´ın elçisi olduğuna şehâdet eder, namaz kılar, zekat verir, ganimetten beşte biri, Peygamberin hissesini ve Ôsafiyy payı´nı eda ederseniz, sizler Allah ve Resûlü´nün emânıyla emniyette olursunuz."

Biz  :  "Bu mektubu size kim yazdı " diye sorduk. "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)!" dedi. [Ebu Dâvud, Harac 21, (  2999); Nesâî, Fey 1, (  7, 134).][188]



AÇIKLAMA  : 



1- Ebu Dâvud bu hadisi "safiyy payı" üzerine açtığı bir babta kaydeder.

Safiyy payı nedir İbnu´l-Esîr, en-Nihâye´de, safiyy´i  :  "Ordu komutanının, taksimden önce ganimetten kendisi için ayırdığı şey" diye târif eder. Safiyye de denir, cem´i sefâyâ gelir. Hz. Aişe, Safiyye (  radıyallahu anhâ) validemiz için  :  كَانَتْ صَفِيَّةُرَضِىَ اللّهُ عَنْهَامِنْ الصَّفِىِّ demiştir. Yani  :  "Safiyye, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın (  ganimetten şahsına hususi olarak) seçtiği şey idi." Çünkü Hayber Savaşı´nda elde edilen esirlerden biri idi. Zülfikâr adlı kılıcın da Bedir Savaşı´nda bu şekilde alındığı belirtilir.

Tîbî, ganimetten, taksimden önce böyle bir pay alma hakkının Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)’a ait olduğunu, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)’tan sonra arkadan gelen imamlardan hiçbirine böyle bir hak tanınmadığını belirtir. El-Hidâye’de, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)’ın zırh, kılınç, câriye gibi bâzı ganimet mallarından safiyy payı aldığı belirtilmiştir. Aynî, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)’ın vefatından sonra bunun kalkması sebebiyle Dört Halife’den hiç birinin safiyy almadığını belirtir.

Ebu Dâvûd´da, aynı babta kaydedilen bir başka rivayette, Katâde, safiyy payı hakkında şu bilgiyi verir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazve yaptığı zaman kendisinin sehm-i sâfi´si vardı. Onun dilediği şeyden alırdı. Safiyye (  radıyallahu anhâ) validemiz bu sehm´dendi. Gazveye Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bizzat katılmazsa, bu pay ona ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu. (  Ne ayrılmışsa onu kabul ederdi)" (  Bak  :  1125. hadis).

2- Mirbed  :  Basra´nın en meşhur, en güzel mahallesi olduğu belirtilir.

3- Ganimet ve Fey  :  Bu vesile ile, cihad bahsinde sıkça geçen bu iki tâbirin de açıklanmasında fayda var  : 

Alimler "gânimet" ve "fey"in tarifinde ihtilâf ederler, ikisi bir mi, ayrı mı

Atâ İbnu Sâib´e göre, ganimet  :  Müslümanların müşriklere galebe çalarak zor yoluyla onlardan elde ettikler malın ismidir. Ele geçirilen arazi ise, o "fey"dir.

Süfyânu´s-Sevrî´ye göre  :  "Ganimet  :  Küffârın malından savaşla zor yoluyla alınan maldır. Bu beş hisseye ayrılır. Dört hissesi savaşa katılanlara aittir  : 

Fey ise  :  Savaşmaksızın sulh yoluyla küffârdan alınan maldır. Bunda humus (  beşte bir) yoktur. Fey, Allah´ın zikrettiği kimselere aittir (  Haşr 6-7).

Bu hususta şu görüşler de ileri sürülmüştür  : 

* Ganimet, küffarın malından kahr ve galebe yoluyla zorla elde edilen maldır.

Fey de üzerine at ve deve sürülmeksizin elde edilen maldır  :  Öşür, cizye, sulh ve barış yoluyla elde edilen emvâl gibi.

* Fey de ganimet de aynı şeyi ifade eder, aynı şey için kullanılan iki farklı isimdir.

Ulemânın umûmiyetle benimsediği gerçek şu ki  :  "Fey" ve "ganimet" farklı şeylerdir. Fey  :  Küffârdan at ve deve kulanmadan alınan mallardır. Ganimet ise at ve süvari kullanarak, savaşarak kahr ve galebe yoluyla zorla alınan mallardır. Ganimete Cenâb-ı Hakk şu âyette yer vermiştir. "...Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah´ın, Peygamber´in, yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (  Enfal 41). Müfessirler çoğunlukla, "Allah´ın" tâbirinin, teberrüken başlangıç kelimesi olarak kullanıldığını, bunun ayrı bir pay olmadığını söylemiştir. Öyle ise Allah ve Resûlü´nün payı tek bir paydır.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, ganimetteki (  veya feydeki) "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın payı" ne olacak Alimler bu hususta da farklı görüşler ileri sürmüştür. Ahmed İbnu Hanbel ve Şafiî hazretleri bunun, günümüzde amme hizmetlerine ve İslâm´ı kuvvetlendirecek işlerde harcanması gerektiğini söylemiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (  radıyallahu anhümâ)´in bu hisseyi, at ve silâha harcadıkları rivayet edilmiştir. Katâde  :  "halifeye aittir" demiştir.

Ebu Hanîfe merhum  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ganimetteki hissesi, vefatından sonra, humsa iâde edilir ve hums beşe değil, dörde taksim edilir" demiştir. Bu dört kalem  :  "Yakınları, yetimler, miskinler, yolcular"dır. "Yakınları" tâbiri, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in akrabalarını kasteder. Bunlar hususunda da ihtilâf edilmiştir  : 

* Bütün Kureyşîlerdir.* Sadaka helal olmayanlardır,

* Benî Hâşim´dir.

* Benî Hâşim, Benî Abdilmuttalib´tir, bunların kardeşleri bile olsalar Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´e bir şey verilmez (  Şafiî).

Keza, yakınlarının hissesi bugün sâbit mi değil mi bu da ihtilaflıdır. Çoğunluk sabit olduğuna kânidir  :  "Humsu´lhums´tan fakir ve zengin olanlarına kadına bir, erkeğe iki olarak verilir" demişlerdir. İmam Mâlik ve Şâfiî hazretleri bu görüştedir.

Ebu Hanife merhum, sâbit olmadığı kanaatindedir.

Hanefîler  :  Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in hissesi ile "yakınlarının (  zevi´lkurbâ) hissesi humsa iâde edilir ve ganimetin beşte biri üç kısma ayrılır  :  "Yetimler, miskinler ve yolcular için" demişlerdir.

"Sabittir" diyenlerin delili, meselenin Kur´ân ve sünnette gelmiş, dört halife zamanında da aynen uygulanmış olmasıdır. Üstelik halifeler bu payı verirken zenginfakir ayrımı yapmamış, fakire daha çok verme cihetine gitmemiştir. Çünkü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) "zevi´lkurbâ" hissesini dağıtırken, çok zengin olmasına rağmen Abbâs´a da vermişti.

Humstan bir pay yetimlere dir. Yetim, babası olmayan büluğa ermemiş Müslüman çocuktur, muhtaç iseler bunlara verilir.

Miskinler  :  Fakir ve ihtiyaç sâhibi Müslümanlardır.

Yolculara gelince bu uzaktan gelmiş yolcudur. Memleketinde malı olsa bile, yolculuk halinde ihtiyacı varsa, ona da humustan ödeme yapılır.

Ganimetin geri kalan dört hissesi savaşa katılanlara dağıtılır. Atlı üç hisse alır  :  Biri kendisi, ikisi atı için. Piyâde olan tek hisse alır. Bu Cumhur´un görüşüdür.

Savaşa kadın ve köle ve çocuklar da katılmış ise bunlar taksimden muayyen bir pay almazlar, takdire kalmış olarak komutanca bir bahşişte bulunulur. İstilâ edilen yerlerdeki akar da, menkul gibi taksim edilir.

Müslümanlardan biri bir müşrik öldürecek olursa selebi (  müşriğin üzerindeki silah, elbise ve serveti) öldürene aittir, paylaşmaya dahil edilmez.

Komutan, şecaat ve farklı gayret gösteren askerleri hususî şekilde mükâfaatlandırabilir, bu câizdir. Söz konusu mükâfaat nereden verilmeli sorusu, alimleri farklı cevaplara sevketmiştir  :  Bazıları humsu´lhums´taki Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hissesinden demiştir. İbnu´l-Müseyyeb ve Şâfiî hazretleri bu görüştedir. Bazıları  :  "Bu, ganimetten hums alındıktan sonra, gazilerin hissesi olarak geri kalan dört hisseden verilir" demiştir. İshak İbnu Râhuye ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir.

Bir grup âlim de  :  "Mükâfaat, ganimetin tamamından, taksimden önce, tıpkı seleb´in öldürene verilmesi gibi, ayrılır, geri kalan taksim edilir" demiştir.

Fey´e gelince, buna, daha önce belirtildiği gibi, ehl-i küfürden savaşsız alınan mallar girer  : 

* Sulh anlaşması şartına uygun olarak alınanlar,

* Cizye olarak alınanlar,

* Ticaret için daru´l-İslâm´a girenlerden alınan gümrük vergileri,

* Dâr-ı İslâm´da ölüp varisi olmayanların malları, vs.

Fey malında tasarruf hakkı, sağlığında sâdece Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e aittir. Hz. Ömer şöyle demiştir  :  "Cenâb-ı Hakk, fey´de tasarruf hakkını sâdece Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a tanımıştır, ondan sonra kimseye bu hak tanınmamıştır" ve şu âyeti okumuştur. (  Meâlen)  :  "Ey iman edenler, onların mallarından Allah´ın peygamberlerine verdiği şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz, fakat Allah peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah herşeye kâdirdir" (  Haşr 6).

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) feyden bakımıyla mükellef olduğu ailesine yıllık nafakaları için harcar, geri kalanı da "Allah malı" olarak at ve silaha harcardı.Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, fey´in harcanacağı yerler hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür  :  Bir kısım  :  "Bu imamlara aittir" demiştir.

İmam Şâfiî´nin iki farklı görüşü vardır  : 

1- "İsimleri divanda yazılı olan savaşçılara aittir. Çünkü, düşmanı korkutmada Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yerini bunlar almıştır."

2- "Müslümanların amme hizmetlerine aittir, önce savaşçılara ihtiyaçlarını görecek şekilde ödenir, sonra ehemmiyet sırasına göre, amme işlerine harcanır" demiştir.

Fey´in beşe bölünmesi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Şâfiî hazretleri  :  "Beşe ayrılır, beşte biri ganimetten humsu olanlara ayrılır ve bu hisse tekrar beşe ayrılır, dört hisse savaşçılara ve amme hizmetlerine ayrılır" der.

Ancak çoğunluğun görüşü, fey´in beşe taksim edilmeyeceği, tamamının tek bir kalem olarak harcanacağı, bunda bütün Müslümanların hakkı bulunduğu esasında toplanır.[189]



ـ3ـ وعن عامر بن شهر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]لَما خَرجَ رسولُ اللّهِ # قالتْ لِى هَمْدَانُ هَلْ أنْتَ آتٍ هذَا الرَّجُلَ وَمُرْتَادٌ لَنَا، فإنْ رَضِيَتَ لَنَا شَيْئاً رَضِيْنَاهُ، وَإنْ كَرِهَتْ

شَيئاً كَرِهْنَاهُ. قُلْتُ  :  نَعَمْ. فَجِئْتُ حَتَّى قَدِمْتُ رسولِ اللّهِ # فَرَضِيتُ أمْرَهُ وَأسْلَمَ قَوْمِى، وَكَتَبَ لِى رسولُ اللّهِ # هذَا الْكِتَابَ إلى عُمَيْرِ ذِى مِرَّانَ. قاَلَ  :  وَبَعَثَ رسولُ اللّه # مَالِكَ بن مِرَارَةَ الرَّهَاوِىَّ إلى الْيَمَنِ جَمِيعاً فَأسْلَمَ عَكٌّ ذُو خَيْوَانَ. قَالَ  :  فقِيلَ لِعَلٍٍّ انْطَلِقْ إلى رسولِ اللّه # وَخُذْ مِنْهُ ا‘مَانَ عَلى بَلَدِكَ وَمَالِكَ. فَقَدِمَ  :  فَكَتَبَ لَهُ النَّبىُّ  :  بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ لِعَكٍّ ذِى خَيْوَانَ إنْ كَانَ صَادِقاً في أرْضِهِ وَمَالِهِ وَرَقِيقِهِ فَلَهُ ا‘مَانُ، وَذِمَّةُ رسولِ اللّه #، وَكَتَبَ خَالِدُ بنُ سَعِيدِ ينِ الْعَاصِ[. أخرجه أبو داود .



3. (  1079)- Âmir İbnu Şehr (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) (  peygamber olarak ortaya) çıktığı zaman, Hamdân kabilesi bana  :  "Gidip şu adam hakkında araştırıp bize haber getirebilir misin Şâyet bizim adımıza memnun kalırsan biz de onu kabul ederiz, şayet beğenmediğin bir husus olursa biz de reddederiz" dediler. Ben de  :  "Pekâla!" dedim.

Yola çıkıp Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in yanına kadar geldim. (  Gördüm, inceledim ve) memnun kaldım. Kavmim de Müslüman oldu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Ümeyr Zî Merrân´a şu mektubu yazdı."Râvi devamla der ki  :  [Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Mâlik İbnu Mirâre er-Rehâvî´yi Yemen´in tamamına (  elçi olarak) yolladı. Akk Zû Hayvân Müslüman oldu."

Râvi devamla der ki  :  "Akk´a  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a git, köyün ve malın için kendisinden emân al" dendi. O da hemen Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a geldi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kendisine şu eman mektubunu yazdı  : 

"Bismillahirrahmanirrahim, Allah´ın Resûlü Muhammed´den Akk Zû Hayvân´a  :  "Eğer arâzisinde, malında, kölesinde (  İslâm´a) sadık kalırsa, kendisine emân vardır, Allah´ın ve Allah´ın Resûlü Muhammed´in garantisi vardır. Bu emânı Hâlid İbnu Saîd İbni´l-Âs yazdı." [Ebu Dâvud, Harâc 27, (  3027).][190]



AÇIKLAMA  : 



1- İslâm´ın civarda duyulması ile, hâsıl olan aksülamelden bir kısmına güzel bir örnekle karşıkarşıyayız  :  Tecessüs, araştırma ve kendiliğinden Müslüman olma.

Ancak hemen belirtelim ki, bu vak’anın Mekke fethinden sonra cereyan etmiş olma ihtimali kuvvetli gözüküyor. Niçin böyle söylediğimizi belirteceğiz.

2- Hemdân, Yemen´de bir kabile adıdır. Hadisi rivayet eden Âmir İbnu Şehr el-Hemdânî, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Yemen´e gönderdiği âmillerden biridir. Ebu Dâvud´da özetlenerek kaydedilen rivayet Ebu Ya´la´da teferruatlı olarak kaydedilmiştir  :  "Hemdân, Hakl denen (  müstahkem) bir dağa sığınarak, orduların ulaşmasından emin kalmış bir yerdi. Allah onu, İranlılar gelinceye kadar (  yabancı istilasından ) korumuştu. Halk onlarla (  İranlılar), Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın zuhuruna kadar savaşmaya devam etti. O zaman Hemdân halkı bana  :  "Ey Âmir İbnu Şehr, sen kendini bileliden beri meliklere nedimlik yaptın. Şu adama da gidip bizim için araştırma yapabilir misin, bizim adımıza ne kabul edersen biz ona uyar, yerine getiririz. Beğenmediğin bir şeyi de beğenmeyiz" dediler. Ben  :  "Pekâla" dedim. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a kadar geldim, yanında oturdum. Derken bir grup geldi ve  :  "Ey Allah´ın Resûlü! Bize nasihatta bulun!" dediler. Onlara  :  "Allah´tan korkmanızı tavsiye ederim. Sakın Kureyş´in sözünü dinlemeyin, onların yaptıklarına çağırmayın" dedi. Bu nasihatle yetindim..."

3- Sadedinde olduğumuz rivayet Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Zî Merrân´a yazdığı bir mektuptan bahseder, fakat mektubu kaydetmez.

Zî Merrân, Umeyr el-Hemdânî´nin lakabıdır. Bu zat, Mücâlid İbnu Saîd el-Hemdânî´nin ceddidir, İbnu´l-Esîr, Zehebî gibi bir kısım müellifler onun sahabi olduğunu belirtirler. Yukarıda zikri geçen mektupla ilgili rivayetini Taberânî şöyle kaydeder  : 

"Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın mektubu bize geldi. Şöyle yazıyordu  :  "Bismillahirrahmanirrahim, Allah´ın Resûlü Muhammed´den Umeyr Zî-Merrân´a ve Hemdân halkından Müslümân olanlara, size selam olsun. Ben kendisinden başka ilah bulunmayan Allah´a olan hamdimi size beyan ediyorum. Emmâ ba´d  :  İslâm´a girdiğiniz haberi, Rum diyarından geldiğimiz anda, bize ulaştı. Size müjdeler olsun, zira Allah, hidayetiyle sizi doğru yola sevketmiş bulunuyor. Sizler, Allah´tan başka ilah olmadığına ve Muhammed´in Allah´ın elçisi olduğuna şehâdet ettiniz, namazı kıldınız, zekâtı edâ ettiniz mi, artık Allah ve Resûlü´nün, kanlarınız ve mallarınız üzerinde garantisi vardır. Keza üzerindeki halkı Müslüman olan bütün arazi dağıyla, sâhiliyle bu garantiye dâhildir, kimseye zulüm ve sıkıntı yapılmayacaktır.

Bilesiniz, sadaka ne Muhammed´e ne de ehl-i beytine helâl değildir. Mâlik İbnu Mirâre er-Rahâvî, kaybı (  sırrı) korudu, emâneti (  vazifeyi) edâ etti, mektubu (  haberi) getirdi. Ona iyi davranmayı emrediyorum. Çünkü o, kavmi içinde itibarlı birisidir. Bu mektubu Ali İbnu Ebî Tâlib yazdı."[191]

4- Rivâyette Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Akk el-Hemdânî´ ye de bir mektup yolladığı ifade edilmektedir. Zû Hayvân (  veya Zî-Hayvan) Akk´ın lakabıdır.

Bezzâr´da gelen rivayette biraz daha açıklamaya rastlanmaktadır  :  "Akk Zû Hayvân Müslüman oldu. Kendisine  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gitsen, adamların ve malın için bir emân alsan" dendi. Akk´ın orada bir köyü ve kölesi vardı. Akk, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gitti ve  :  "Ey Allah´ın Resûlü, (  senin gönderdiğin elçi) Mâlik İbnu Mirâre er-Rahâvî bize geldi, İslâm´a davet etti. Biz de Müslüman olduk. Orada benim arazim ve kölelerim var. Bana yazılı bir emân beratı ver" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ona bir berat yazdı..."

5- Yazışma ile ilgili rivayetler, yazılı vesikaları sanki Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) eliyle yazmış gibi bir üslupla ifade edilmektedir. Bu, yanlış anlamaya meydan vermemelidir. Kaydedilen örneklerde de görüldüğü üzere, bu mektupları Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın katiplari yazmaktadır, kendisi değil. Hepsinde olmasa bile çoğunda mektubu yazan kâtibin ismini en sonda görebilmekteyiz  :  "Bu mektubu.......... yazdı" diye.[192]



ـ4ـ وعن كعب بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنّ كَعْبَ بنَ ا‘شْرَفِ كانَ يَهْجُو رسولَ اللّه # وَيُحَرِّضُ عَلَيْهِ

كُفّارَ قُرَيْش، فَكَانَ رسولُ اللّه # حِينَ قَدِمَ الْمَدِينَةَ وَكانَ أهْلُهَا أخْطاً مِنْهُمُ المُسْلِمُونَ وَمِنْهُمُ الْمُشْرِكُونَ يَعْبُدوُنَ ا‘وْثَانَ، وَمِنْهُمُ الْيَهُودُ وَكانُوا يُؤذُونَ رسولَ اللّهِ # وَأصْحَابَهُ فَأمَرَ اللّهُ تَعالى نَبِيَّهُ # بِالصَّبْرِ وَالْعَفْوِ، فَفِيهِمْ أنْزَلَ اللّهُ تعالى  :  وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنَ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أشْرَكُوا أذىً كَثيراً. فَأبى كَعْبُ بنُ ا‘شْرَفِ أنْ يَنْزِعَ عَنْ أذَى النَّبىِّ # فَأمَرَ رسولُ اللّه # سَعْدَ ابْنَ مُعَاذٍ أنْ يبْعَثَ إلَيْهِ مَنْ يَقْتُلُهُ فَقَتَلَهُ مُحَمَّدُ بنُ مَسْلَمَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، فَلَمَّا قَتَلَهُ فَزِعَتِ الْيَهُودُ وَالْمُشْرِكُونَ فَغَدَوْا عَلى رسولِ اللّه # وَقَالُوا  :  طُرِقَ صَاحِبُنَا فَقُتِلَ. فَذَكَر لَهُمْ رسولُ اللّه # الَّذِى كانَ يَقُولُ. ثُمَّ دَعَاهُمْ إلى أنْ يَكْتُبَ بيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ كِتَاباً يَنْتَهُونَ إلى مَا فِيهِ، فَكَتَبَ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْمُسْلِمِينَ عَامَّةً صَحِيفَةً[. أخرجه أبو داود .



4. (  1080)- Ka´b İbn Mâlik (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Ka´b İbnu´l-Eşref, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın aleyhine hicviyeler düzüyor ve bunlarla Kureyş kâfirlerini, ona karşı tahrik ediyordu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Medine´ye hicretle geldiği zaman, şehrin ahalisi kozmopolitti  :  Bir kısmı Müslüman, bir kısmı putlara tapan müşrik, bir kısmı da Yahudi idi. Yahudiler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve ashabına rahatsızlık veriyorlardı. Cenab-ı Hakk, Resûlü´ne (  aleyhissalâtu vesselâm) sabır ve af emrediyordu. Allah şu âyeti onlar hakkında inzâl buyurmuş idi. (  meâlen)  :  "Hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve Allah´a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah´a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinizde sebat edilecek işlerdendir" (  Âl-i İmrân 186).

Ka´b İbnu´l-Eşref, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e eza vermekten bir türlü vazgeçmiyordu. Sonunda Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Sa´d İbnu Mu´âz (  radıyallahu anh)´a, onu öldürecek birini yollamasını emretti. Onu Muhammed İbnu Mesleme (  radıyallahu anh) öldürdü. Ka´b öldürülünce, Yahudiler ve müşrikler çok korktular. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek  :  "Arkadaşımızı geceleyin kapısını çalarak öldürdüler" dediler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlara Ka´bu´l-Eşref´in geçmişte söylediklerini hatırlattı. Sonra da hepsini kendisiyle onlar arasında yapılacak ve (  şerirlerin uyarak sıkıntıları) sona erdirecek bir antlaşma imzalamaya çağırdı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlarla kendisi ve bütün Müslümanlar arasında muteber olacak yazılı bir antlaşma yaptı." [Ebu Dâvud, Harâc 22, (  3000).][193]



AÇIKLAMA  : 



Yahudi şâir Ka´bu´l-Eşref´in öldürülmesi vak´ası 4243 numaralı hadiste genişçe açıklanacaktır.[194]



ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]صَالَحَ النَّبىُّ # أهْلَ نَجْرَانَ عَلى ألْفَىْ حُلَّةٍ النِّصْفُ في صَفَرٍ وَالنِّصْفُ في رَجَبٍ يُؤَدُّونَهَا إلى المُسْلِمِينَ وَعَارِيَةِ ثََثِينَ دِرْعاً وَثََثِينَ فَرَساً وَثََثينَ بَعِيراً وَثََثِينَ مِنْ كُلِّ صِنْفٍ مِنْ أصْنَافِ السَِّحِ يَغْزُونَ بِهَا وَالْمُسْلِمُونَ ضَامِنُونَ لَهَا حَتَّى يَرُدُّوَها عَلَيْهِمْ عَلى أنْ َ تُهْدَمُ لَهُمْ بِيعَةً وََ يُخْرَجُ لَهُمْ قُسُّ وََ يُفْتَنُونَ عَنْ دِينِهمْ مَا لَمْ يُحْدِثُوا حَدثاً أوْ يَأكُلُوا الرِّبَا[. أخرجه أبو داود .



5. (  1081)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Necrânlılarla iki bin takım elbise üzerine sulh yaptı. Yarısını Safer ayında, yarısını da Recep ayında Müslümanlara teslim edeceklerdi. Ayrıca gazvede kullanmak üzere âriyeten otuz zırh, otuz at, otuz deve ve her çeşit silahtan otuzar aded vereceklerdi. Müslümanlar, bunları, Yemen´de ihanetli bir harb olduğu takdirde Necranlılardan alıp kullanacaklar, sonra iâde edeceklerdi. Buna mukâbil Müslümanlar da Hıristiyan mâbedlerini yıkmayacaklar, dinî-ilmî reislerine dokunmayacaklar, bir hâdise çıkarmayıp yahut da fâiz yemedikleri müddetçe dinlerinde rahatsız etmeyeceklerdi." [Ebu Dâvud, Harâc 30, (  3041).][195]



AÇIKLAMA  : 



Bu hadis Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Necran Hıristiyanları ile yaptığı antlaşma şartlarını bildiriyor.

1- Necrân, Yemen´in, Mekke cihetine düşen bir karyesininin adıdır. Halkı aslen Arap olmasına rağmen Hıristiyanlaşmış idi. Mekke fethinden sonra Müslümanlarla bir antlaşma yapmak mecburiyeti hisseden Necrân Hıristiyanları da Medine´ye bir heyet gönderirler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlara İslâm olmayı teklif eder. Hz. İsâ´nın şahsiyeti üzerinde münâkaşalar olur. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlara iyi davranır. Hatta bir pazar günü ibadet etmek isterler. İbnu Hişâm´ın kaydına göre Resûlullah onlara Mescid-i Nebevî´yi gösterir. Orada, kendi dinlerine göre, doğuya yönelerek ibâdet (  âyin) icra ederler.

Bütün iyi davranışlara, İslâm ve bilhassa Hz. İsâ´nın gerçek şahsiyeti üzerine yapılan mâkul açıklamalara rağmen, bunlar kendi inançlarında delilsiz direnmeye devam ederler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), onları gittikleri yolun bâtıllığında ikna etmek üzere, -âyet-i kerimenin emriyle- mübâhele denen lânetleşmeye dâvet eder. Ayet şöyle (  meâlen)  :  "Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle münâkaşaya kalkarsa şöyle de  :  "Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah´ın lânetinin yalancılara olmasını dileyelim." (  Âl-i İmrân 61.)

Bu vâzıh teklif karşısında, istişâre için izin alan heyet, aralarında  :  Görüyorsunuz, Muhammed hak peygamberdir... Biliyorsunuz, bir peygamberle lânetleşmeye cüret eden hiçbir kavim yoktur ki, büyükleri sağ kalmış, küçükleri de büyümüş olsun. Bu durumda mübâhaleyi kabul, sonumuzun gelmesi demektir" diye müzâkerede bulunurlar. Mübâhale teklifini kabul etmemeye, Müslümanları memnun edecek bir antlaşma yapmaya karar verirler.

Şu halde, sadedinde olduğumuz rivayet, bu antlaşmanın ihtiva ettiği şartları açıklamaktadır.

2- Atlaşmadan anlaşılan bir husus şudur  :  Necrân halkı, elbise imâlatında temâyüz etmiş kimselerdir. Bu sebeple Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlardan takım elbise istemiştir.

3- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm),Yemen cihetinde, yapılan antlaşmalara ihânet hareketleri beklemekte, onlara karşı kullanılacak techizatın bir miktarının Necran halkı tarafından hazır bulundurulmasını sağlayarak ihtiyat tedbiri almış olmaktadır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) âriyeten alınıp, kullanıldıktan sonra geri verilecek olan bu malzemeyi veya bedelini, âriyeten değil, aynen de bir defaya mahsus olarak taleb edebilir ve alabilirdi. İstediği zaman hazır olarak bulup kullandıktan, ihtiyaç bittikten sonra iâde edilmesi daha avantajlı bir durum arzetmiş olmalıdır.

4- Şevkânî, sulh antlaşmasına dâhil edilen bu âriyet malın da bir nevi cizye sayılacağını, ancak cizye sıfatıyla alınmadığını söyler.

5- Hattâbî der ki  :  "Bu rivayet imâmın sulha mukabil, alınacak maddî ivazî (  aynî veya nakdî emvâli) miktarca, karşı tarafın tâkatına göre onların da rızasıyla artırıp eksiltme yetkisine sahip olduğunu göstermektedir. Kezâ, bu rivâyet, âriyetin de şart olarak sulh antlaşmasına konabileceğine delildir."

6- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), vefat anında, Yahudi ve Hıristiyanların Cezîretü´l-Arap´tan sürülmesini, Arap yarımadasında İslâm´dan başka bir dinin barınamayacağını vasiyet etmiştir. Bu vasiyete uyan Hz. Ömer (  radıyallahu anh), Necrânlıların emvâlini satın alarak, kendilerini Irak´ta, Kûfe´ye iki günlük mesâfede Nehrü-Ebân köyüne sürer. Necrânlılar, Hz. Ali halife olunca, gelip  :  "Ey Ali, senin dilinle şefaat diliyoruz, senin elinle yazılan bir sulh yapmıştık. Ömer bizi yurdumuzdan sürdü. Lütfet, yurdumuzu bize iâde et!" derler. Hz. Ali (  radıyallahu anh)  :  "Olur mu öyle şey! Hz. Ömer bu işin yetkilisiydi, onun icraatından hiçbir şeyi değiştirmem!" der. Mu´cemu´l-Büldân´da belirtildiği üzere, Necrânlılar, bu yeni yerleşim bölgesine de Necrân adını verirler.[196]



ـ6ـ وعن زيادة بن حُدَيْرٍ قال  :  ]قال علىٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  لَئِنْ بَقِيتُ لِنَصَارَى بَنِى تَغْلِبٍ ‘قْتُلَنَّ المقَاتِلَةَ وَ‘سْبِيَنَّ الذرِّيَّةَ فإنِّى كَتَبْتُ الْكِتَابَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ رسولِ اللّهِ # عَلى أنْ َ يُنَصِّرُوا أوَْدَهُمْ[. أخرجه رزين .



6. (  1082)- Ziyâd İbnu Hudeyr anlatıyor  :  "Hz. Ali (  radıyallahu anh) buyurdu ki  :  "Eğer sağ kalırsam, Benî Tağlib Hıristiyanlarının eli kılınç tutanlarını öldürüp, çocuklarını esir edeceğim. Çünkü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın onlarla yaptığı antlaşmayı elimle bizzat yazdım  :  "Çocuklarını Hıristiyanlaştırmayacakları" şartı vardı. " [Ebu Dâvud, Harac (  30, 40)[197].]



AÇIKLAMA  : 



1- Benî Tağlib, Rebîa aşiretine bağlı bir Arap kabilesidir. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ömer (  radıyallahu anh) zamanında İslâm Devleti ile olan münasebetleri hususunda târih kitapları ihtilâflı bilgiler sunar. Her hâl u kârda 9. hicrî senede bir kısmı Müslüman olmuştur. Müslüman olmayanlar da çocuklarını Hıristiyanlaştırmama şartı ile Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´le antlaşma yaparlar.

Yukarıdaki rivayetten onların bu antlaşmaya uygun hareket etmedikleri anlaşılıyor. Zira Hz. Ali, "Onlar verdikleri sözde durmadıkları için, ömrüm olursa ilk fırsatta üzerlerine gidip cezalarını vereceğim..." mânasında niyetini izhâr etmiştir. Zîra, ulemâ  :  "Şarta uymayanlar, antlaşmanın getirdiği garantiyi kaybederler" der.

Rivâyetler Tağlebîlerin (  Tağlibî de denir) Hz. Ömer zamanında muzaaf sadaka ödeme şartı ile antlaşma yaptıklarını kaydeder. Beyhakî´nin bir rivayeti, bunu verdikleri vergiye "cizye" dedirtmemek için yaptıklarını açıklar  :  "Hz. Ömer Benî Tağlib Hıristiyanları ile, sadakanın katlanması şartı üzere antlaşma yaparken dediler ki  :  "Biz Arabız, biz acemlerin ödediğini ödememeliyiz. Bizden, birbirinizden aldığınız şekilde vergi alın!" Bu sözleriyle "sadaka" alın demek isterler. Hz. Ömer (  radıyallahu anh)  : 

"- Hayır, bu olamaz, çünkü sadaka Müslümanlara farz olan bir vergidir (  ibâdettir)" der. Onlar  : 

"Sadaka ismi altında al da istediğin kadar miktarını artır, yeter ki cizye adıyla alma!" derler.

Hz. Ömer, teklifi kabul etti. Her iki taraf da "sadaka"larının katlanması hususunda mutâbakata vardılar."

Rivâyetlerde tasrih edilmemiş olsa da Hz. Ömer zamanında, Tağlibîlerle olan antlaşmanın yeniden gündeme gelmesinde, onların Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´le olan antlaşmalarındaki "çocuklarını Hıristiyanlaştırmama" şartına uymamış olmalarının rolü düşünülebilir. Zîra, yapılan antlaşmada bu madde yenilenmektedir. İbnu Ebî Şeybe´nin rivayetinde belirtildiği üzere bu antlaşma üç esas maddeye şâmildir  : 

* "Zekat"ı iki katı ödeyecekler.

* Çocuklarını Hıristiyanlaştırmayacaklar.

* Kendileri de başka bir dine zorlanmayacaklar.

İşte, sadedinde olduğumuz rivâyet, çocuklarını Hıristiyan yetiştiren Tağlibîlerin, antlaşma şartını bozdukları için, Hz. Ali (  radıyallahu anh)´ nin cezalandırma azmini ifade etmektedir.[198]



ـ7ـ وعن العرباض بن سارية السلمى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]نَزَلْنَا مَعَ رسولِ اللّه # قَلْعَةَ خَيْبَرَ وَمَعهُ مَنْ مَعَهُ مِنَ المُسْلِمِينَ وَكَانَ صَاحِبُ خَيْبَرَ رَجًُ مَارِداً مُتَكبِّراً فَأقْبَلَ إلى النَّبىِّ # فقَالَ يَا مُحَمّدُ  :  ألَكُمْ أنْ تَذْبَحُوا حُمُرَنَا وتَأكُلُوا ثَمَرَنا وَتَضْرِبُوا نِسَاءَنَا؟. فَغَضِبَ رسولُ اللّه # وَقَالَ  :  يَا ابْنَ عَوْفِ ارْكَبْ فَرَسَكَ ثُمَّ نَادِ  :  إنَّ الْجَنَّةَ َ تَحِلُّ إَّ لِمُؤْمِنٍ، وَأنِ اجْتَمَعُوا لِلصََّةِ، فَاجْتَمَعُوا ثُمَّ صَلَّى بِهِمْ ثُمَّ قَامَ فقَالَ  :  أيَحْسَبُ أحدُكُمْ مُتَّكِئاً عَلى أرِيكَتِهِ قَدْ يَظُنُّ أنَّ اللّهَ تَعالى لَمْ يُحَرِّمْ شَيْئاً إَّ مَا في الْقُرآنِ؟ أَ وَإنِّى وَاللّهِ لَقَدْ وَعَظْتُ وَأمَرْتُ وَنَهَيْتُ عَنِ أشْيَاءَ إنَّها لَمِثْلُ الْقُرآنِ أوْ أكْثَرُ، وَإنَّ اللّهَ تَعالى لَمْ يُحِلَّ لَكُمْ أنْ تَدْخُلُوا بُيُوتَ أهْلِ الْكِتَابِ إَّ بِإذْنٍ، وََ ضَرْبِ نِسَائِهِمْ وََ أكْلِ ثِمَارِهِمْ إذَا أعْطُوا الَّذِى عَلَيْهِمْ[. أخرجه أبو داود .



7. (  1083)- İrbâz İbnu Sâriye es-Sülemî (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la Hayber Kalesi´ne indik. Beraberinde başka birçok Müslüman da vardı. Hayber´in sâhibi (  lideri) cebbâr, mütekebbir birisi idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek  : 

"- Ey Muhammed! Sizin eşeklerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız mı var " dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlere öfkelenerek emretti  : 

"Ey İbnu Avf, merkebine bin ve şöyle nida et  :  "Haberiniz olsun, cennet sâdece mü´minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!"

Râvi, devamla, der ki  :  "Cemaat toplandı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlara namaz kıldırdı. Sonra da kalkıp şunları söyledi  : 

"- Sizden biri, (  rahat) koltuğuna kurulup, Allah´ın sâdece şu Kur´ ân´da yazdıklarını mı haram ettiğini sanıyor Haberiniz olsun, vallahi ben (  Allah´ın yasaklarını) duyurdum, (  Kur´ân´da olmayan hayırlar) emrettim, birçok şeylerden sizleri yasakladım; bunlar, Kur´ân´ın bir misli kadar ve belki de daha çoktur. Allah Teâla hazretleri, Ehl-i Kitab´ın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınları dövmenizi, borçlarını (  olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır." [Ebu Dâvud, Harâc 33, (  3050).][199]



AÇIKLAMA  : 



1- Rivâyetten anlaşıldığı üzere, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı bu konuşmayı yapmaya sevkeden âmil, Hayberli liderin sert târizidir. Bu târizden, Hayber´e gelen Müslümanların, Hayber Yahudilerine ait bahçelerden meyve kopardıkları, eti henüz haram edilmemiş bulunan eşeklerinden kesmiş oldukları, bu davranışlara mâni olmak isteyen kadınları dövdükleri anlaşılmaktadır.

2- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Sâhib-u Hayber´in şikâyeti üzerine, şikâyet edene değil, askerlere kızıp, nasihat etmek üzere topluyor, namaz kıldırıp, arkadan yaptığı konuşmada şu hususlara dikkat çekiyor.

1) İslâm´ın vazettiği haram ve helâl listesi, Kur´ân´da gelenlerden ibâret değildir. Kendisi de Kur´ân-ı Kerim´de açıklananların sayısına denk, hatta daha fazla miktarda haram ve helâl beyan etmiştir, böyle bir yetkiye sahiptir.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kur´ân-ı Kerim´i "tebliğ" ve "tebyin" (  = açıklama) vazifesinden başka bir de "teşrî" yani ahkâm koyma vazifesi olduğunu, bizzat Kur´ân-ı Kerim, mükerrer âyetleriyle haber vermektedir.

2) "(  Rahat) koltuğuna kurulup..." tâbiriyle Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "câhilâne.." demek istediği belirtilmiştir. Yani ilim için hocaya gitme, seyâhat etme gibi meşakkatlere katlanmadan, ilim öğrenme çilesi çekmeden, konforla döşenmiş, binbir lüks ile tezyin edilmiş evinde oturduğu yerde, kolaydan kendine göre hüküm yürütüp ahkâm kesecekler ve zannedecekler ki, din, Kur´ân´dan ibarettir. Haram ve helâli öğrenmekte, dini anlamakta Kur´ân yeterlidir. Aliyyu´l-Kârî, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada, dinî meseleler karşısında titizlik göstermeyen, müreffeh, mütekebbir ve cebbâr kimselerin hallerini tasvir ettiğine dikkat çeker.

Hemen belirtelim ki, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu vasıfta insanların zuhur edeceğini ümmete haber vermeye ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Onlar hakkında mükerrer uyarıların hadiste vârid olması, bunların münferid şahıslar değil, kıyamete kadar sıkça görülebilecek, ciddî tahribatlar bile yapabilecek bir "zümre" olacağına delil olmaktadır.

3) Ehl-i zimme (  gayr-i müslim vatandaşlar), İslâm memleketinde mal, can, ırz yönleriyle emniyet altındadır. İzni olmadan evine girilemez, malına, canına dokunulamaz. Cizye denen vergisini verdiği müddetçe bu temel haklardan istifade eder, kanunun, devletin korunması ve himayesi altındadır.[200]



ـ8ـ وعن رجل من جهينة. ]أن رسولَ اللّه # قال  :  لَعَلَّكُمْ تُقَاتِلُونَ قوْماً فَتَظْهَرُونَ عَلَيهِمْ فَيَتَّقُونَكُمْ بِأمْوَالِهِمْ دُونَ أنْفُسِهِمْ وَذَرَارِيِّهِمْ فَيُصَالِحونَكُمْ عَلى صُلْحٍ فََ تُصِيبُوا مِنْهُمْ فَوْقَ ذلِكَ فَإنَّهُ َ يَصْلُحُ لَكُمْ[. أخرجه أبو داود .



8. (  1084)- Cüheyneli bir adam anlatmıştır  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki  : 

"- Sizler muhtemelen bir kavimle savaşıp onlara galebe çalacaksınız. Onlar mallarıyla kendilerini ve çocuklarını size karşı koruyacaklar."

Said (  İbnu Mansûr) rivayetinde der ki  :  "Sizinle belli şartlarla sulh yaparlar." (  Bu cümleden sonra Müsedded ve Saîd İbnu Mansur şu ifadede) ittifak ederler  :  "...Artık onlardan (  sulh sırasında belirlenenden) başka bir şey alamazsınız, Zîra bu size yakışmaz." [Ebu Dâvud, Harâc 33, (  3051).][201]



AÇIKLAMA  : 



1- Senet yönünden munkatı sayılan bir rivayetle karşı karşıyayız. Zîra senette meçhul bir râvi var  :  Cüheyne´den biri. Bu çeşit kimselere meçhul denir. Bu durum senette bir nevi inkıtâ hâsıl eder.

2- Hadiste, galebe çalınan düşmanla sulh yapılabileceği, onlardan sağlanan bir kısım maddî avantajlarla, onların canlarının ve çocuklarının kendilerine bağışlanabileceği ifade edilmektedir. Daha mühimmi, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) sulh antlaşması sırasında tesbit edilen şartlar dışında, bilâhere başka bir talepde bulunulmamasını irşâd ediyor. Kur´ân-ı Kerîm ahidlere sadâkati emrettiği (  Maide 1; İsra 34) için, antlaşma şartlarında tesbit edilenlerden başka şeyler taleb etmek ahde vefasızlık olur. Gerek Kur´ân ve gerekse hadisler düşmandan taleb edilecek avantajlara sınır koymaz. Öyle ise antlaşma sırasında ne kopartılabilirse kopartılır, düşmana kabul ettirilen herşey sulh şartı yapılabilir, ama, bunlar dışında, sonradan başka bir talebde bulunulmaz. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "(  Sonradan talebde bulunmak) size yakışmaz" buyurmuştur.

3- Ebu Dâvud, bu rivayeti Müsedded ve Said İbnu Mansur´un bazı farklılıklarla rivayet ettiğine dikkat çekiyor ve son cümlede her ikisinin de ittifak ettiğini belirtiyor.[202]



ـ9ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أن رسول اللّه # قال  :  الصُّلْحُ جَائِزٌ بَيْنَ المُسْلِمِينَ إَّ صُلْحاً حَرَّمَ حًََ أوْ حَلّلَ حَرَاماً. قَالَ  :  وَالمُسْلِمُونَ عَلى شُرُوطهِمْ إّ شَرْطاً حَرَّمَ حًََ أوْ أحَلَّ حَرَاماً[. أخرجه أبو داود والترمذى .



9. (  1085)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular  :  "Müslümanlar arasında, haramı helâl, helâli de haram etmedikçe sulh câizdir." Yine buyurdular ki  :  "Müslümanlar haramı helâl, helâli de haram etmedikçe kabul etmiş bulundukları şartlara uyarlar." [Ebu Dâvud, Akdiye 12, (  3394); Tirmizî, Ahkâm 17, (  1352).][203]



AÇIKLAMA  : 



Mü´minlerin ister kendi aralarında ve isterse küffarla aralarında yapacakları antlaşmalarda uyulması gereken bir çerçeve çizmektedir  : 

* Haramı helâl, helâli haram kılacak hiçbir antlaşma meşru değildir. Böyle bir antlaşma yapılamaz.

* Böyle bir antlaşma şu veya bu şekilde yapılmış, icbar edilmiş veya devralınmış ise, buna uyulmaz.

* Haramı helâl, helâli haram etme şartına şâmil olmayan antlaşmaya uymak farzdır, uymamak, ihlâl etmek, nakzetmek haramdır.[204]



ـ10ـ وعن ابن المسيب قال  :  ]قال رسولُ اللّه # ليهود خيبر  :  أُقِرُّكُمْ مَا أقَرَّكُمُ اللّهُ تَعالى عَلى أنَّ التَّمْرَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ، وَكَانَ # يَبْعَثُ عَبْدَاللّهِ ابنَ رَوَاحَةَ فَيَخْرُصُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ. ثُمَّ يَقُولُ  :  إنْ شِئْتُمْ فَلَكُمْ، وَإنْ شِئْتُمْ فَلِى فَكَانُوا يَأخُذُونَهُ[. أخرجه مالك .



10. (  1086)- İbnu´l-Müseyyeb anlatıyor  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber Yahudilerine şunu söyledi  : 

"Mahsulât, sizinle bizim aramızda olmak şartıyla sizi Allah´ın bıraktığı müddetçe yerinizde bırakıyorum."

Resûlllah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´e (  tahminci olarak) Abdullah İbnu Revâha (  radıyallahu anh)´yı gönderdi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la Yahudiler arasında, mahsûlün miktarını tahmin ve takdir işini o yapmış, neticede, onlara  :  "İsterseniz siz alın, isterseniz bana kalsın" demişti. Yahudiler mahsûlün kendilerine kalmasını tercih ettiler." [Muvatta, Müsâkat 1, (  2, 703).][205]



AÇIKLAMA  : 



1- Hayber, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) devrinin büyük şehirlerinden biriydi. Medine´ye Şam cihetinde 8 berîd mesafede kalelerle çevrili bir şehir. Müslümanlar burayı, Hudeybiye Sulhü´nden sonra yedinci hicrî senede, on küsur günlük kuşatma sonunda fethetmişlerdir.

Sahîheyn´den gelen bir rivayete göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i fethettiği zaman Yahudileri oradan sürmek istedi. Ancak, çalışma tamâmen kendilerinden olmak üzere mahsûlün yarısını vermek şartıyla yerlerinde kalma teklifinde bulundular. Bunun üzerine  :  "Allah´ın kalmanızı dilediği müddetçe ben de sizi yerinizde bırakıyorum" dedi.

2- Bazıları, burada meçhul müddete tâlik eden müsâkât akdinin cevâzına delil görmek istemiştir. Ancak, Zürkânî´nin açıkladığı üzere, böyle bir şey sözkonusu değildir. Çünkü, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), küffârı Cezîretü´l-Arap´tan çıkarmaya kararlı idi, tıpkı Kudüs´e müteveccihen namaz kıldığı halde Ka´be´ye yönelmeyi arzulaması ve bu hususta vahiy beklemesi gibi. Zîra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ciddi kararlarda hep vahiy beklerdi. Şu halde bu meselede de kararını Yahudilere bildirmiş, haklarında -ölüm ânına kadar bildirilecek- vahyin gelmesini beklemiştir. Nitekim, ölüm sırasında vahy-i İlâhî gelmiş ve buna dayanarak  :  َيَبْقَيَنَّ دِينَانِ بِأَرْضِ الْعَرَبِ

"Arap memleketinde iki din kalmayacaktır" demiştir. Bilâhare Hz. Ömer bu hadisi işitince[206] gerçekten sahih mi, değil mi araştırıp, sıhhatine kâni olunca, gayr-i müslimleri Arabistan Yarımadası´ndan sürmüştür.

"Bu rivâyette, müddetçe meçhul olan vâdeye tâlik edilecek müsâkât anlaşmasının cevâzına delil var" diyenlere  :  "Bu, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a has bir tatbikattır, başkalarına delil olamaz" diye de cevap verilmiştir, çünkü bu çeşit antlaşmalarda müddet tâyini şarttır.

Hadisle ilgili başka mütâlaalar da ileri sürülmüştür, hepsini kaydetmeyeceğiz.

Müsâkat, sulamak mânasına gelen saky´dan alınmadır. Fıkıh ıstılahı olarak  :  Bağ ve bahçeyi, -meyve, hububat ve sebze nevinden her çeşit- mahsûlatının bir kısmı mukabilinde birine vererek bırakmaktır.

3-Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), çıkacak mahsûlü tahmin etmek üzere, bu işten anlayan hususî memurlar gönderirdi. İlk defa, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şâirlerinden ve ilk Müslümanlardan olan Abdullah İbnu Revâha (  radıyallahu anh)´yı göndermiştir. Abdullah, Mûta Gazvesi´nde şehid düşen komutanlardan biridir.

Hz. Câbir (  radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette, Abdullah İbnu Revâha, mahsulatı 40 bin vask (  17) olarak tahmin etmiştir. Abdullah onlara  :  "İster bunun bedelini ödeyerek mahsûlü siz alın, isterseniz biz size ödeyelim, mahsûl bizde kalsın" diyerek tercihi onlara bırakmış, Yahudiler 20 bin vask ödeyerek mahsûlün kendilerinde kalmasını tercih etmişlerdir.

Hemen belirtelim ki, bu hadis tatbikatta farklı yorumlara sebep olmuştur. Müsâkât denen ortaklık nevinde, önceden yapılan tahmine göre amel câiz değildir, taksim tartılarak yapılır. Bu sebeple Abdullah İbnu Ravâha´nın ameli farklı tevillere konu olmuştur. Ebu´l-Velid el-Bâcî  :  "Bu muhtemelen, zekât hakkının tesbiti içindir. Çünkü zekâtın harcanacağı yerler (  masraf), savaşılarak elde edilen arazilerin gelirlerinin harcanacağı yerlerden farklıdır. İmam bu sonuncunun gelirini fakirzengin ayırımı yapmadan hak sahibine verir" der.

Umumiyetle, bu tahminin, zekât miktarını tesbite yöneldiği kabul edilmiştir. Çünkü, mahsul toplanıncaya kadar Yahudilerin elinde kalacak, taze iken yenen miktarlar, zekât hissesini eksiltecektir. Üstelik zekâta hak kazanan kimseler, müsâkatta ortak taraf değildir ki, haklarının önceden tahminle tesbiti câiz olmamış olsun. Nitekim Hz.Aişe de  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), önceden tahmin edilmesini, meyvenin yenmesinden ve taksiminden önce zekâtın hesaplanması için emretti" demiştir.

4- Bu rivayetten Cumhur, müsâkatın câiz olduğu hükmünü çıkarmıştır. Ahmed İbnu Hanbel, Şâfiî, Mâlik hazretleri, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed bu noktada ittifak ederler.

Ancak Ebu Hanife bunu beş sebebe binâen câiz görmez.[207] Ona göre  : 

1- "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) muhâbereyi yasaklamıştır. Muhâbere hayber kelimesinden gelir, Hayberlilerin müsâkat ameli manasına gelir, cevâza delalet eden hadis mensuhtur."

Ebu Hânife´ye cevap verilmiş ve  :  "Araplar, İslâm´dan önce de muhâbereyi biliyordu. Bu, arazinin, ondan alınacak mahsul mukabilinde kiralanması idi. Muhâbere kelimesi hayber´den gelmez, gizli şeyleri bilmek mânasına gelen hıbre´den gelir" denmiştir.

Ayrıca, "harb kelimesinin hars yani ekin, ziraat mânasına geldiği, muhâbere´nin buradan gelmiş olabileceği de söylenmiştir. Müsâkât tatbikatının Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), sonra da Hz. Ebu Bekir -Yahudilerin Teyma´ya sürülmesine kadar da- Hz. Ömer devrinde tatbik edildiği, dolayısıyla neshten bahsetmenin mümkün olmayacağı söylenmiştir.

2) Ebu Hanife´nin bir diğer yorumu şöyle  :  "Hayber Yahudileri, Müslümanların köleleri durumunda idi. Yabancı ile câiz olmayan bir kısım muâmele köle ile câizdir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Yahudilere takdir ettiği yarı, onların nafakalarıdır. Çünkü kölenin nafakası efendisinin üzerinedir." Bu mütâlaya da şöyle cevap verilmiştir  :  "Yahudiler köle mesabesinde olsaydı, onları cizyeye mahkûm etmez, onları Suriye´ye, şuraya buraya sürmezdi. Zîra bu sürme işi Müslümanların malını ziyan etme demektir. Ayrıca, İbnu Revâha onlara  :  "Dilerseniz siz Müslümanların hissesini ödeyin (  mahsul sizin olsun), dilerseniz biz sizin hissenizi ödeyelim mahsul bize kalsın" demiştir. Efendinin köle adına tazmini mevzubahis olamaz, zîra malın tamamı efendinindir. Öyleyse ortadaki vak´a, Yahudilerin bu hisseye hakiki sahip olduklarını gösterir.

3) Ebu Hanife´ye göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bey´u´lğarar´ı[208] yasaklamış olması da müsâkâtın caiz olmadığına bir delildir, zîra, burada verilen ücrette ğarar mevcuttur, çünkü, mahsulün selâmete erip ermiyeceği meçhuldür. Bu mülâhazaya da  :  "Cevâz hadisi hasdır, ğarardan nehy âmmdır, hass olan âmm olana takdim (  ve tercih) edilir" diye cevap verilmiştir.

4) Ebu Hanife şöyle der  :  "Bir haber, kâideler muhâlif olursa, kâidelere gönderilir, cevâz hadisi üç kâideye muhaliftir  :  "Bey´u´lğârar" "meçhul´e ücret takdiri", "meyvenin olgunlaşmazdan önce satılması" bunların üçü de bi´l-icma haramdır."

Bu mülâhazaya da şöyle cevap verilmiştir  :  "Bir haberle amel edilmemişse, o haber kaidelere havâle edilir, amel edilmişse, mânasının kastedildiğine hükmeder ve bununla amel gerektiğine inanırız. Şârî bir hüküm koyduğu zaman, bunu da diğer hükümler gibi koymak zorunda değildir. Bilakis, o, benzeri olan hüküm de, benzeri olmayan hüküm de koyma yetkisine sâhiptir. Öyle ise bu husus, zarûreten, mezkûr hükmün, bu temel kâidelere istisna teşkil ettiğine delil olur. Zîra, herkes, ağaçlarına ve ziraatine bizzat bakmaya muktedir değildir."

5) Ebu Hanîfe´nin son bir mütâlaası da şöyle  :  "Müsâkât, mevâşînin (  sağmal hayvanlar) ürünlerinden bir miktarını vererek mevâşînin tenmiye edilmesi yasağına kıyâsen de câiz değildir."

Bu mülâhazaya  :  "Mevâşî sahibi, hayvanlarına bakmaktan aciz olduğu takdirde bunların satılması zor değildir, halbuki, ekin ve meyve küçükken durumu farklıdır, bunlar satılamaz" diye cevap verilmiştir.[209]



ـ11ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ أهْلَ خَيْبَرَ قَالُوا  :  يَا مُحَمَّدُ دَعْنَا نَكُونَ في هذِِهِ ا‘رْضِ نُصْلِحُهَا وَنَقُومُ عَلَيْهَا فَأعْطَاهُمْ عَلى أنَّ لَهُمْ الشّطْرَ مِنّ كُلِّ زَرْعٍ وَشَئٍ مَا بَدَا لِرَسولِ اللّه #، فَكَانَ عَبْدُاللّهِ بْنُ رَوَاحَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَأتِيهِمْ كُلَّ عَام فَيَخْرِصُهَا عَلَيْهِمْ ثُمَّ يُضَمِّنُهُمُ الشّطْرَ فَشَكَوْا إلى رسولِ اللّهِ # شِدَّةَ خرْصِهِ وَأرَادُوا أنْ يَرْشُوهُ. فقَالَ عَبْدُاللّهِ  :  تُطْعِمُونِى السُّحْتَ؛ وَاللّهِ لَقَدْ جِئْتَكُمْ مِنْ أحِبِّ النَّاسِ إلىَّّ، وَ‘نْتُمْ أبْغَضُ إلىَّ مِنْ عِدتِكُمْ مِنَ الْقِرَدَةِ وَالخَنَازِيرَ، وََ يَحْمِلُنِى بُغْضِى إيَّاكُمْ عَلى أنْ َ أعْدِلَ فِيكُمْ. فَقَالُوا بِهذَا قَامَتِ السَّمواتُ وَا‘رْضُ، وَكانَ رسولُ اللّه # يُعْطِى كُلَّ امْرَأةٍ مِنْ نِسَائهِ ثَمَانِينَ وَسْقاً مِنْ تَمْرٍ كُلِّ عَامٍ وَعِشْرِينَ وَسْقاً مِنْ شَعِيرٍ، فلمَّا كانَ زَمَنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ غَشُّوا المُسْلِمينَ فألْقَوُا ابْنَ عُمَرَ مِنْ فَوْقِ بَيْتٍ فَفَدَعُوا يَدَيْهِ. فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  مَنْ كانَ لَهُ سَهْمٌ بِخَيْبَرَ فَلْيَحْضُرْ حَتَّى نُقَسِّمَهَا بَيْنَهُمْ. فقَالَ رَئِيسُهُمْ  :  َ تُخْرِجْنَا! دَعْنَا نَكُونُ فِيهَا كمَا أقَرَّنَا رسولُ اللّهِ #وَأبُوا بَكْرٍ، فقَالَ

لَهُ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  أتُرَاهُ سَقَطَ عَلى قَوْلِ رسولِ اللّه # كَيْفَ بِكَ إذ َا رَقَصَتْ بِكَ رَاحِلَتُكَ نَحْوَ الشَّامِ يَوْماً ثُمَّ يَوْماً ثُمَّا يَوْماً، وَقَسَّمَهَا عُمَرُ بَيْنَ مَنْ كانَ شَهِدَ خَيْبَرَ مِنْ أهْلِ الحُدَيْبِيَةِ[. أخرجه البخارى وأبو داود .



11. (  1087)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Hayber halkı dediler ki  :  "Ey Muhammed, bizi bırak, burada kalalım, araziyi ıslâh edip işleyelim." Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da her ekinin ve Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın uygun göreceği her bir şeyin mahsulünün yarısı onların olmak şartıyla araziyi onlara bıraktı.

Abdullah İbnu Revâha (  radıyallahu anh), her yıl oraya gelir, miktarı tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahudiler, Abdullah´ı tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e şikâyet ettiler. Hatta bir ara (  lehlerine gevşek davranması için) rüşvet vermek istediler. Abdullah onlara  : 

"Bana haram mı yedirmek istiyorsunuz. Vallahi ben en ziyâde sevdiğim insanın yanından geldim. Sizin topunuz bana maymunlar ve hınzırlardan daha menfurdur. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mâni değildir."

Yahudiler, Abdullah (  radıyallahu anh)´ı takdir edip  : 

"İşte bu adalet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur" dediler.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), her bir hanımına her yıl seksen vask hurma, yirmi vask arpa veriyordu. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) zamanında, Yahudiler Müslümanlara hile yaptılar İbnu Ömer (  radıyallahu anh)´i bir evin damında uyurken geceleyin aşağı attılar, el ve (  ayak) bileklerini çıkardılar. Hz. Ömer İbnu´l-Hattâb  :  "Hayber´de hissesi olan hazırlansın, aralarında taksim edelim" dedi. (  Taksim edileceği zaman) reisleri  : 

"Bizi buradan çıkarma. Bizi Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir´in yaptıkları gibi yerlerimizde bırak" dedi.

Hz. Ömer (  radıyallahu anh) ona  :  "(  Kararımızda) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözüne ters düştüğümüzü mü zannediyorsun [210] Bineğin seni Suriye´ye doğru bir gün, sonra bir gün, sonra bir gün daha koşturmasına ne dersin " diye cevap verdi.

Hz. Ömer (  radıyallahu anh), Hayber´i, Hudeybiye ashâbından Hayber Seferi´ne iştirak etmiş olanlar arasında taksim etti. [Buhârî, Megazî, 38; Ebu Dâvud, Cihâd 24, (  3006).][211]



AÇIKLAMA  : 



1-Hayber´in fethi ile ilgili rivayetler, Buhârî´nin Kitâbu´l-Megâzî bölümünde 38-41. bablarda yer alır. Ancak yukarıdaki rivâyet, kısmî olarak Kitâbu´ş-Şurut´un 14. babında kaydedilmiştir. Rivayet Teysir´de kaydedildiği şekliyle Ebu Dâvud´da mevcut değildir. Hadis´in Câmiu´l-Usûl´deki aslı daha uzun. Teysir, rivayet´in baş kısmını almamış. Hayber´in fethi, Yahudilere bırakılması, ordan sürülmeleri gibi farklı meselelere bazı açıklık daha getireceği için, rivayetin atlanmış olan baş kısmını da kaydediyoruz  :  "

(  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber ehline gelip onlarla savaştı. Sonunda kalelelerine çekildiler. [Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kaleleri dıştan bir müddet kuşattı, neticede] arazi, ekin ve hurma üzerinde onlara galebe çaldı. Bineklerin taşıyabileceği eşyaları götürerek orayı terketme şartıyla sulh yaptılar. Sarı (  altın), beyaz (  gümüş), halka -ki bununla silah kastediliyordu- nev´inden bütün varlıklarını Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a vermek de antlaşmaya dahildi. Ayrıca, ne varsa beyan edip, hiçbir şeyi gizlememeyi de onlara şart kılmıştı. Öyle ki bu şartlara uymazlarsa ortada ne antlaşma muteber olacak, ne de antlaşmanın sağladığı garanti olacaktı. Ancak yine de mesk´i gizlediler. Mesk, Huyey İbnu Ahtab´ın mal ve zineti bulunan bir deri idi, Benî Nâdir, Medine´den sürgün edildiği zaman beraberinde getirmişti[212] Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Huyey´in amcasına ki, ismi Sa´ye idi  : 

"Benî Nadir´den getirilen Huyey´in meski ne oldu " diye sordu.

"Nafaka harcamaları ve savaş masrafları onu eritti" deyince, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Aradan fazla zaman geçmedi. Mesk´teki servet bu kadar zaman içinde bitip tükenmeyecek kadar çoktu" dedi. Huyey, daha önce öldürülmüştü. [Meskin yerini ancak Sa´ye bilebilirdi. Onu konuşturmak üzere Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)] Zübeyr´e teslim etti. Zübeyr (  radıyallahu anh) canını yakarak sıkıştırdı. Bunun üzerine  : 

"Huyey´in şurada bir yıkıntının etrafını dolaştığını görmüştüm" dedi. Beraberce gidip oraları dolaştılar. Meski gerçekten bir yıkıntının içerisinde buldular. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Ebu´l-Hukayk´ın iki oğlunu öldürttü. Bunlardan biri Safiyye Bintu Huyey İbnu Ahtab´ın kocası idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kadın ve çocuklarını esir aldı. Antlaşmaya riayet etmedikleri için mallarını da taksim etti. (  Geri kalan Yahudileri de) Hayber´den sürmek istedi. Ancak, Hayber halkı dediler ki..." Rivâyetin gerisini yukarıda kaydettik.

2- Hemen belirtelim ki, Hayber Yahudilerle meskun bir yerdi. Medine´den sürülen Benî Nâdir Yahudileri de buraya yerleşmişlerdi. Burası, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) için tehlikeli bir odak teşkil ediyordu. Zâhiren ağır -ve bir kısım ashabın değerlendirmesine göre- utanç verici, zül getirici mahiyette olan Hudeybiye Sulhü´nü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın imzalamakta isticâl edişinin bir sebebini Mekkelilerin bîtaraflığını sağlayarak, burnunun dibindeki bu tehlikeli yuvayı dağıtma düşüncesi teşkil ediyordu. Buradaki Yahudiler, hem sayıca fazla ve hem de zengindi. Üstelik Müslümanlara karşı kinle dolu idiler. Bunlar, bir ara bütün güçleriyle civardaki müşrik kabileleri içine alan bir ittifak kurup Medine´ye -Hendek Savaşı´nda olduğu şekilde- saldırmak istemişlerdi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu faaliyeti istihbâr edince, harekâtın organizatörü durumunda olan Hayberli Yahudilerin şefi Sellâm İbnu Ebî´l-Hukayk´ı, Abdullah İbnu Atîk (  radıyallahu anh)´i dört kişilik bir ekiple göndererek öldürtmüştü. Sellâm´ın yerine geçen Usayr İbnu Zâram aynı faaliyeti devam ettirince, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ikinci bir ekibi, Abdullah İbnu Revâha başkanlığında göndererek onu da öldürtmüştü. Burası Müslümanlar için ciddî bir tehlike kaynağı idi.

Şu halde bu tehlikeli odak temizlenmeli idi.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye Sulhü´nü imzalayınca Medine´de bir aydan az bir zaman ikametten sonra doğru Hayber´e gitti. Niyeti Yahudileri buradan sürmekti. Medine´deki ikametinin de savaş hazırlıklarını ikmâl olduğu anlaşılmaktadır.

Savaş kazanılınca, Yahudilerin, "araziyi ekip kaldırmada mâhir kimseler olduklarını belirterek ağaç ve ekinlerden elde edilecek mahsulatın yarısını Müslümanlara vermek kaydıyla orada kalmayı" taleb etmeleri üzerine, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), daha önceki rivayette belirtildiği üzere "Allah´ın dilediği zamana kadar" yerlerinde kalmalarına izin verdi.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bunları sürmede niye acele etmedi diye bir suâle şu cevap verilebilir  : 

1) Hayber arazisi, Medine´nin gıda ambarı durumunda idi. Hurma ziraati, hububat ziraati gelişmişti, Yahudilerin sürülmesi, o günün şartlarında buradaki zirâî istihsâlin durmasına sebep olabilirdi.

2) Burada san´atkârlar da vardı. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) bunları san´at hayatının gelişmesinde kullanmak istemişti. Esirler arasında tesbit edilen otuz kadar demirci ustası hakkında şu emri vermişti  :  اُتْرُكُوهُمْ بَيْنَ الْمُسْلِمِينَ يَنْتَفِعُونَ بِصَنَاعَتِهِمْ وَيَتَّقُونَ بِهَا عَلَى جِهَادِ عَدُوه

"Onları Müslümanlar arasında serbest bırakın, san´atlarından istifâde etsinler, elde edecekleri bilgi ve mahâretlerle düşmanlarıyla yapacakları cihadda istifâde etsinler". Dediği gibi yapılır.

3) Bunların bütün servetleri ve silahları ellerinden alınmış, lider durumundaki büyükleri öldürülmüş, artık zararsız hâle getirilmişlerdi. Arazi işleyecek mâhir işçiler durumuna indirilmişlerdi.

4) Sindirilmiş, işçi statüsüne sokulmuş vaziyette Hayber´de kalmalarının muhtemel zararı çok az olmakla birlikte, henüz İslâmlaşmamış dış hududa sürülmeleri çok tehlikeli olabilirdi  :  Bunlar gittikleri yerde yeniden derlenip toparlanmaktan başka,düşman unsurları tekrar organize edip, Müslümanlara karşı tahrik edebilirlerdi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Hayber´de, Müslümanların murâkabesi altında kalmalarını uygun bularak tekliflerini kayıtlı olarak kabul etti.

Hz. Ömer (  radıyallahu anh), şartlar uygun hâle gelince, bir gece oğlu Abdullah (  radıyallahu anh)´ı uyurken damdan atmalarını bahâne ederek, Teyma ve Erîha´ya sürecektir. Erîha, Suriye´nin Ürdün kesiminde, Beytü´l-Makdis´e bir günlük atlı mesafede yerlerdir.

3- Hayber Yahudilerinden ele geçen servet  : 

Vâkidî´nin Meğâzî´de verdiği bilgiye göre, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), Hayberlilerin şefi Kinâne İbnu Ebi´l-Hukayk ile, kalelerde mevcut savaşçıların aile ve çocuklarının bağışlanması mukabilinde,

* Hayber´i ve arazisini çocuklarıyla terketmek,

* Mal, arazi, altın, gümüş, silah, binek ve üzerlerinde giydikleri dışında bütün kumaş ve giyecekleri Müslümanlara bırakma şartıyla anlaşırlar.

Şu mallar teslim alınır  :  100 zırh, 400 kılınç 1000 mızrak, 500 yay.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Kinâne İbnu Ebi´l-Hukayk´tan, Ebu´l-Hukayk hânedânının atadan evlâda intikal eden hazine ve zinetlerini -ki bunlar yukarıda adı geçen mesk´in içinde saklanırdı- sorar. Kinâne, yukarıda belirtildiği üzere harcanıp bitirildiğini söylerse de sıkıştırılarak ortaya çıkarılır. Yine rivayette belirtildiği üzere, yalanı ortaya çıkınca antlaşmanın sağladığı her çeşit garantiden mahrum kalır. Zübeyr İbnu´l-Avvâm, mesk dışında gizlediklerini de ortaya çıkarması için Kinâne´ye eziyette bulunur. Bütün servet ortaya çıkarılır.

Kinâne, kardeşiyle birlikte öldürülür; mallarına el konur, kadın ve çocukları esir edilir.

Mesk getirilip açılınca içinde altından yapılmış bilezikler, muştalar, halhallar, küpeler, yüzükler, eldivenler, kıymetli taşlardan ve zümrütten yapılmış gerdanlıklar vs. vs.ler görülür.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buradan bir cevher gerdanlık alıp kızlarından birine veya Hz. Aişe´ye hediye eder. O da bunu alır almaz aynı gün muhtaç ve dullar arasında dağıtır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) o gece uyuyamaz. Sabah olunca Hz.Aişe´ye (  veya kızına) koşup gerdanlığı geri ister  :  "Onu bana geri ver, benim değil, onda senin de hakkın yok!" der. Olup biten anlatılınca Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Allah´a hamd eder.[213]



ـ12ـ وعن أبى بكرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يقول  :  مَنْ قَتَلَ مُعَاهَداً مُتَعَهِّداً في غَيْرِ كُنْهِهِ حَرَّمَ اللّهُ

تَعالى عَليه الجَنَّةَ[. أخرجه أبو داود والنسائى.قوله  :  »في غير كنهه« أى في غير وقته أو حاله الذى يجوز فيه قتله .

12. (  1088  ), Ebu Bekir (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim  :  "Kim (  kendisine emân verilerek) antlaşma yapılan bir kimseyi vakti dışında öldürürse, Allah ona cenneti haram eder." [Ebu Dâvud, Cihâd 165, (  2760); Nesâî, Kasâme 14, (  8, 24).][214]



AÇIKLAMA  : 



Dinimiz, kâfirin kanını mutlak şekilde helâl addetmez. Belli ve muayyen şartlar altında kâfirin kanı helâldir. Bu da savaş halidir. Antlaşma yapılan, eman verilen bir kimsenin kanı haramdır. İslâm memleketi dâhilinde yaşayan zımmîler de kendilerine eman verilmişler zümresine dâhildir; kanları haramdır.

Hadiste, "antlaşma yapılan kimseyi künhü dışında öldüren..." denir. Bir şeyin künhü, onun hakikati demektir. "Burada künhü´nden murad vakti ve hedefidir" de denmiştir. Yani "öldürülmesi helâl olan vakitten..." veya "emân verilen nihâî hedeften önce öldüren" demektir.[215]



ـ13ـ وعن صفوان بن سليم عن عدة من أبناء الصحابة عن آبائهم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم. ]أنَّ رسولَ اللّه # قالَ  :  مَنْ ظَلَمَ مُعَاهِداً أوِ انْتَقَصَهُ أو كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ أوْ أخَذَ مِنْهُ شَيْئاً بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسِهِ فَأنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه أبو داود .



13. (  1089)- Safvân İbnu Süleym, birçok sahabi evlatlarının, babalarından yapmış oldukları rivayetlere dayanarak, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurmuş olduğunu naklediyor  : 

"Kim antlaşma yapılan bir kimseye zulmeder veya hakkını tenkis eder veya tâkatının fevkinde emreder veya onun rızası dışında bir şeyini alırsa, kıyamet günü aleyhine ben delil olacağım." [Ebu Dâvud, Harâc 33, (  3052).][216]



AÇIKLAMA  : 



Hakkı tenkîs etmek hak ettiği şeyi eksik vermek mânasına geldiği gibi, -Tîbî´nin söylediğine göre, inancından dolayı ayıplamak mânasına da gelir. Tâkatının fevkinde emretmek, ödeyemeyeceği miktarda cizye, vergi gibi mükellefiyetlere tâbi tutmak mânasına gelir. Aleyhine delil olmak, aleyhine delil getirmek suretiyle düşmanı olmak, Allah´a şikâyet etmek mânasına gelir.

Bütün bu ifâdeler, İslâm memleketinde yaşayan gayr-i müslimlere âdil davranma gereğine dikkat çeker.[217]



ـ14ـ وعن أم هانئ رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت  :  ]أجَرْتُ رَجُلَيْنِ مِنْ أحْمَائِى فقَالَ #  :  قدْ أجَرْنَا مَنْ أجَرْتِ[. أخرجه الستة إَّ النسائى .



14. (  1090)- Ümmü Hânî (  radıyallahu anhâ) anlatıyor  :  "Ben kocamın akrabalarından iki kişiye civâr (  himâye) vermiştim. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) "Senin civar verdiğine biz de civâr verdik" buyurdu." [Buharî, Cizye 9, Salât 4, Edeb 94; Müslim, Hayz 70, (  336), Müsâfirîn 80; Muvatta, Sefer 27, (  1, 152); Tirmizî, İsti´zân 24, (  2735); Ebu Dâvud, Salat 30, (  1290); Cihad 167, (  2763).][218]



AÇIKLAMA  : 



1- Arabça´da civâr vermek, emân vermektir. Yani bir Müslümanın bir kâfire "Senin hayat hakkını ben garantiliyorum, sana kimse dokunamaz" mânasında garanti vermesidir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), amcasının kızı Ümmü Hânî´nin Mekke´nin fethedildiği gün iki müşrike verdiği emânı muteber addetmiş  :  "Sen kime emân verdi isen bu akdi biz de tanıyoruz, o, bizden de emân almış gibi, emniyet altına girmiştir" mânasında beyanda bulunmuştur.

Bu rivayetten hareket eden ulemânın hepsi  :  "Kadınların vereceği emânın muteber olduğu hükmünü vermekte icmâ etmişlerdir. Keza fakihler çoğunluk itibâriyle, kölenin vereceği emânın da muteber olduğunu söylemekte ittifak ederler. Ancak Ebu Hanife merhum ve ashâbı; savaşan köle ile, savaşmayan köle arasında bir ayırım yaparak, savaşan kölenin emânını muteber addederken, "öbürünün emânı muteber değildir" demişlerdir.

Çocukların emânına gelince, bunların emânı kabul edilmez. Çünkü onların akidleri makbul değildir.

2- Kaynakların bir kısmında, Ümmü Hânî´nin Mekke fethedildiği gün Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a uğradığı, Hz.Fatıma´nın tuttuğu bir perdenin gerisinde gusleder bulduğu ifade edilir, fakat Ümmü Hânî´nin civâr verme meselesine temas edilmez. Şunu da kaydedelim ki, "Emân verme işi, imama has bir iştir" diyerek bu babta gelenleri te´vil eden de olmuştur. Ancak esas olan önceki görüştür.[219]



ـ15ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال  :  ]مَا خَتَر قَوْمٌ بِالْعَهْدِ إَّ سَلَّطَ اللّهُ تَعالى عَلَيْهِمْ الْعَدُوَّ[. أخرجه مالك بغا.»الختر« الغدر .



15. (  1091)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) demiştir ki  :  "Ahdine kim vefasızlık edip bozarsa, Allah mutlaka ona bir düşman musallat eder." [Muvatta, Cihâd 12, (  2, 449), 26 (  2, 460). İmâm Mâlik bunu belâğ (  senetsiz) olarak rivâyet etmiştir.][220]



İKİNCİ FASIL

CİZYE VE CİZYE İLE İLGİLİ HÜKÜMLER


CİZYE  :  Ehl-i zimmeden yani İslâm beldesinde yaşayan gayr-ı müslimlerden alınan vergidir. Buna zekât denmez. Çünkü zekât, vergiden ziyâde mü´minlere terettüp eden bir ibâdettir. Zekât veren mü´min Rabbine karşı olan mâlî bir ibadetini yerine getirmiş olmaktadır.

Cizye´nin kelime olarak bölmek, taksim etmek mânasına gelen جَزَاص den geldiği kabul edilir. Mâmafih karşılık mânasına gelen جَزَاء ´dan geldiği de söylenmiş, "İslâm beldesinde emniyet içinde yaşamalarının karşılığıdır" denmiştir.

Alimler derler ki  :  "Cizyenin vaz´edilmesinin hikmeti şudur  :  Cizye vermekle İslâm memleketinde yaşama hakkı kazanırlar, Müslümanlarla düşüp kalkma fırsatı bulurlar. Bu durum onların, İslâm´ın güzelliğini öğrenmelerine imkân tanır. Öte taraftan cizye vermiş olmanın hissettirdiği bir zillet vardır. Bu zilletten kurtulma endişesiyle, İslâm´ın güzelliğini öğrenmiş olma keyfiyetinin birleşmesi onları Müslüman olmaya sevkeder. Öyle ise, cizye müessesesi gayr-i müslimleri İslâm´a kazanmada müessir bir vâsıtadır. Bu sebeple teşrî edilmiştir." (  1092 numaralı hadiste Tağlibîlerle ilgili açıklama bu meseleyi aydınlatıcı mahiyettedir.)

Cizye ilk defa sekizinci senede va´zedilmiştir. Dokuzuncu senede diyen de olmuştur.[221]



ـ1ـ عن معاذ بن جبل رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَسولَ اللّهِ # لَمَّا وَجَّهَهُ إلى اليَمَنِ أمَرَهُ أنْ يَأخذَ مِنْ كُلِّ حَالِمٍ دِيناراً أوْ عَدْلَهُ مِنَ المَعَافِرِى  :  ثيابٌ تَكون باليمين[. أخرجهُ أبو داود .



1. (  1092)- Muâz İbnu Cebel (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), kendisini Yemen´e gönderdiği zaman, ihtilâm olan herkesten (  vergi olarak) bir dinar veya -Yemen´de imal edilen bir kumaş olan meâfirî´den, bir dinara tekabül eden miktarda almasını emretti." [Ebu Dâvud, Harâc 30, (  3038, 3039); Tirmizî, Zekât 5, (  623); Nesâî, Zekât 8, (  25-26).][222]



AÇIKLAMA  : 



1- Meâfir, Hemdan´da yaşayan bir kabile adıdır. Burada imal edilen bir kumaşa -oraya nisbetle Meafiriyye denmiştir. Meâfiri tâbiriyle ne kastedildiği râvilerden biri tarafından, "Yemen´de imâl edilen bir kumaş" diye açıklama eklenmiştir. Hadis ilminde bu çeşit açıklayıcı ilâvelere derc denir. Bu çeşit hadislere de müdrec hadis denir. Müdrec hadisler, aslında zayıf addedilir. Ancak buradaki derc sıhhati bozacak mahiyette değildir.

2- Hattâbî der ki  :  "Hadiste geçen كُلُّ حَالِمِ (  her ihtilâm) tâbiri cizyenin sadece bülûğa eren erkeklerden alınacağına delildir. Çünkü حالم erkekler için kullanılır. Ayrıca çocuk ve deliler de cizyeden muaf tutulmuş olmaktadır. Keza bu rivayet cizyenin Arap, acem bütün gayr-ı müslimlere şamil olduğunu göstermektedir. Ayrıca hadis, zengin, vasat herkesten dinar alınacağına delildir. Zîra Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Muâz´ı Yemen´e gönderirken onlarla savaşmasını, vergi ödedikleri takdirde onlardan elini çekmesini emretti. Dinarın verilmesini kanlarının korunmasına vesile kıldı. Kim dinar verirse kanını korumuş olur. Şâfiî hazretleri bu mülâhaza ile hareket ederek, cizyenin hür erkeklerden bülûğa erenlere terettüp ettiğine hükmetmiştir.

Ashâbu´r-Re´y ve Ahmed İbnu Hanbel  :  "Zengin olanlara 48, 24, 12 dirhem tarhedilir" demiştir. Ahmed İbnu Hanbel  :  "Bu miktarlar maddı gücüne göre tarhedilir" demiştir. Kendisine  :  "Günümüzde bunu artırıp eksiltmek mümkün mü " diye sorulunca  : 

"Evet tâkatlarına ve imamın uygun göreceği miktara göre ayarlanabilir" demiştir.

İbnu Ebî Şeybe ve İbnu Sa´d´ın rivâyetlerine göre, Hz.Ömer cizyeyi erkeklere tahakkuk ettirmiş, zenginlerden 48 dirhem, orta halliden 24 dirhem, fakirden 12 dirhem almıştır.

Bir dirhemin, o günün iktisâdî hayatındaki yeri hususunda bir fikir verebilmek için, bazı eşyaların fiyatını, bâzı ücretleri tarihî rivayetlerden naklen kaydetmekte fayda var  :  Bir gömlek 2-3 dirhem, bir şalvar (  serâvil) 3-4 dirhem, bir takım Necrânî elbise (  hulle) 40 dirhem, bir belediye memurunun günlük ücreti 2 dirhem, bir koyunun fiyatı 0,5-1 dinar (  1 dinar 12 dirheme denktir), Habeşistan´a giden Mekkeli muhacirlerin gemi ücreti 6 dirhem (  yarım dinar). Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) 200 dirhem parası veya buna denk malı olanı zengin addetmiştir, zekât verilmez.[223]



ـ2ـ وعن جعفر بن محمد عن أبيهِ ]أنَّ عُمَرَ بْنَ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ذَكَرَ المَجُوسَ فقَالَ  :  مَا أدْرِى مَا أصْنَعُ في أمْرِهِمْ؟ فقَالَ عَبْدُالرَّحْمنِ بْنُ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أشْهَدُ لَسَمِعْتُهُ مِنْ رسولِ اللّه # يَقُولُ  :  سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أهْلِ الْكِتَابِ[ .



2. (  1093)- Ca´fer İbnu Muhammed babasından naklediyor  :  "Ömer İbnu´l-Hattab (  radıyallahu anh) Mecûsileri mevzubahis ederek  :  "Onlar hakında nasıl hareket etmem gerektiğini bilmiyorum" dedi. Abdurrahman İbnu Avf (  radıyallahu anh)  :  "Sana şehâdet ederim ben Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle şöyle dediğini işittim  :  "Onlara, Ehl-i Kitab´a davrandığınız gibi davranın". [Muvatta; Zekât 42 (  1, 278  ).][224]



AÇIKLAMA  : 



1- Her meselede, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan bir örnek arayan Hz. Ömer, İran fethedilmeye başlayınca, onlardan nasıl vergi alacağı hususu problem olarak karşısına çıkar. Şahsen, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan bu mevzuda bir tatbikat veya tavsiye hatırlamadığı için nasıl hareket edeceği hususunda arkadaşlarıyla istişare eder. Abdurrahman İbnu Avf, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mecusilerden Ehl-i Kitap tarzında vergi alınması hususundaki tavsiyesini hatırlatır. Böyle durumlarda ikinci bir şâhid isteyen Hz. Ömer, Abdurrahman (  radıyallahu anh)´dan şâhid istemeksizin, bu hadisle amel eder.

2- Aslında hadis metni "Mecûsilere Ehl-i Kitap gibi davranın" derken, "vergi hususunda" diye bir kayıt mevcut değildir. Ancak başka kayıtlar "onların kızlarıyla evlenilmeyeceğini, kestiklerinin yenilmeyeceğini" tasrih eder. Bu rivayet için "husus murad edilen âmm" denmiştir. İbnu´l-Müseyyeb dışında kalan ulemâ bu konuda müttefiktir. Sâdece onun, Mecûsilerin kestiğini yemede beis görmediği rivayet edilir.

3- Abdurrahman İbnu Avf´ın rivâyetini destekleyen bir rivâyet Muvatta´da İbnu Şihâb´tan yapılır  :  Buna göre Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) Bahreyn Mecusilerinden cizye almıştır. Resûllah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın Hicr Mecusilerinden de cizye aldığı rivayetlerde gelmiştir. Hz. Osman da Berberîlerden cizye almıştır.

Şöyle bir soru hatıra gelebilir  :  Vergi meselesinde de اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ kaidesince gayr-ı İslâm, bir bütün görülüp hepsinden cizye almak, prensip mi kılınmıştır

Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Arap müşrikleriyle puta ve ateşe tapanlar hakkında imamlar anlaşamamıştır. İmam Mâlik, Evzâî ve Saîd İbnu Abdilaziz  :  "Bunlardan da cizye alınır" derken, diğer üç imam ve başkaları  :  "Cizye, Kur´ân´ın tasrihiyle Ehl-i Kitap´tan, sünnetin tasrihiyle de Mecusilerden alınır, başkalarından alınmaz" demişlerdir.

Şu âyetin zâhirini esas alan âlimler Mecusileri Ehl-i Kitap saymazlar. (  meâlen)  :  "...Bizden önce iki tâifeye kitap indirildi, bizim onların okuduklarından haberimiz yok" demekten... sakının ki merhamet olunasınız" (  En´âm 156). Cumhûr bu iki tâifeyi Yahudi ve Hıristiyanlarla te´vil ederek Mecusilerin Ehl-i Kitap sayılmayacağına hükmetmiştir. Mamafih, sadedinde olduğumuz hadis de Mecusileri Ehl-i Kitap addetmemekte "(  vergi konusunda) Ehl-i Kitab´a davrandığınız gibi davranın" demektedir. Burada ayırım esastır.

Mecusileri Ehl-i Kitap sayanlar Abdurrezzak´ta hasen ve Abd İbnu Humeyd´de sahih bir senedle rivâyet edilen şu hadisi esas alırlar, âyeti de te´vîl ederler  :  "Müslümanlar İranlıları hezimete uğratınca Hz. Ömer (  radıyallahu anh)  :  "Toplanın, Mecusiler Ehl-i Kitap değildir ki onlara cizye koyalım, puta tapanlar da değiller ki haklarında puta tapanların ahkâmını uygulayalım" dedi. Hz. Ali "onların Ehl-i Kitap olduğunu" söyleyerek şunu anlattı  :  "Mecusiler, okudukları bir kitaba, tedris ettikleri bir ilme sâhip idiler. Bir gün melikleri şarap içti. Sarhoşken kız kardeşine cinsî temasta bulundu. Sabah olunca, tamahkârları çağırıp ihsanlarda bulundu ve dedi ki  :  "Hz.Âdem oğullarını kızlarıyla nikahlıyordu." Tamahkârlar derhal itaat ettiler. Muhâlefet edenleri idam etti. Kitaplarında olanlar da, kalplerinde olanlar da (  zamanla) kayboldu, yanlarında bu mevzuda hiçbir şey kalmadı." Rivâyetin Abd İbnu Humeyd´deki vechinin sonunda فَوَضَعَ ا‘ُخْدُودَ لِمَنْ خَالَفهُ "Muhalefet edenleri ateş dolu hendeklere attı" ziyâdesi vardır.

Zürkânî, sadedinde olduğumuz rivayetten başka hükümler de çıkarıldığını belirtir. Söz gelimi  : 

1- Haber-i vâhid´le amel edilir.

2- Büyük sahâbeler bâzı hadisleri ve bir kısım ahkâmı -başkaları bildikleri halde- bilemeyebilirler, bu durum onlara bir noksanlık getirmez.

3- Hadisin mefhumuna temessük esastır. Nitekim Hz. Ömer, Ehl-i Kitap denince kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanları anlıyordu, çünkü bu tâbirin mefhumu bu idi. Abdurrahman İbn Avf (  radıyallahu anh) Mecusilerin onlara ilhak edileceğine dair rivâyette bulununcaya kadar Hz. Ömer, tâbirin bu zâhirî mefhumuna bağlı kalmıştır.[225]



ـ3ـ وعن ابن شهاب قال  :  ]بَلَغنِى أنَّ رسُولَ اللّهِ # أخَذَ الجِزْيَةَ مِنْ مَجُوسِ الْبَحْرَيْنِ، وَأنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخَذَهَا مِنْ مَجُوسِ فَارِسَ، وَأنَّ عُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخَذَهَا مِنَ الْبَرْبَرِ[. أخرجهما مالك .



3. (  1094)- İbnu Şihâb der ki  :  "Bana ulaştı ki, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Bahreyn Mecusîlerinden cizye almıştır, keza Hz. Ömer (  radıyallahu anh) İrân Mecûsilerinden, Hz. Osman (  radıyallahu anh) da Berberîlerden cizye almıştır." [Muvatta, Zekât 41, (  1, 278  ).][226]



ـ4ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّه # أخَذَهَا مِنْ أُكَيْدِرِ دُومَةَ يعنِى الجِزْيَةَ[ .



4. (  1095)- Hz. Enes (  radıyallahu anh)´in anlattığına göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Dûmetli Ükeydir´den de cizye aldı.[227]



AÇIKLAMA  : 



Dûmet, Şam (  Suriye) bölgesinde, Tebük´e yakın bir yer veya bir kale adıdır. Ükeydir, Dûmet´in kralının adıdır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) oranın fethine, Hâlid İbnu Velîd´i göndermiştir. Ükeydir İbnu Abdilmelik Hıristiyan idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) öldürülmemesini emretmişti, yakalanıp sağ olarak Medine´ye getirilir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kanını bağışlar, cizye mukabili sulh yapılır.

Hattâbî, Ükeydir´in Arap asıllı olduğunu belirttikten sonra  :  "Gayr-ı müslim Araplardan da cizye alınacağı" görüşüne bu rivayette delil olduğunu belirtir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, İmâm Ebu Yusuf Araplardan cizye alınmayacağı, zekât alınacağı görüşündedir. Mamafih Mâlik, Evzâî, Şâfiî hazerâtı bu meselede Arap, acem bütün gayr-ı müslimlerin eşit olduğu, hepsinden cizye alınması gerektiğini belirtmişlerdir.[228]



ـ5ـ وعن حرب بن عبيد اللّه عن جده ألى أمه واسمه عمير الثقفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّه # قال  :  إنَّمَا الخَراجُ عَلى اليَهُودِ وَالنَّصَارَى، وَلَيْسَ عَلى المُسْلِمِينَ خَرَاجٌ[. وَفى رواية  :  عُشُورٌ. أخرجهما أبو داود .



5. (  1096)- Harb İbnu Ubeydillâh, baba tarafından dedesi Umeyr es-Sakafî (  radıyallahu anh)´den nakleder  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Harâc Yahudi ve Hıristiyanlardan alınan vergidir. Müslümanlara harac yoktur." Bir rivayette "uşûr yoktur" buyurmuştur." [Ebû Dâvud, Harâc 33, (  3046-3049).[229]



AÇIKLAMA  : 



Harâc, Kâmus´da açıklandığı üzere, asıl itibariyle arâziden hasıl olan gelir ile, kölenin çalışmasından hâsıl olan gelire denmiştir. (  = galle-i arzdan ve galle-i amel-i abdden hâriç ve hâsıl olan nesnenin ismidir.) Ancak sonradan sultana tarladan her sene verilen vergiye dendiği gibi, ehl-i zimmetten adam başına alınan cizyeye de harâc denmiştir.

Uşûr´a gelince, bu öşr´ün cem´idir. Öşr, onda bir demektir. Onda bir nisbetinde alınan vergiye öşür denmiştir.

Burada uşûr´la, ticaret ve alışverişlerden alınan vergiler kastedilmiştir, nisbeti onda biri geçse de düşse de Müslümanların vergilerine sadakat denirken, Yahudi ve Hıristiyanların vergilerinden bir kısmına uşûr denmiştir. Şafiî´ye göre, sulh sırasında ehl-i zimmeden akit gereğince alınan meblağa öşür denir. Sulh akdine böyle bir şart konmamışsa ehl-i zimmeden cizyeden başka bir şey alınmaz, ne arâzilerden ne de mahsullerinden öşür alınmaz.

Ebu Hanife´ye göre, "Müslümanlar dâr-ı harbe ticaret için girerken küffâr öşür alırsa, biz de ehl-i harbten dar-ı İslâm´a bu maksatla girdikleri zaman öşür alırız."

Arâzı vergisine gelince  :  Tatarhâniye´de açıklandığı üzere arâzı üç kısımdır  : 

1- Arz-ı memleket,

2- Arz-ı öşriyye,

3- Arz-ı harâciye,

1. Arz-ı memleket, padişahın milkidir, arz-ı öşriyye Müslümanların milkidir, arz-ı harâciye ehl-i zimmenin milkidir. Bu sonuncu kısımda satış, hibe, vakıf, vârisin vasiyeti gibi her çeşit tasarruf câizdir. Arz-ı memlekette bu tasarruflar câiz değildir. Arâzi-i öşriyye, arâzi-i Arap´tır. Keza ahâlisi savaşmadan kendiliğinden Müslüman olan arâzi ile, savaşılarak fetholunduktan sonra gâziler arasında taksim edilmiş olan arâzi de öşriyye kısmına girer. Arâzi-i harâciye kısmına Basra´dan sonra gelen Irak arâzisi girer. Keza Mekke hâriç fethedildikten sonra ahâlisi yerinde bırakılan veya ahâlisiyle imamın sulh antlaşması yaptığı arâziler de girer. Arz-ı harâciyeden alınan vergiye harâc denir. Arz-ı harâciye Müslümana satılmış olsa da harâc vergisi düşmez, bu mutlaka ödenir.

Harâc iki çeşittir  : 

1- Harâc-i mükâseme  :  Bu, arâzinin tahammül durumuna göre yarı, beşte bir, altıda bir gibi alınan vergidir.

2- Harâc-ı vazîfe  :  Bu, ehl-i zimmenin, arâzi-i harâciyeden menfaatlandırılmalarına imkân tanınmış olmasına, onların arâzide emniyet içinde yaşamalarının te´minine mukabil alınan vergidir. Nitekim Hz. Ömer (  radıyallahu anh) sulanabilen bir dönüm tarladan buğday ve arpa cinsinden bir sa´ ve bir dirhem vergi atmıştır.

Hârac tâbiri "arâzi"ye ve "ehl-i zimmet başı"na konulmuş olan vergi için kullanılmıştır. Ancak sonradan harâc daha ziyâde arâzi vergisine, cizye ise ehl-i zimmet başına atılan vergiye denmiştir."

Şâfiî´ye göre de harâc iki kısımdır  : 

1- Cizye,

2- Arâzinin kirası ve ücreti. Bir yer sulh yoluyla fethedilir ve arâzi ahâlisine bırakılırsa, arâzi için tesbit edilen harâc, baş için alınan cizye ahkâmına tâbi olur. Bunlardan İslâm´a giren olursa, üzerindeki harâc düşer, tıpkı boynundaki cizyenin de düşmesi gibi, buna mukabil arâziden elde edilen mahsûlden öşür alınır. Fetih, şâyet "arâzi Müslümanların olacak, ahâlisi de, her sene arâziyi ekip kaldırmaya bedel olarak bir şey ödeyecek" şartıyla gerçekleştirilmiş ise, bu arâzi Müslümanlarındır, alınan vergi de arzın ücreti (  kirası)dır. Bu durumda, tarla sahibi Müslüman olsa veya küfründe devam etse farketmez. Sulh sırasında tesbit edilen statü aynen kalır. Bu arâzide satış da câiz değildir. Çünkü, satış mülkde olur, halbuki sâhibi onun gerçek mâliki değildir, mâlik, bütün Müslümanlar adına, İslâm Devleti´dir.

Özetlemek gerekirse arâzi-i harâciye şu çeşitlere ayrılmış olmaktadır  : 

1- Savaşla alınıp, gâzilere taksim edilen arâzi ki, imam, bunun bedelini gâzilere para olarak verip arâziyi Müslümanlara vakfeder ve koyduğu harâç vergisiyle, devlete devamlı bir gelir kaynağı yapar, Hz. Ömer, Irak arâzisini böyle yapmıştır.

2- İmam, bir beldeyi sulh yoluyla fetheder, arâzi Müslümanların olur, ancak, eski ahâlisi, harâc ödemek kaydıyla yerlerinde kalırlar. Arazi fey´dir, harac ücrettir, Müslüman olsalar da harâc düşmez.

3- Sulh yoluyla fethedilir, ancak sulh, şu şartla yapılmıştır  :  Arâzinin mülkiyeti ahâliye aittir, harac vererek onda ikâmet edeceklerdir. İşte bu harâc cizyedir. Bunlar Müslüman olunca cizye üzerlerinden düşer. Sadedinde olduğumuz hadis, ulemaya göre bu nev ile açıklanmıştır, ancak sadece bu nev´e has değildir.[230]



ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ عُمرَ كانَ يَأخُذُ مِنَ النَّبَطِ مِنَ الحِنْطَةِ وَالزَّيْتِ نِصْفَ الْعُشْرِ يُريدُ بذلِكَ أنْ يُكْثِرَ الحَمْلَ إلى المَدِينَةِ وَيَأخُذَ مِنَ القِطْنِيَّةِ الْعُشْرِ[. أخرجه مالك .



6. (  1097), İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "(  Babam) Ömer (  radıyallahu anh) Nebat ahalisinden buğday ve zeytinyağından öşrün yarısı (  yirmide bir nisbetinde) vergi alırdı. Bu davranışıyla kasdı Medine´ye bunlardan çokca gelmesini sağlamaktı. Kıntiyye (  denen buğday ve arpa dışında kalan, nohut, mercimek, bakla nevinden tahıl) dan da öşür alıyordu." [Muvatta, Zekât 46, (  1, 281).][231]



AÇIKLAMA  : 



Zürkânî Muvatta´nın bir nüshasında "zeyt" yerine "zebîb" (  kuru üzüm) geldiğini belirttikten sonra bunu düzelttiğini belirtir.

Metinde geçen Kıntiyye´nin "kuntiyye" diye telaffuzu da câizdir. İki mânaya gelir  : 

1- Buğday ve arpa dışında kalan hububat, tahıl da deriz  :  Mercimek, nohut, bakla gibi.

2- Pamuklu giyecekler. Burada hububat kastedildiği açıktır.

Nebat, Irak´da Kûfe ile Basra arasındaki Betâih´te yaşayan bir kabilenin adıdır. Hz. İbrahim (  aleyhisselam)´in burada doğduğu söylenmiştir. Bu sebeple bir hadiste  :  "Biz Nebâtî olan Kureyşîleriz" ifadesine rastlanır.[232]



ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]قالَ رسولُ اللّه # َ تَصْلُحُ قِبْلَتَانِ في أرْضٍ وَاحِدَةٍ وَلَيْسَ عَلى مُسْلمٍ جِزْيَةٌ[.قال سفيان رحمه اللّه تعالى  :  معناه إذا أسلم الذمى بعد ما وجبت عليه الجزية بطلت عنه. أخرجه أبو داود والترمذى .



7.(  1098  )- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Bir yerde iki kıblenin varlığı uygun olmaz. Müslüman kimseye cizye yoktur."

Süfyan merhum der ki  :  "Bunun mânası şudur  :  "Bir zımmî, kendisine cizye vermesi gerektikten sonra (  vergisini henüz ödemeden) Müslüman olursa, artık bu vergi ondan düşer." [Ebu Dâvud, Harâc 34, (  3053); Tirmizî, Zekât 11, (  633).][233]



AÇIKLAMA  : 



1- Türbüştî, "Bir yerde iki kıblenin varlığı uygun olmaz" hadisini şöyle açıklamıştır  :  "Bir yerde iki din aynı eşit şartlarda zâhir olamaz. Şöyle ki  :  Müslüman kimsenin, kâfirler arasında ikâmet etmesi caiz olmaz, zîra ikâmet edecek olsa, kendisini Müslümanlar arasındaki zımmîlerin yerine koymuş olacaktır, ona, nefsini küçüklük ve zillete atması uygun düşmez, zîra izzet, Allah´a, Resûlü´ne ve mü´minlere aittir. Dini, İslâm dinine muhalif olan kimsenin, İslâm memleketinde ikâmeti ise cizye vermekle mümkün olabilir. Ayrıca, ona dinini dilediği gibi yüksek sesle izhâr, ilân ve neşretmesine müsâade edilmez. (  Dinî tezâhürlerde ikinci plânda olmak zorundadırlar)."

2- Hadisin ikinci kısmı  :  "Müslüman kimse cizye ödemez" hükmünü koymaktadır. Bu iki kısım arasında şöyle bir irtibat kurulmuştur  :  "Zımmî, cizye ödemek şartıyla ikâmetine müsaade edilen kimsedir. Şu hade zımmînin üzerinde cizye mükellefiyeti vardır, müslim üzerinde cizye yoktur. Bu durum iki kıbleden birini yükseltirken diğerini alçaltır, dolayısıyla hiçbir surette bunlar eşit durumda olmazlar."

Bu hadisle ilgili olarak Hattâbî der ki  :  "Bu iki suretle te´vil edilebilir  : 

1- Cizye´nin mânası harâc demektir. Şayet bir Yahudi Müslüman olsa ve elinde sulh yapılmış olan arâzi bulunsa, adamın boynundan cizye, arâzisinden de harâc vergisi düşer, Süfyan-ı Sevrî ve İmam Şâfiî, böyle hükmetmişlerdir. Süfyan-ı Sevrî ayrıca der ki  :  "Bu arâzi, savaşla alınan bir yer ise, adam sonradan Müslüman olunca, kendisinden cizye düşer, arâzisinde harâc bâki kalır."

2- İkinci tevile göre  :  Zımmî Müslüman olunca senenin bir kısmı geçmiş olsa, zımmîden, geçmiş bulunan aylara tekabül eden vergi hissesi istenmez, tıpkı Müslümandan da, sağmal hayvanlarını sattığı takdirde, üzerinden bir yıl geçmiş ise, geçen aylar için sadaka istenmediği gibi... Çünkü bu, mala sahip olduktan sonra bir yıl tamam olunca vâcib olan bir hakdır.

Sene tamamlandıktan sonra Müslüman olursa vergilerini ödemeli midir meselesinde ihtilâf edilmiştir. Ebu Ubeyd, geçen yıl için cizye istenmeyeceği görüşündedir. Bu hususta Ömer İbnu´l-Hattâb (  radıyallahu anh)´ın tatbikatından delil getirmiştir. Ebu Hanîfe merhuma göre, bu ne vârislerinden, ne de terikesinden alınmaz, çünkü bu onun üzerine kesin bir borç değildir, bunlardan biri, üzerinde cizye borcu bulunduğu takdirde Müslüman olsa, bu kendisinden düşer ve eski borcu ondan alınmaz.

Şâfiî´ye göre, bu borç ondan istenir. O, cizye borcunu, ancak ödemekle sâkıt olan sâbit bir borç telâkki eder.

İmâm Malik ve Ahmed ve İbnu Hanbel de bu meselede Ebu Hanîfe gibi hükmetmişlerdir. Sahih olan da budur.[234]



ـ8ـ وعن معاذ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  ]مَنْ عَقَدَ الجِزْيَةَ في عُنُقِهِ فَقَدْ بَرِئَ مِمَّا جَاءَ بِهِ مُحَمَّدٌ #[. أخرجه أبو داود.والمراد بالجزية هنا الخراج  :  أى من قرر الخراج على نفسه كما تقرر الجزية على الكتابى .



8. (  1099)- Hz. Muâz (  radıyallahu anh) demiştir ki  :  "Kim kendi boynuna cizye akdi yaparsa, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın gittiği yoldan (  sünnetten) berî olmuş olur."

Burada “cizye”den murad harâctır  :  Yani  :  (  Satınalma yoluyla) kendini harâca mahkûm eden, tıpkı kitâbîyi cizyeye mahkûm etmek gibi bir davranışta bulunmuştur. [Ebu Dâvud, Harâc, 38, (  3082).][235]



AÇIKLAMA  : 



Burada denmek istenen şey şudur  :  "Kim harâc vergisine tâbi bir arâziyi kâfirden satın alırsa, bu kimseye arâzinin harâcını vermek vâcib olur. Harâc ise "cizye" sınıfına giren bir vergi çeşididir. Bilindiği üzere cizye zımmîlerden alınan verginin adıdır, Müslümanlardan cizye alınmaz. Netice olarak bu satınalma sebebiyle, kişi kendi eliyle, zımmîlerin ödediği çeşitten bir vergi (  harâc) ödemeye kendisini mahkum etmiş olmaktadır. Şurası muhakkak ki, cizyeyi mecbur kılma işi, burada, sünnet yoluyla olmamıştır. Sünnetten berî olmak bu mânada kullanılmış olmalıdır. Çünkü, harâc arâzisinin vergisi, arâzi Müslümana geçmekle düşmez.

Bu hadiste, zımmîlerin zîraatten uzaklaşmalarını kolaylaştırmamak gereği dahi gözükmektedir. Müteakip hadis de bu manayı te´yid eder.[236]



ـ9ـ وعن أبى الدرداء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  مَنْ أخَذَ أرْضاً بِجِزْيَتِهَا فقَدِ اسْتَقَالَ هِجْرَتَهُ، وَمَنْ نَزَعَ صَغَارَ كَافِرٍ مِنْ عُنُقِهِ فَجَعَلَهُ في عُنُقِ نَفْسِهِ فَقَدْ وَلَّى ا“سَْمَ ظَهْرَهُ[.قال سِنان بن قيس  :  فسمع منى خالد بن معدان هذا الحديث فقال  :  أشَبيبٌ حدثك؟ قلت نعم؛ قال  :  فإذا قدمت فاسأله يكتب إلىَّ به. قال  :  فكتبهُ له. فلما قدمت سألنى ابن معدان

القِرْطَاسَ فأعطيتُهُ فلما قرأه ترك ما في يده من ا‘رض. أخرجه أبو داود.ومعنى »استقال هجرته« أى رجع عنها وطلب ا“قالة منها .



9. (  1100) Ebu´d Derdâ (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki  :  "Kim bir arâziyi haracı ile birlikte (  satın) alırsa hicretinden rücû etmiş demektir. Kim de bir kâfirin boynundan zilleti kaldırıp onu kendi boynuna koyarsa İslâm´a sırtını dönmüş olur."

Sinân İbnu Kays der ki  :  Hâlid İbnu Ma´dân bu hadisi benden işitince bana  :  "Bunu sana Şebîb mi rivayet etti " dedi. "Evet" dedim. "Öyleyse dedi, gidince, söyle bu hadisi bana yazıp göndersin."

Sinân İbnu Kays devamla dedi ki  :  "(  Şebib´e) söyledim, onun için hadisi yazıverdi. Tekrar geldiğim zaman Hâlid İbnu Ma´dân kâğıdı sordu. Ben de verdim. Okuyup bu hadisi işitince sahip olduğu arâzinin hepsini terketti." [Ebu Dâvud, Harâc 38, (  3082).][237]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu bahse giren önceki hadislerde ve hususan 1096. hadiste açıkladığımız üzere, arz-ı harâciye´yi bir Müslüman da satın almış olsa onun harâc vergisi düşmez, ödenmesi gerekir. Harâcın cizye sınıfına girdiği gözönüne alınınca, hadisin söylemek istediği mâna daha iyi anlaşılır. Zîra harâc arâzisini satın almak, kendi kendini cizyeye bağlamak olmaktadır.

Rey ehli (  Hanefîler), Müslüman kâfirden satın aldığı harâciye arâzinin harac vergisini ödeyeceğine hükmetmekle birlikte, tarladan kaldırılan hububat için öşür vermeyeceğine hükmetmiştir. Onlara göre bir tarlaya hem harâc hem öşür düşmez. Ancak geri kalan âlimler  :  "Tarladan kalkan mahsul beş vaska ulaşırsa öşür vacibtir" hükmünde ittifak ederler. (  Bir vaskın miktarını 1086, hadiste açıkladık.)

2- Hadiste geçen "hicretinden rücû etmek" tâbiriyle harâc arâzisi satın almanın, hicretten vazgeçme fiiline oldukça yakın bir davranış olduğu belirtilmektedir. Çünkü Müslüman, zımmîden böyle bir arâzi satınalmak veya kiralamakla, o arâzinin cizyesini ödeme işinde kendini o zımmînin yerine koymuş olmakta, terketmiş olduktan sonra da tekrar o arâziye dönme durumuna düşmektedir. Bu da, hicretinden rücû etme mânasına gelir, çünkü hicret, esas itibariyle küfür arâzisini terketmektir.

3- Şurası muhakkak ki, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) burada açık bir şekilde, arâziyi harâciyeyi satın almamayı tavsiye etmektedir. Allahu â´lem, bu yasaklamada, Müslümanların çiftçiliğe çok fazla tâlib olmamaları irşâdı var. Bir başka ifade ile, gayr-ı müslimlerin arâzilerini satın alarak onların ticâret, zanaat, sanayi gibi daha kârlı, daha verimli sahâlara kaymalarına zemin hazırlanmaması istendiği, bu sebeple böylesi bir davranışın, hadisin devamında "zilleti kâfirin boynundan kaldırıp, kendi boynuna geçirmek" olarak tavsif edildiği söylenebilir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ticârete teşvik edici, تِسْعَةُ اَعْشِرَاءِ الرِّزْقِ التِّجَارَةِ "Rızkın onda dokuzu ticârettir" gibi hadisleri gözönüne alındıkta mesele daha iyi anlaşılır ve hadisten çıkardığımız mesajdaki isabet ihtimal artar. Günümüzde maddî yönden kalkınan her memlekette zengin sınıfların daha ziyade ticaret ve sanayiye ehemmiyet verdiğini gözönüne alırsak, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın nasıl günümüzde bile taptaze kalan ezelî ve ebedî bir gerçeğe parmak bastığını daha iyi anlama fırsatı buluruz.

4- Ancak şunu da belirtelim ki, Ashab´tan bâzıları harâc arâzisinden satın almıştır. Beyhakî´nin el-Ma´rife´de belirttiğine göre, İbnu Mes´ûd, Habbâb İbnu´l-Eret, Hüseyin İbnu Ali, Şüreyh gibi büyüklerin harâc arâzileri mevcuttu. Utbe İbnu Ferkad es-Sülemî, Hz. Ömer´e "Arzu´s-Sevâd´dan (  Harâc arâzisi) arâzi satın aldım" deyince, Hz. Ömer (  radıyallahu anh)  :  "Öyleyse sen orada, tıpkı sahibi gibisin" der.

Yine Beyhâkî´nin kaydına göre, Behzü´l-Melik ahâlisinden bir kadın Müslüman olur. Hz. Ömer, ilgililere  :  "Arâzisini tercih eder ve arâziye terettüp eden eski vergisini öderse, arâzisi ile onun arasına girmeyin, aksi takdirde arâzi ile Müslümanlar arasına girmeyin" diye yazar.

Keza Hz. Ali de Müslüman olan İranlı bir çiftçiye  :  "Arâzinde oturursan, senden alınan baş vergisini kaldırırız, ancak arâziden alınan vergiyi almaya devam ederiz, ondan ayrılırsan arâzine biz sâhip çıkarız" der.[238]



ÜÇÜNCÜ FASIL

GANİMETLER VE FEY


GANİMET  : 



Kâfirlerle harb edilerek alınan mallardır. Bunlar beşe taksim edilir. Bir hissesi Allah ve Resûlü´nün hakkı olarak ayrılır. Geri kalan dört hisse savaşa katılan gaziler arasında pay edilir. Süvâriler 3 hisse, piyâdeler 1 hisse alırlar.[239]



FEY  : 


Küffârın çekilip gitmesi veya Müslümanlarla savaşmadan sulh yapmaları sonucu elde edilen maldır. Gümrük vergisi, ticâret vergisi, vârissiz olarak ölen zımmînin devlete kalan malı vs. hep fey sayılır. Bu iki kelimenin müterâdif olarak kullanıldığı da olmuştur.[240]



ـ1ـ عن مجمع بن حارثة ا‘نصارى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]شَهِدْنَا الحُدَيْبِيَةَ مَعَ رسول اللّه # فَلمَّا انْصَرَفْنَا عَنْهَا إذَا النَّاسُ يَهُزُّونَ ا“بلَ. فَقُلْنَا مَا لِلنَّاسِ؟ فقَالُوا  :  أوحِىَ إلى رسولِ اللّه # فَنَفَرْنَا مَعَ النَّاسِ نُوجفُ ا“بلَ فَوَجَدْنَا رسول اللّه # بِكُرَاعِ الغَمِيمِ وَاقِفاً عَلى رَاحِلَتِهِ. فَلمَّا اجْتَمَعَ النَّاسُ قَرَأ عَلَيْنَا  :  إنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُبِيناً. قالَ رَجُلٌ أفَتْحٌ هُوَ؟ قَالَ  :  نعم؛ وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ إنَّهُ لَفَتحٌ حَتَّى بَلَغَ  :  وَعَدَكُمُ اللّهُ مَغَانِمَ كَثِيرَةً تَأخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ هذِهِ  :  يعنِى خَيْبَرَ، فلمَّا انْصَرَفْنَا غَزَوْنَا خَيْبَرَ فَقُسِّمَتْ عَلى أهْلِ الحُدَيْبِيَّةِ، وَكَانُوا ألْفاً وَخَمْسَمائةٍ مِنْهُمْ ثََثُمِائةِ فَارسٍ فَقُسِّمَتْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَرَ سَهْماً فأعْطِىَ الْفَارسُ سَهْمَيْنِ وَالرَّاجِلُ سَهْماً[. أخرجه أبو داود .



1. (  1101)- Mücemmi´ İbnu Câriye el-Ensârî (  radıyallahu anh)[241] anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Hudeybiye sulhünde hazır bulunduk. (  Sulh yapılıp) oradan döndüğümüz zaman, halk, develerini hızlandırarak (  bir yere birikmeye) başladılar. Biz hayretle  :  "Bu insanlara ne oluyor, (  niçin hayvanlarını hızlandırıp bir yere üşüşüyorlar )" diye sorduk.

"Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a vahiy gelmiş" dediler. Biz de, halkla birlikte harekete geçip develeri hızlandırdık. İlerleyince Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı Kura´u´l-Gamîm denen (  Mekke ile Medine arasında Usfân´ın önünde bulanan) yerde bulduk. Devesinin üzerinde duruyordu. Halk toplanınca bize إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا sûresini tilâvet buyurdular.

Askerlerden biri  :  "Yani bu sulh bir fetih midir " dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Evet!" deyip ilaveten  :  "Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât´a yemin ederim bu bir fetihtir" buyurdu. Sûre-i celileyi okumaya devam eden Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. İman edenler için bir delil olması ve sizi doğru yola ulaştırması için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir" meâlindeki âyete kadar (  Fetih 20) okudu.

(  Âyet-i kerimede işâret edilen âcil ganimetle) Hayber kastediliyordu. Buradan ayrılınca Hayber´e gazveye çıktık. (  Elde edilen ganimet) Hudeybiye´ye katılanlara taksim edildi. Bunlar bin beş yüz kişi idi. Bunlardan üç yüzü süvâri idi. Ganimet on sekiz hisseye ayrıldı. Süvâri olana iki, yaya olana bir hisse verildi." [Ebu Dâvud, Cihâd 155, (  2736), Harâc 24, (  3015).][242]



AÇIKLAMA  : 



Hudeybiye Gazvesi´yle ilgili geniş bilgi 4266-4269 numaralı hadislerde gelecek. Ancak mevzuun anlaşılması için bazı kısa bilgiler vereceğiz.

1- Hudeybiye Gazvesi hicretin altıncı yılında Zilkade ayında yapılmıştır. Esâsen Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) savaş için değil, umre için Mekke´ye müteveccihen yola çıkmıştı. Zülhuleyfe mevkiine gelince ihram giydiler. Gamîm nâm mevkiye kadar geldiler. Müşrikler burada karşılarına çıkıp daha ileri geçmelerine mâni oldular. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la müşrikler arasında elçiler teâti edildi. Kritik anlar geçirildi. Bu ara Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) antlaşma ümidini keserek bir ağaç altında "ölmeden dönmemek üzere" bütün mü´minlerden bey´at aldı. Arkadan gelen vahiy bu bey´attan Allah´ın razı olduğunu belirttiği için buna Bey´atu´r-Rıdvan denmiştir. Bu bey´at haberi müşriklere korku salmış ve sulh antlaşmasına râzı etmiştir.

2- Yapılan antlaşmaya göre o yıl değil, müteâkip sene umre yapılacaktı, on yıl birbirleriyle savaşmayacaklar, Mekkeliler serbestçe Suriye´ye ticaret için gidebilecekler, Müslümanlara sığınan Mekkeli mühtediler, Mekke´ye iade edilecekler, Müslümanlardan Mekke´ye iltica edenler iâde edilmeyecekti.

Umre için yola çıkan mü´minler, umre yapmadan dönmeye razı olamıyorlardı. Hele mültecilerin Mekkelilere iadesi pek ağırlarına gitmişti. Bu antlaşmadan hiç memnun değillerdi. Savaşmak bir çoğuna göre, daha iyi idi. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e başta Hz. Ömer, pek çok sahâbe itiraz etmiş, memnuniyetsizliklerini üzüntülerini sözleriyle, davranışlarıyla ifâde etmekten çekinmemişlerdi.

Bu hâlet-i ruhiye içinde dönüş yapılırken Fetih sûresinin, bu antlaşmayı "feth-i mübîn" ilân etmesi iyice şaşırtıcı olmuştu. Rivayette bir askerin, sûreyi tilavet etmekte olan Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ ın kıraatini keserek  :  "Bu sulh bir fetih midir " demesi bu şaşkınlığın ifadesidir.

3- Sonradan bizzât Hz. Ebur Bekir ve Hz. Ömer´in de itiraf edecekleri üzere Hudeybiye antlaşması gerçekten bir feth-i mübin idi. Arkadan gelecek, Hayber, Mekke, Huneyn vs. fetihlerinin anahtarı, kapısı durumunda idi. Bu sulh sayesinde, yılardır kopmuş olan beşerî münâsebetler Mekkeli müşriklerle Müslümanlar arasında başlamış, İslâm´ın ne olup ne olmadığı sulh şartları içinde anlatılma ve fiilen gösterilme imkânına kavuşturulmuştu. Müslümanlığını gizliyerek artık ortaya çıkabiliyorlardı. Artık karşılıklı bir emniyet ve güven hissi gelmişti. Korkusuzca mü´minler müşriklerle karışabiliyor, münâkaşa edebiliyorlardı. Ebu Süfyan gibi lider durumundaki azılı İslâm düşmanları bile Medine´ye kadar serbestçe gelebiliyorlardı. Hâlid İbnu Velîd bu sulh esnasında Müslüman olmuştu. Hz. Ebu Bekir´den başka herkesin hoş karşılamamakta ittifak ettiği bu sulh her çeşit menfi zevâhirine rağmen, gerçekten bir feth-i mübin idi.

4- Ganimetinden söz edilen Hayber´in zabtı, Hudeybiye dönüşü, Medine´de 20 gün kadar kalındıktan sonra hareket edilerek gerçekleştirilen bir fetihtir. Rivayetler bir kısmının savaşılarak, bir kısmının sulh yoluyla fethedildiğini belirtirler.

5- Ganimet taksiminde süvariler, atları veya develeri için de ayrı bir hisse alıyorlardı. Metinde Hayber ganimetinin on sekiz hisseye ayrıldığı ifade edilir. Mânası şudur  :  Bu rivayete göre, savaşa katılanlar 1500 kişidir. Bunlardan 300 tanesi atlı ve çift hisseli, 1200 tanesi yaya ve tek hisseli. Râvi, her 100 eşit payı bir hisse olarak tavsif etmektedir. Böyle olunca 12 yaya, 6 da süvari hissesi var demektir, toplam 18 yapar.

6- Şunu hemen belirtelim ki, Hudeybiye Gazvesi´ni nakleden farklı muhtevalı başka rivayetler de var. Sıhhat yönüyle bu rivayet onların bazılarından zayıf olduğu için buradaki rakamlara itibar edilmemiştir. Daha mevsuk rivayetlere göre Hayber´de ele geçirilen ganimet 36 hisseye, yani 3600 paya ayrılmıştır. Bunun yarısı Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlara ayrılmıştı. Bu miktar 1800 pay tutuyordu. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın payı diğer mü´minlerden birinin payı kadardı.

1800 paylık diğer yarı, Müslümanların umumî ihtiyaçları için ayrılmıştı.

Hudeybiye Gazvesi´ne katılanlar 1400 kişi idi. Bunlar arasında 200 süvari vardı. Her bir at için iki hisse ayrılınca atlara 400 hisse ayrılmıştı. Bu şahısların payına ilave edilince 1800 yapıyordu. Böylece ganimetin yarısı 1800 hisseye taksim edilmişti. Netice itibâriyle piyadeler bir hisse alırken, süvariler üç hisse almıştı.

Hudeybiye´de bulunduğu halde Hayber´e katılmayan sadece Câbir İbnu Abdillah (  radıyallahu anh) vardı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ona da normal hisse ayırdı.

Ebu Muâviye´nin rivayetine dayanan bu bilgiler ulemâca sahih kabul edilmiştir. Ebu Dâvud, yukarıdaki Mücemmî hadisindeki yanılgıya dikkat çekerek atlı sayısının Mücemmi´in dediği gibi, 300 değil, 200 olduğunu belirtir. Keza atlı 2 değil, 3 hisse almıştır. Biri şahsı için, ikisi atı için.[243]



ـ2ـ وعن سهل بن أبى حَثْمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قَسَّمَ رسول اللّه # خَيْبَرَ نِصْفيْنِ  :  نِصْفاً لِنَوَائِبِهِ وَحَاجَاتِهِ، وَنِصْفاً بَيْنَ المُسْلِمِينَ. فقَسَّمَهَا بَيْنَهُمْ عَلى ثمَانِيَةَ عَشَر سَهْماً[. أخرجه أبو داود .



2. (  1102)- Sehl İbnu Ebî Hasme (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i iki kısma ayırdı  :  Biri vukûa gelecek hâdiseler ve kendi ihtiyacı içindi, öbür kısmı da Müslümanlar arasında taksim etti. Bu kısmı on sekiz hisseye ayırdı." [Ebu Dâvud, Harâc 24, (  3010).][244]



AÇIKLAMA  : 



1- Hattabî, bu hadisten şu hükmü çıkarır  :  "Ganimet olarak arâzi ele geçirilecek olsa, bu da diğer mallar gibi taksime tâbi tutulmaktadır, arada herhangi bir fark gözetilmemektedir."

2- Hayber meselesi, savaşla (  unveten) fethedilen arâzilerle ilgili İslâmî ahkâma örnek teşkil etmiştir. Böyle yerler ganimettir.

Ancak, yukarıdaki ifade ile âyet-i kerimenin hükmü arasında ihtilaf gözükmektedir. Şöyle ki  :  وَاعْلَمُوا اَنَّمَا غنمتمْ من شَئٍ فَان للّه خمسه وللرسول ولذى القربى واليتامى والمساكين وابن السبيل âyet-i kerimesi (  Enfal 41) Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e humsu´l hums, yani "beşte birin beşte biri"ni verirken, yukarıdaki rivayetin zâhirî yarısının Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e ayrıldığını söylemektedir. Bu nasıl olur

Bu soruyu cevaplamak için Hayber´in fethiyle ilgili olarak vârid olan rivayetlerin tamamını görmek gerekir. O zaman müşkil kalkar. Şöyle ki  : 

Hayber denince tek bir şehir hatırlanmamalıdır. Buna bağlı köyler, çiftlikler, kaleler vs. vardı. Hatta onların isimleri bile farklı di  :  Vatîha, Ketîbe, Şakk (  veya Şıkk) Netât, Sülâlim vs.

Bunların hepsi aynı şartlarla fethedilmiş değillerdi. Bir kısmı savaşla fethedilmiş ve ganimet kılınmıştı. Bir kısmı da savaş yapılmadan, -âyet-i kerimenin ifadesiyle üzerlerine at salınmadan (  Haşr 6)- fethedilmişlerdi. Savaşılarak ele geçirilenler humsu (  beşte biri) ayrıldıktan sonra mütebâkisi gâziler arasında taksim edilir idiyse de; sulh yoluyla alınanları, Cenab-ı Hakk´ın irşad buyurduğu şekilde kendi ihtiyaçları, zuhûr eden hâcetler ve Müslümanların umumî maslahatları için harcardı.

Öyle ise, savaşılarak ve sulhla fethedilen parçaların tamamı birden değerlendirilmiş ve görülmüştür ki, bunlar, yarı yarıya denkleşmektedir. Yâni Hayber´e dahil olan kale, köy ve çiftliklerin yarısı savaşla fethedilmiş, diğer yarısı da sulh yoluyla zabtedilmiştir. Şu halde bu iki farklı taksim yarı yarıya olunca sadedinde olduğumuz rivayette görüldüğü üzere, bazı rivayetler nihâî duruma göre nakletmiştir, bazı rivayetler de savaşılarak fethedilen yerlerin taksim durumuna göre meseleyi tasvir etmişlerdir. Anlatıldığı üzere, ortada bir tenakuz mevzubahis değildir. Bu husus, Ebu Dâvud´un aynı babtaki diğer hadislerinde sarih olarak belirtilir.

Beyhâkî tarafından yapılıp, Aliyyu´l-Kârî gibi bazılarınca da benimsenen bu açıklamayı kabul etmeyen İbnu´l-Cevzî bir başka yorum sunar  :  Ona göre  :  Hayber´in tamamı savaşla fethedilmiştir. Ancak, komutan savaşla fethettiği yerlerde şu üç tasarruftan birinde muhayyerdir.

1- Gazilere taksim eder,

2- Taksim etmez, vakfeder,

3- Bir kısmını taksim, bir kısmını vakfeder.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu üç çeşit tatbikata da yer vermiştir  : 

1- Kureyza ve Nadir Yahudilerinin mallarını taksim etmiştir.

2- Mekke´yi taksim etmemiştir.

3- Hayber´in yarısını taksim etmiş, yarısını etmemiştir.

Şunu son olarak kaydedelim ki, rivayetler, meseleyi İbnu´l-Cevzî´nin beyan ettiği tarzda kesip atmaya imkân verecek açıklıkta değildir. Hayber´in fethi kadar Mekke´nin fethi de ulemâyı tereddüde sevketmiştir. Sulh yoluyla mı fethedildi, savaşılarak mı fethedildi Edille´nin ihtilâf ettiği hususlarda kesin hükümden kaçınmak ihtiyata muvafıktır ve ulemanın sünneti de budur.[245]



ـ3ـ وعن شهاب قال  :  ]خَمَّسَ رسول اللّه # خَيْبَرَ ثُمَّ قَسَمَ سَائِرُهَا عَلى مَنْ شَهَدَها، وَمَنْ غَابَ عَنْهَا مِنْ أهْلِ الحُدَيْبِيَةِ[. أخرجه أبو داود .



3. (  1103)- İbnu Şihâb der ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´i beşe taksim edip beşte birini aldıktan sonra geri kalanı, Hudeybiye Seferi´ne katılanlardan Hayber´e iştirak eden ve etmeyenler arasında taksim etti." [Ebu Dâvud, Harâc 24, (  3019).][246]



AÇIKLAMA  : 



Âlimler, Hudeybiye Sulhü üzerine nâzil olan Fetih sûresinin 20. âyetinda vâdedilen "bol ganimet"in Hayber olduğunu söylerler. Müslümanlar, Hudeybiye Sulhü´nü yaparak Zilhicce ayında döndükten sonra Medine´de 20 gece -veya buna yakın bir müddet- geçirirler. Sonra Muharrem ayında, fethetmek üzere Hayber´e hareket ederler.

Gerekli açıklamalar önceki rivayette geçmiştir.[247]



ـ4ـ وعن ابن الزبير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]ضَرَبَ رسول اللّه # عَامَ خَيْبَرَ لِلزُّبَيْرِ أرْبَعََةَ أسْهُمٍ  :  سَهْمٌ لِلزُّبَيْرِ، وَسَهْمٌ لِذِى الْقُرْبى لِصَفِيَّةَ بِنْتِ عَبْدِ المُطَّلِبِ أمِّ الزُّبَيْرِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما، وَسَهْمَانِ لِلفَرَسِ[. أخرجه النسائى .



4. (  1104)- İbnu´z Zübeyr (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber (  fethedildiği) sene, (  babam) Zübeyr´e dört hisse ayırdı. Bir hisse Zübeyr için, bir hisse zilkurbâ [ya giren Abdulmuttalib´in kızı ve Zübeyr´in annesi olan Safiyye (  radıyallahu anhümâ)] için, iki hisse de atı için." [Nesâî, Hayl 17, (  6, 228  ).][248]



AÇIKLAMA  : 



Hadis, ganimette atlıya verilecek hissenin miktarını tesbitte hüccet kılınmıştır. Atlı, atı sebebiyle iki hisse almaktadır. Bir de şahsî hisse olmak üzere toplam üç hisse yapmaktadır. Zübeyr (  radıyallahu anh)´in annesi Safiyye (  radıyallahu anhâ) hatun için ayrılan hisse, zilkurbâ kaleminden ayrılmaktadır. Zîra Safiyye hatun, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın halasıdır. Âyet-i kerime ganimetten ayrılacak hisseleri sayarken zilkurbâ adıyla Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in yakınlarını da zikretmiştir (  Haşr 7). Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e ve yakınlarına sadaka ve zekât gelirleri haram kılınmış, fey ve ganimetten elde edilen gelirlerden pay ayrılmıştır.[249]



ـ5ـ وعن حَشْرَجَ بن زياد عن جدته أمّ أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْها ]أنَّهَا خَرَجَتْ معَ رسول اللّه # في عَزَاةِ خَيْبرَ سَادِسَةَ سِتِّ نِسْوَةٍ. قالتْ  :  فَبَلَغَ ذلِكَ رسول اللّه # فَبَعَثَ إلَيْنَا فَجِئْنَا فَرَأيْنَا فيهِ الْغَضَبَ فقَالَ  :  مَعَ مَنْ خَرَجْتُنَّ؟ وَبِإذْنِ مَنْ خَرَجْتُنَّ. فَقُلْنَا  :  خَرَجْنَا نَغْزِلُ الشَّعْرَ وَنُعِينُ بِهِ في سَبِيلِ اللّهِ،

وَنُنَاوِلُ السِّهَامَ، وَمَعَنَا دَوَاءٌ لِلْجَرْحَى؟ وَنَسقِى السَّوِيقَ. قَالَ  :  أقِمْنَ إذاً  :  فَلَمَّا فَتَحَ اللّهُ تَعالى خَيْبَر أسْهَمَ لَنَا كَمَا أسْهَمَ لِلرِّجَالِ. قال  :  فَقُلْتُ يَا جَدَّةُ مَا كانَ ذلِكَ؟ قالتْ تَمْراً[. أخرجه أبو داود .



5. (  1105)- Haşrec İbnu Ziyâd´ın babaannesinden (  radıyallahu anhâ) anlattığına göre, babaannesi (  Ümmü Ziyâd el-Eşceiyye) Resûllulah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte altı kadından biri olarak Hayber Gazvesine katılır. Kadın der ki  :  "Bizim de iştirak ettiğimiz Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a ulaşınca Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) bizi yanına çağırttı. Gittik. Yüzünde öfke okunuyordu. Bize  :  "Kiminle çıktınız, kimin izniyle çıktınız " diye çıkıştı. Biz  : 

"Yün eğirip onunla Allah yolunda yardımcı oluruz. Okları (  toplar gazilere) veririz, diye çıktık. Ayrıca yanımızda yaralıları tedavi için ilaç var, yemek de yaparız" dedik. Bunun üzerine  :  "Öyleyse kalın!" buyurdu.

Cenâb-ı Hakk Hayber´in fethini müyesser kılınca, bize de ganimetten, tıpkı erkeklere olduğu gibi pay ayırdı."

Haşrec der ki  : 

"Ey babaanneciğim, bu verilen ne idi " diye sordum.

"Hurma idi" diye cevap verdi." [Ebu Dâvud, Cihâd 152, (  2729).][250]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayet, sefere katılan kadınların da erkeklerle eşit olarak hisse aldıklarını ifade etmektedir. Ancak bu rivayet isnâd yönüyle zayıf olduğu için, amele esas olmamıştır. Ulemâ büyük çoğunluğuyla savaşa iştirak eden köle, kadın ve çocukların muhariplerle eşit seviyede ganimete iştirak edemeyeceklerine hükmetmiştir. Bunlara bahşiş nev´inden, miktarı komutanın takdirine bırakılan bir şeyler verilir. Mamafih, "Verilen ne idi " sorusuna aldığı "Hurma!" cevabından hareket eden bâzı âlimler şu te´vili yaparlar  :  "Kadın burada, "Bize de erkeklere verilen şeyden verildi" demek istemiştir, miktarı kastedmemiştir. Cevapta, "Erkeklerle eşit miktarda pay aldık" mânası mevcut değildir." Ancak, hadisin zâhiri, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hurmanın bir kısmını kadın ve erkek arasında eşit olarak pay ettiğini ifade etmektedir. Hattâbî, Evzâî´nin savaşa katılan kadınların da hisse sâhibi olduklarına hükmettiğini belirttikten sonra bu hadisi delil kılmış olabileceğine dikkat çeker.[251]



ـ6ـ وعن عمير مولى آبى اللحم قال  :  ]شَهِدْتُ خَيْبَرَ مَعَ سَادَانِى فَكَلَّمُوا فىَّ رسول اللّهِ # فَقُلِّدْتُ سَيفاً فأخبِرَ أنَّنِى مَمْلُوكٌ فَأمَرَ لِى بِشَئٍ مِنْ خُرْثِىِّ المَتَاعِ وَعَرضْتُ عَلَيْهِ رُقْيَة كُنْتُ أرْقى بِهَا المَجَانِينَ فَأمَرَنِى بِحبْسِ بَعْضِهَا وَطَرْحِ بَعْضِهَا[. أخرجه أبو داود والترمذى.»خرثى المتاع« أثاث البيت .



6. (  1106)- Umeyr Mevlâ Âbî´l-Lahm (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Efendilerimle birlikte Hayber Gazvesi´ne katıldım. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a benden bahsettiler ve benim köle olduğumu söylediler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da bana kılıç kuşatmalarını emretti. Bana kılıç kuşatıldı. (  Ancak yaşça küçük olmam ve boyumun kısalığı sebebiyle) kılıcı yerde sürüyordum. Sonra Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) bana ev eşyası verilmesini emretti. Delileri tedavi için okuduğum bir rukyeyi (  afsunlama duası) (  kontrol ettirmek için) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a arzettim. Bir kısmını atıp, diğer bir kısmını muhâfaza etmemi emretti." [Tirmizî, Siyer 9, (  1557); Ebu Dâvud, Cihad, (  2730). İbnu Mâce, Cihâd 37, (  2855).][252]



AÇIKLAMA  : 



1- Teysir´deki metinde bazı eksiklikler var. Tercümede Tirmizî´nin metnini esas aldık.

2- Bu rivayette iki ayrı mesele var  : 

1) Kölenin savaşa katılması ve yaşça küçük bile olsa, savaşmayı öğrenmesi için kılıç verilmesi, savaşa katıldığı için pay ayrılmayıp, değerce düşük bir ev eşyası ile mükâfaatlandırılması. Hadis, bu kısmı ile, bilhassa kölenin savaşa katılması hâlinde ganimetten pay alamayacağını ifade eder.

2) Rivayetin ikinci kısmı farklı bir meseleye temas etmektedir  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) afsunlamak suretiyle, hastaların tedavisine müsaade etmekte ve fakat, cahiliye devrinden intikal eden duaları kontrolden geçirmektedir. İslâm akidesine uymayan lâfızları, cümleleri, put, cin, şeytan isimlerini, mânasız kelimeleri çıkarmaktadır. Bu rivayette, söylediğimiz husus vâzıh değilse de başka rivâyetler meseleyi açıklığa kavuşturur. Burada Umeyr´in afsunlama ile tedavide bulunduğu duasını kontrol ettirmek üzere Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e okuduğu, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu câhiliye duasından bazı kısımları İslâm akîdesine uygun bulmayıp çıkarmasını söylediği, diğer bir kısmında, mahzur görmeyerek orayı okumasına izin verdiği anlaşılmaktadır.

4022 numaralı hadiste daha geniş bilgi sunacağız.[253]



ـ7ـ وعن الزهرى قال  :  ]أسْهَمَ رسولُ اللّه # لِقَوْمٍ مِنَ الْيَهُودِ قَاتَلُوا مَعَهُ[ أخرجه الترمذى .



7. (  1107)- Zührî anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), kendisiyle birlikte savaşmış olan Yahudilerden bir gruba, ganimetten pay ayırdı." [Tirmizî, Siyer 10, (  1558  ).][254]



AÇIKLAMA  : 



Tirmizî, bu rivayeti "Müslümanlarla birlikte savaşan zımmîler hakkında gelen hüküm  :  Ganimete iştirak ettiler mi " başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Bu babta, esas itibariyle mü´minlerin gayr-ı müslimlerden, savaş sırasında yardım istemeyeceği, onların yardımlarına müstağni olduklarını ifade eden rivayetler kaydedilir. Savaşta düşmana karşı zımmîlerden yardım istememek esas olmakla birlikte, savaşa katılan bulunması halinde, çoğunlukla âlimler, zımmîlere ganimetten pay verilmeyeceği hükmünü benimsemiştir. Bâzıları ise onlara da pay verilmesi gerektiğine hükmetmiştir.

Şu hâlde sadedinde olduğumuz, Zührî´nin mürsel rivayeti bu görüşü aksettirmektedir. Ancak râcih görüş önceki görüştür, yâni ehl-i zımmîye, Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşsa bile ganimetten pay ayrılmaz. Hadisciler, Zührî´nin mürsellerine fazla itibar etmezler ve zayıf olduğunu söylerler. Bilfarz sıhhatine hükmedilmesi hâlinde bundan maksadın ganimetten ayrılan sehim olmayıp, hediye ve bahşiş nev´inden verilen radh´a hamledilmiştir. Radh "azıcık ihsan" demektir.

Netice olarak kadın, çocuk köle, ve zımmîye ganimetten pay ayrılmaz. Ayrıldığına dair gelen rivayetler radh´a hamledilir.[255]



ـ8ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قَدِمْتُ عَلى رسولِ اللّه # في نَفَرٍ مِنَ ا‘شْعَرِيِّينَ بَعْدَ أنِ افْتَتَحَ خَيْبَرَ فَقَسَمَ لَنَا وَلَمْ يَقْسِمْ ‘حَدٍ لَمْ يَشْهَدِ الْفَتْحَ غَيْرَنا إَّ أصْحَابَ سَفِينَتِنَا جَعْفَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأصْحَابَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذى .



8. (  1108  )- Ebu Musa (  radıyallahu anh) anlatıyor  : 

"Hayber´in fethinden sona bir grup Eş´arî ile Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına geldik. Ganimetten bize de pay vardı. Halbuki (  Habeşistan´dan dönmüş olan) gemi arkadaşlarımız Ca´fer (  radıyallahu anh) ve arkadaşları hâriç, Hayber Gazvesi´ne fiilen iştirak etmeyen kimseye pay ayırmamıştır." [Ebu Dâvud, Cihad 151, (  2725); Tirmizî, Siyer 10, (  1559).][256]



AÇIKLAMA  : 



Hayber´in fethinden sonra, ganimet taksimi sırasında Habeşistan´dan geri dönmekte olan muhâcirlerden, hâdisenin râvisi Ebu Musâ´ nın da bulunduğu bir grup Hayber´de Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a rastlarlar. Ebu Dâvud´un rivâyetinde "ganimet taksimine tevafuk ettik" der. Rivayetteki farklılığa göre Ebu Musa  :  "Ganimet taksimine bizi de dahil etti" veya "Ganimetten bize de verdi" demiştir.

Hattâbî, bunlara verilen payın Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın tasarrufunda olan humustan olması gerektiğini söyler. Ancak, diğer askerlerin rızası ile, ganimet taksimine, aynen savaşa katılanlar gibi iştirak ettirilmiş olabileceklerini söyleyenler de olmuştur. Musa İbnu Ukbe, Megazi´sinde bu hususta kesin kanaat sahibidir. Mamafih ganimetin toplanmasından sonra ve taksiminden önce gelmiş olmaları sebebiyle, ganimetin tamamından bunlara pay ayrılmış olabileceğini söyleyenler de olmuştur. Şâfiî´nin bu meseledeki iki görüşünden biri budur.[257]



ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ رسولَ اللّه # قامَ  :  يعنِى يَوْمَ بدرٍ فقَالَ  :  إنَّ عُثْمَانَ انْطَلقَ في حَاجَةِ اللّهِ

وَحَاجَةِ رسُولِهِ #، وَإنِّى أبَايِعُ لَهُ، فَضَرَبَ لَهُ رسولُ اللّهِ # بِسَهْمٍ وَلَمْ يَضْرِبْ ‘حَدٍ غَابَ عَنْهُ غَيْرَهُ[. أخرجه أبو داود .



9. (  1109)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gün -yani Bedir Savaşı günü- kalkıp şöyle buyurdu  : 

"Muhakkak ki Osman Allah´ın ve Resûlü (  aleyhissalâtu vesselâm)´ nün rızasına uygun bir hizmet sebebiyle gelmiştir. Ben onun adına bey´at akdediyorum." Sonra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ganimetten hisse ayırdı. Savaşa katılmayan onun dışında kimseye hisse vermedi." [Ebu Dâvud, Cihad 151, (  2726).][258]



AÇIKLAMA  : 



1- Rivayette geçen "yâni Bedir Savaşı günü" ibaresi râvilerden biri tarafından ilâve edilen açıklayıcı bir derctir. Ancak hadiste bir işkâl mevzubahis. Çünkü, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in Hz. Osman (  radıyallahu anh) adına bey´at akdi sâdece Hudeybiye´de cereyan etmiştir. Mekkelilere elçi olarak giden Hz. Osman´ı müşrikler tevkif etmişti ve hatta Müslümanlar arasında öldürüldüğüne dair şâyia bile çıkmıştı. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) sefere katılan bütün Müslümanlardan biat almıştı. Sıra Hz. Osman´a gelince, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) sağ elini göstererek, "Bu, Osman´ın elidir" der ve diğer eline koyarak onun adına biat akdeder.

Bedir´de böyle bir biat olmamıştır. Ancak Hz. Osman´ın Bedir´deki durumu farklıdır. Şöyle ki  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın muhterem kerimeleri Rukiyye (  radıyallahu anhâ) hasta idiler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Rukiyye´nin refiki olan Hz. Osman´ı Medine´de bırakarak Rukiyye ile ilgilenmesini taleb eder. Osman´a  :  إِنَّ لَكَ اَجْرُ رَجُلٍ مِمَّنْ شَهِدَ بَدْرًا وَسَهْمُهُ

"Sana, Bedir´e katılanların sevabı ve ganimet payı aynen verilecektir" buyurur.

Şu halde yukarıdaki rivayette bir karışıklık gözükmektedir.

2- Bedir Savaşı´na katılmadığı halde ganimetten pay ayrılan yegâne şahıs Hz.Osman´dır. Bu da onun bizzat Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından kızı Rukiyye´nin tedavisiyle meşgul olmak üzere Medine´de kalmakla tavzif edilmesine mebnidir.

3- Bu hadisten hareketle, imamın verdiği bir vazife sebebiyle savaşa katılamayana ganimetten pay ayrılabileceğine hükmedilmiştir. İmama ait olmayan bir iş sebebiyle savaşa katılamayan kimseye ganimetten pay ayrılmayacağı hükmünde Şâfiî, Mâlik, Evzâî, Sevrî, Leys ittifak ederler.

Ebu Hanife ve ashâbı, bu meselede şöyle derler  :  "Ganimet dar-ı İslam´a celbedilmezden önce orduya katılana ganimetten pay ayrılır."[259]



ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قالَ رسولُ اللّه #  :  أيُّمَا قَرْيَةٍ أتَيْتُمُوهَا أوْ أقَمْتُمْ فِيهَا فَسَهْمُكُمْ فِيهَا، وَأيُّمَا قَرْيَةٍ عَصَتِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فإنَّ خُمُسَهَا للّهِ وَرَسُولِهِ وَهِىَ لَكُمْ[. أخرجه مسلم وأبو داود .



10. (  1110)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Hangi bir köye varır da orada ikâmet ederseniz, hisseniz oradadır. Hangi bir belde de Allah ve Resûlü´ne isyan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Resûlü´ne aittir ve o (  geri) kalan) da sizindir." [Müslim, Cihâd 47, (  1756); Ebu Dâvud, Harâc 29, (  3036).][260]



AÇIKLAMA  : 



Burada iki ayrı cümle var ve her ikisinde karye kelimesi geçmektedir. Birinci karye´yi köy, ikinciyi belde olarak tercümeyi uygun bulduk.

Kadı İyaz, Müslim şerhinde, birinci cümledeki karye -ki köy diye tercüme ettik- ile savaş yapılmadan sulh yoluyla fethedilen yerlerin yani fey´in, ikinci karye ile savaşla alınmış olan yerin, yani ganimetin kastedilmiş olabileceğini belirtir. Hadiste geçen "O da sizindir" ibâresi beşte biri alındıktan sonra "geri kalan" demektir.

Fey´in ganimet gibi beşe taksim edilmeyeceği görüşünde olanlar bu hadisle ihticac ederler.

İbnu´l-Münzir  :  "Fey´in de beşe bölüneceğini, Şâfiî´den önce söylemiş bir fakih bilmiyoruz" der.

Hattâbî der ki  :  "Bu hadiste, savaşla alınan arâzinin hükmü, diğer ganimet mallarının hükmüne tâbi olacağına dâir delil mevcuttur. Yani arâzi de beşe bölünür, beşte biri ehl-i hums denen Kur´ân´da belirtilen (  Enfal 11) harcama kalemlerine ayrılır. Beşte dördü de -ele geçirilen diğer para ve emvâl gibi- savaşa katılan gaziler arasında pay edilir.[261]



ـ11ـ وعن رافع بن خديج رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # يَجْعَلُ في قَسْمِ الْغَنَائمِ عَشْراً مِنَ الشَّاءِ بِبَعِيرٍ[. أخرجه النسائى .



11. (  1111)- Râfi´ İbnu Hadîc (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ganimet taksiminde on keçiyi bir deveye bedel tutardı." [Nesâî, Dahâyâ 15, (  7, 221).][262]



AÇIKLAMA  : 



Nesâî, bu hadisi şu başlığı taşıyan babta kaydeder  :  "Deve kaç kurbanın yerine geçer " Hadis bir devenin on keçiye bedel olduğunu ifade etmektedir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ganimet taksiminde bir deveye karşı keçiyi eşit tutmuştur. İshak İbnu Râhuye bu hadisle amel etmiştir. Ancak diğer âlimler bunun mensuh olduğunu söylerler. Zîra umumiyetle benimsenen esahh rivayetler devenin de sığırda olduğu üzere yedi kurban sayılacağını ifade etmektedir.

Aliyyü´l-Kârî, hadisin neshine değil, sahih hadisle teâruzuna hükmetmenin daha uygun olduğunu belirtir.[263]



ـ12ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # يُنفِّلُ بَعْضَ مَنْ يَبْعَثُ مِنَ السَّرَايَا ‘نفُسِِهِمْ خَاصَّةً سِوَى قِسْمَةِ عَامَّةِ الجَيْشِ[.زاد في رواية  :  وَالخُمُسُ في ذلكَ كُلِّهِ وَاجِبٌ. أخرجه الثثة وأبو داود .



12. (  1112)- Abdullah İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazveye gönderdiği kimselerden bâzılarına, umumî ganimet taksiminden düşecek hisseden ayrı olarak, şahıslarına ait olmak üzere (  bir nevi armağan olmak üzere) fazladan ganimet verirdi." [Buhârî, Hums 15, Meğâzî 57; Müslim, Cihâd 35, (  1749); Muvatta, Cihâd 15, (  2, 450); Ebu Dâvud, Cihâd 35, (  2741-2746).][264]



AÇIKLAMA  : 



Bilindiği üzere ganimet belli bir prensibe gören taksim edilmektedir. Beşte biri (  hums) Allah ve Resûlü´ne, geri kalan dördü de gazilere (  süvâriye üç, piyadeye bir hisse şeklinde) müsavî olarak taksim edilir. Bu rivâyet savaşta şu veya bu şekilde başarı gösteren veya müessir hizmet verenleri Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in hususî şekilde mükâfaatlandırdığını göstermektedir. Bu hal, şüphesiz kaabiliyet sahiplerini, şecaat sâhiplerini, gayret sahiplerini teşvike, memnun kılmaya müteveccih bir davranıştır. Verilen bu hususî armağan, yerine göre maddî yönden fazla bir değer taşımasa bile kadirşinaslığın bir delili, hususî surette gösterilmiş olan ziyade başarının takdir edildiğine maddî bir delil olur. Günümüzde bu, nişan, madalya, şilt gibi değişik isimler altındaki tercihlerle müesseseleştirilmiştir. Kaldı ki, değer yönüyle tatmin edici armağanlar da verilmektedir. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in bu neviden bağışta bulunduğu anlaşılmaktadır.

Bu mevzu ile ilgili olarak farklı yorumlar ileri sürülmüştür  : 

* Amr İbnu Şuâyb  :  "Böyle bir armağanı vermek sâdece Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e aittir" demiştir.

* İmam Mâlik, komutanın teşvik için önceden böyle bir şart koşmasını mekruh addeder, "Bu, cihâdı Allah rızası için değil, dünyalık için yapmak olur" der.

* Ulemanın kâhir ekseriyeti bunun cevazında, meşru olduğunda ittifak eder.

Ancak, taksim dışı verilecek bu armağan (  nefl) nereden verilmiştir İşte bu sorunun cevabında ihtilâf edilmiştir. Ganimetin -taksim edilmezden önceki- aslından mı, humus´tan mı, humsu´lhums´dan mı veya humus dışı kaynaktan mı

* Şâfîler ilk üç kaynağı söylerler. Onlara göre makbul görüş de humsu´lhums´tan olmasıdır. Yani ganimet taksim edilip, hums´u alınca, hums´un harcanacağı beş harcama kaleminden birincisinden olmalıdır. Ayet-i kerime hums´a sırayla şu harcama kalemlerini gösterir  : 

1- Allah ve Resûlü,

2- Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in yakınları,

3- Yetimler,

4- Düşkünler,

5- Yolcular (  Enfal 41). Humsu´lhumstan murad, umumiyetle birinci kalemdir.

* Evzâî, Ahmed İbnu Hanbel, Ebu Sevr ve daha başkaları, bu armağanın (  nefl) ganimetin aslından olduğunu söylemiştir.

* İmam Malik ve bir grup âlim  :  "Nefl verilecekse mutlaka humus´ tan olmalıdır"demiştir.

* Hattâbî  :  Bu konuda gelen ahbarın ekseriyeti nefl´in ganimetin aslından olması gerektiğine delâlet eder" der. Fakat kendisi humsa meyleder.

* İbnu Abdilberr  :  "İmam, şu veya bu sebeple askerlerden bâzılarını mükâfaatlandırmak isterse, bunu, humstan yapar. Ancak, ordunun bir parçası hususî bir başarı gösterir, ganimet elde eder de komutan bunları mükâfaatlandırmak isterse, bu takdirde üçte biri geçmemek kaydıyla, onların elde ettiklerinden kendilerine mükâfaat verebilir" der.[265]



ـ13ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]نَفَّلَنِى رسُولُ اللّه # يَوْمَ بَدْرٍ سَيْفَ أبِى جَهْلٍ دُونَ الَّذِى كانَ قَتَلَهُ[. أخرجه أبو داود .



13. (  1113)- İbnu Mes´ud (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Bedir günü, Ebu Cehl´in kılıncını bana armağan etti. Ebu Cehl´i, İbnu Mes´ud öldürmüş idi." [Ebu Dâvud, Cihâd 150, (  2722).][266]



AÇIKLAMA  : 



Bedir Savaşı sırasında yaralı düşmüş olan Ebu Cehl´in kafasını ibnu Mes´ud koparmış idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu sebeple Ebu Cehl´in kılıncını seleb kabul ederek ganimet gibi taksime dahil etmemiştir. Zîra "seleb öldürenindir" kaidesini koymuştur. Yani, savaş sırasında, bir gâzi belli bir şahsı öldürür ve bunu isbatlarsa, öldürülen kâfirin seleb´i (  üzerinde çıkan işe yarar malzeme, para, silah vs.) öldürenin olur, bu diğer ganimetin mallarına katılarak umumî taksime tabi tutulmaz (  1117. hadiste gelecek). İşte Ebu Cehl´i İbnu Mes´ud öldürdüğü için onun kılıcı ganimet değil "seleb" kabul edilmiştir.

Ulemâ bu rivayete dayanarak, "yaralıyı öldüren de, onu öldürmüş sayılarak "seleb"e hak kazanır" hükmünü koymuştur. Esasen Ebu Cehl´i yaralayıp yıkan Muâz İbnu Amr İbnu Cemûh ve Muâz İbnu Afrâ´dır. İbnu Mes´ud kafasını koparmıştır.

"Ebu Cehl´i İbnu Mes´ud öldürmüş idi" cümlesi, râvilerden bir ilâve kabul edilir. Ancak, İbnu Mes´ud´un, -ilmu´lbeyanda iltifat denen- başka bir üsluba dökülmüş şahsî sözü de olabilir.[267]



ـ14ـ وعن أبى الجُوَيْرِيةِ الجرمى قال  :  ]أصَبْتُ بأرْضِ الرُّومِ جَرَّةً حَمْرَاءَ فِيهماَ دَنَانِيرُ في إمْرَةِ مُعَاوِيَةَ، وَعَلَيْنَا رَجُلٌ مِنَ الصَّحَابَةِ مِنْ بَنِى سُلَيْمٍ فَقَسَمَهَا بَينِى وَبَيْنَ المُسْلِمِينَ وَأعْطَانِى مَثْلَ مَا أعْطى رَجًُ مِنْهُمْ. ثُمَّ قَالَ  :  لَوَْ أنِّى سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقُولُ  :  َ نَفْلَ إَّ بَعْدَ الخُمُسِ ‘عْطيتُكَ، ثُمَّ أخَذَ يَعْرِضُ عَلىَّ مِنْ نَصِيبِهِ فأبَيْتُ[. أخرجه أبو داود .



14. (  1114)- Ebu´l-Cüveyriyye el-Cermî (  rahimehullah) anlatıyor  :  "Rum diyarında içinde dinar bulunan kırmızı bir küp ele geçirdim. Bu sırada emîr, Hz. Muâviye (  radıyallahu anh) idi. Başımızda da komutan olarak, Hz. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından, Ma´n İbnu Yezid (  radıyallahu anh) adında Benî Süleym´den biri vardı. Küpü ona getirdim. O altınları Müslümanlara taksim etti. Bana da, öbürlerine verdiği kadar bir pay verdi. Sonra da, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Nefl (  armağan) ancak hums´tan sonra olur" dediğini işitmemiş olsaydım sana (  daha fazla) verirdim" dedi. Sonra bana, kendi hissesinden bağışta bulundu." [Ebu Dâvud, Cihâd 160, (  2753, 2754).][268]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayet, nefl´in yani armağanın ganimetten verileceğini ifade etmektedir. Hadiste ele geçirilen küp, savaşılarak (  anveten) alınmış değildir, yani ganimet değildir. Âlimler bunun fey olduğunu tasrih ederler. Fey´de ise humus yoktur, nefl de yoktur. Nefl´in de kıtâlde olacağı belirtilmiştir. Komutan, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Nefl ancak humustan sonra olur" sözüne binâen nefl (  armağan) vermekten sarf-ı nazar etmiştir. Şu halde komutan, bu hadis sebebiyle Ebu´l-Cüveyriye´ye bulduğu dinarlardan armağan vermemiştir. Çünkü, komutan, bu hadisten, nefl´in ganimetten humus alındıktan sonra, -gaziler arasında taksim edilecek olan- geri kalan beşte dörtten verileceğini istidlâl etmiştir. Nitekim bu istidlâle, Ebu Dâvud´da tahric edilmiş olan Habib İbnu Mesleme el-Fıhrî hadisi de destek olmaktadır  :  كَانَ رسُولُ اللّهِ # يُنَفِّل الثُّلُثَ بََعْدَ الخُمْسِ

"Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ganimetten humus alındıktan sonra, geri kalanın üçte birini (  liyâkat kesbedenlere) armağan olarak (  nefl) verirdi." Bu rivayete göre, ganimetin beşte dördünün üçte bir miktarına kadarı nefl olarak ayrılabilecektir. Evzâî ve Mekhûl (  rahimehumullah) nefl´in bu üçte bir nisbetini geçmemesi gerektiğini söylemiş ise de Şâfiî hazretleri  :  "Buna kesin bir had konamaz, imamın içtihad ve takdirine kalmıştır" demiştir.

Nefl ile alâkalı rivayetlerin farklılığı ve buna binâen ulemânın ihtilâflı görüşleri ileri sürmüş olduğunu göstermek için, Yine Habib İbnu Mesleme el-Fıhrî´den Ebu Davud´da kaydedilen bir rivayete daha dikkat çekelim  :  شَهِدْتُ النَّبِىَّ # نَفَلَ الرُّبُعَ فِي الْبَدْأةِ وَالثُّلُثَ فِى الرَّجْعَةِ

"Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bidayette dörtte bir, (  ikinci) dönüşte de üçte biri nefl ettiğine şâhid oldum."

Bazıları bu rivayette geçen bed´e (  başlangıç) kelimesini "savaşa giderken", rec´a kelimesini de "savaş dönüşü" diye anlamış ise de, Hattâbî "bed´e"yi "düşmanla birinci karşılaşma" olarak anlar, "rec´a"yı da, "düşmana ikinci sefer saldırma" diye anlar. Böyle olunca, kendi ifadesiyle, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ilk karşılaşmada -daha dinç, daha zinde olmaktan başka- düşmana saldırma hususunda daha çok arzu ve şevkle dolu olan askere bu ilk saldırının ganimetinden dörtte bir nisbetinde armağanda (  nefl) bulunmakta, birinci saldırıdan sonra yorulmuş ve daha ziyade vatanına dönme arzusuna düşmüş askerleri, birinci saldırının dersiyle teyakkuz ve tedbire geçen düşmana daha zor ve daha tehlikeli olan ikinci sefer saldırma hususunda daha müşevvik olmak maksadıyla ganimetten daha fazla -yani üçte bir- nisbetinde armağanda bulunmuştur.[269]



ـ15ـ وعن سعد بن أبى وقاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أعْطى رسولُ اللّهِ # رَهْطاً وَأنَا جَالِسٌ فَتََرَكَ مِنْهُمْ رَجًُ هُوَ أعْجَبَهُمْ إلىَّ. فقُلْتُ مَالَكَ عَنْ فُنٍ؟ وَاللّهِ إنِّى ‘رَاهُ مُؤمِناً. فقَالَ رسولُ اللّه #  :  أوَ مُسْلِماً. ذَكَرَ ذلِكَ سَعْدٌ ثَثاً فَأجَابَهُ بِمِثْلِ ذلِكَ. ثُمَّ قالَ  :  إنِّى ‘عْطِى الرَّجُلَ. وَغَيْرُهُ أحَبُّ إلىَّ مِنْهُ خَشْيَةَ أنْ يُكَبَّ في النَّارِ عَلى وَجْهِهِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.



15. (  1115)- Sa´d İbnu Ebî Vakkas (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ben yanında otururken, bir grub insana ihsanda bulundu. Ancak onlardan benim daha çok hoşlandığım birine hiçbir şey vermedi. Ben  :  "Falanca ile aranızda ne var (  ona niye vermedin) Allah´a kasem olsun, ben onu mü´min görüyorum!" dedim. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Müslüman (  görüyorum de!)" buyurdu. Sa´d (  dayanamayıp) bu kanaatini üç kere söyledi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da her seferinde aynı şekilde karşılıkta bulundu. Sonuncu sefer şunu ekledi  :  "Ben, nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunurum (  ihsanda bulunmam sevgime ölçü değildir)" [Buharî, Zekât 3, İman 53; Müslim, İman 236, (  150), Ebu Dâvud, Sünnet 16, (  4685); Nesâî, İman 7, (  8, 103, 104).][270]



AÇIKLAMA  : 



1- Bazı açıklamalarda Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihsanda bulunmadığı şahıs Cuayl İbnu Sürâka el-Gıfârî´dir. Ashab-ı Suffa´dandır. İlk Müslüman olanlardan olup Uhud´a katılmıştır. Benî Kureyza Gazvesi´nde gözünden isabet almıştır. Çirkin yüzlüdür. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın övgüsüne mazhar olmuş sahabilerdendir. Maddî bakımdan fakirdir. Benî Müstalik Seferi sırasında Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), Cuayl´i Medine´de vekil bırakmıştır.

2- Bir rivayette, yukarıdaki hâdise şöyle nakledilir  : 

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a  : 

"Akra´ İbnu Hâbis, Uyeyne İbnu Hısn (  gibilere) yüz deve verdin de (  gerçekten muhtaç olan) Cuayl´e vermedin!" dendi de, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi  : 

"Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin olsun Cuayl, yeryüzü dolusu Uyeyne ve el-Akra´ gibilerden daha hayırlıdır. Ancak ben, Müslüman olmaları için bu ikisinin kalbini kazanmaya çalıştım."

Bu rivayet, Said İbnu Ebî Vakkas (  radıyallahu anh)´ın anlatığı vak´ anın, Huneyn Savaşı´nda elde edilen ganimeti dağıtırken, Mekke fethiyle yeni Müslüman olanlara, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in onları İslâm´a kazanmak için -ganimet tevziindeki mutad kaidenin dışına çıkarak- bol bol vermesi hâdisesiyle ilgisini göstermektedir. Ancak Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihsanda bulunduğu kimseler, bu sonuncu rivayette zikredilen iki kişiden ibaret olmamalıdır. Nitekim hadiste geçen raht, sayıca ondan aşağı, üçten fazla ve kadın bulunmayan cemaat demektir. Mamafih müteakiben gelecek olan 1116 numaralı hadis de bir fikir verecektir.

3- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in "Mü´min deme, "müslim" de!" şeklindeki müdâhalesini bazı âlimler  :  "İman, gaybî bir durumdur, halini iyice araştırmadan bu hususta kesin bir hüküm vermektense ihtiyatlı davranıp, zahirî duruma göre hükmetmek daha uygundur." "Müslim" hükmü zâhire göredir, binaenaleyh böyle demek, ihtiyatlı olmaya daha uygundur" diye yorumlamışlardır.

4- Gerçek vak´a şudur  :  Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) müellefe-i kulûb´ten olan bir gruba bol bol verip de Cuayl´e vermeyince Sa´d İbnu Ebî Vakkas (  radıyallahu anh) gerek fakirlik ve gerekse iman durumunu çok iyi bildiği bu zâta vermeyişine tahammül edemeyerek, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip -bir rivayette gizlice- "Buna niye vermiyorsun, vallahi ben onu mü´min biliyorum" diye hatırlatma ve şehâdette bulunur.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "Müslim biliyorum de!" şeklindeki cevabını tatminkâr bulamayan Sa´d, taleblerini tekrarlar. Bu ısrar karşısında Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) en sonunda Cuayl´in nazarındaki değerini ve ona vermeyişinin asıl sebebini açıklar  :  "Ben nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezden, yüz üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunuyorum!"

Bu cevapla Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) hem Cuayl (  radıyallahu anh)´e olan sevgisini, hem de öbürlerinin irtidâd etmesinden korktuğunu ifade etmiş olmaktadır. Nitekim bu siyâset sayesinde, maddî kazanç cazibesiyle İslâm´a giren pekçok kimse, bilâhere İslâm´ı samimiyetle benimsemişler, kritik anlarda irtidada tevessül etmemişlerdir.[271]



ـ16ـ وعن رافع بن خُدَيْجٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أعْطى رسول اللّه # أبَا سُفْيَان ابْن حَربٍ يَوْمَ حُنَيْنٍ، وَصَفْوَانَ بنَ أُمَيَّةَ وَعُيَيْنَةَ بنَ حِصْن، وَا‘قْرَعَ بنَ حَابِسٍ وَعَلْقَمَةَ بنَ عَُثَةَ كُلَّ إنْسَانٍ مِنْهُمْ مِائَةً مِنَ ا“بْلِ، وَأعْطى

عَبَّاسَ بنِ مِرْدَاسٍ دُونَ ذلِكَ. فقَالَ عَبَّاسُ بنُ مِرْدَاسٍ في ذلِكَ شِعْراً.أتَجْعَلُ نَهْبِى)ـ1(  وَنَهْبَ الْعَبيد ِبَيْنَ عُيَيْنةَ وَا‘قْرَعِوَمَا كانَ حِصنٌ وََ حَابسٌيَفُوقَانِ مِرْدَاسَ في مَجْمَعِوَمَا كُنْتُ دُونَ امْرئٍ مِنْهُماوَمَنْ تَخْفِضِ الْيَوْمَ َ يُرْفَعِفأتَمَّ لَهُ رسولُ اللّهِ # مِائَةً[. أخرجه مسلم .



16. (  1116)- Râfi´ İbnu Hadîc (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn günü Ebu Süfyân İbnu Harb, Savfân İbnu Ümeyye, Uyeyne İbnu Hısn, Akra´ İbnu Hâbis ve Alkame İbnu Ulâse´den herbirine yüzer deve verdi. Abbâs İbnu Mirdâs´a ise daha az verdi. Bunun üzerine (  aynı zamanda şair olan) Abbâs İbnu Mirdâs şu mânada bir şiir düzdü  : 

"Benimle atım Ubeyd´in payını Uyeyne ile Akra´ arasında mı taksim ediyorsun

Ne Bedr[272] ne de Hâbis, cemiyette, Mirdâs´tan üstün değillerdir.

Ben de onların hiçbirinden aşağı değilim.

Ancak bugün sen, kimi alçaltırsan o bir daha yükselmez."

Râfi´ der ki  :  "Bunun üzerine Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onun payını da yüz deveye yükseltti." [Müslim, Zekat 137, (  1060).][273]



AÇIKLAMA  : 



Bu hâdise, Huneyn dönüşü Ci´râne nâm mevkide cereyan eder. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´yi fethettikten birkaç hafta sonra Müslümanlara karşı savaş hazırlığı içinde olan Gatafanlılara karşı koymak üzere Huneyn´e hareket eder. Orduya iki bin kadar yeni ihtida etmiş Mekkelilerden asker alır. Bunların bir çoğunun kalbine imanın hakkıyla henüz girmediğini Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) de biliyor idi. Bu sebeple onları maddî avantajlarla kazanma yollarına başvurdu. Bu cümleden olarak, Taberî´nin kaydına göre, daha savaş yapılmadan birçoğuna ikramlarda bulundu.

Asıl maddî bağışı savaştan sonra yapmıştır. Müellefe-i kulûb, yani kalbleri kazanılmışlar olarak İslâm tarihine geçen bu zümre, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatında ayrı bir sayfa teşkil eder. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Huneyn´de kazanılan zafer sonunda ele geçirilen muazzam ganimetten eski Müslümanlara ve meselâ Medineli Ensâr´a hiçbir şey vermez iken, Mekkelilere bol bol vermişti. Hususan Mekke´nin ileri gelenlerine, şef durumunda olanlara yüzer deve, şair, hatib gibi halk üzerinde müessiriyeti olanlara 50´şer deve vermişti.

Kendilerine verilmeyenler veya az bir şey verilenler memnuniyetsizliklerini, küskünlüklerini izhar ederler. Bu meyanda saygısızlığı bulan itiraz ve tenkidler ifade edenler dahi çıkar. Meselâ Temimli bir zâtla Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) arasında şu konuşma geçer  : 

"Ey Muhammed bugün ne yaptığını gördüm."

"Ne görmüşsün, söyle bakalım!"

"Adaletli davranmadın, âdil ol!" Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) son derece öfkelenir ise de  : 

"Yazık sana, ben de âdil değilsem, başka kim âdil olabilir Adil olmazsam helak olurum!" demekle yetinir.

Hz. Ömer  :  "Müsaade et, şu münafığı öldüreyim!" diye izin isterse de Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) müsâade etmez.

Abbâs İbnu Mirdâs´ın yukarıda birkaç beytini kaydettiğimiz şiiri Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın kulağına gelince, bağışın 50´den 100 deveye çıkarılmasını Hz. Ali´ye emrederken  :  "İstediğini ver de şu dili kes" der.

Kendilerine bir şey verilmemesinden Ensâr da memnun olmamış, âdeta küsmüşlerdi. Hattâ, İbnu Hişâm´ın kaydına göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hususî şâiri Hassân İbnu Sabit (  radıyallahu anh) Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´i hicvedici bir şiir yazar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr´ı toplayarak, kendilerine verilmeyiş sebebini izah eder ve neticede hepsini ağlatan şu hitabede bulunarak gönüllerini tekrar kazanır  : 

"Ey Ensar topluluğu, kulağıma gelen sözünüz nedir Bana gücenmiş olmalısınız! Ben size geldiğimde hepiniz dalâlette idiniz, (  getirdiğim dinle) Allah sizlere hidâyet vermedi mi Fukara kimseler idiniz. Allah zenginlik vermedi mi Birbirinize düşman idiniz, Allah kalblerinizi birleştirmedi mi

...

"Ey Ensar topluluğu! Bir yudumluk dünya malı için mi bana gücendiniz Ben onunla İslâm´a girenler için bir kavmin kalbini kazanmayı tercih edip, sizin İslâmınıza emanet etmiştim. Ey Ensar toluluğu, insanlar buradan deve ve davarlarla dönerken sizler Allah ve Resûlüyle evlerinize dönmekten râzı değil misiniz Muhammed´in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin olsun hicret olmasaydı Ensar´dan bir kimse olurdum, şayet insanlar bir vâdiye, Ensar bir başka vadiye gidecek olsa ben Ensâr´ın vadisine giderdim. Ey Rabbim! Ensar´a, Ensâr´ın oğullarına, Ensâr´ın oğullarının oğullarına mağfiret et!"[274]



ـ17ـ وعن أبى قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه  :  مَنْ قَتَلَ قَتِيً لَهُ عَلَيْهِ بَيِّنَةٌ فَلَهُ سَلَبُهُ[. أخرجه الستة إ النسائى.وهو طرف من حديث سيأتى في الغزوات .



17. (  1117)- Ebu Katâde (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular  : 

"Savaş sırasında kim bir düşmanı öldürür ve bunu isbatlarsa, maktûlün seleb´i kendisinin olur." [Buharî, Hums 18, Büyû 37, Meğâzî 54, Ahkâm 21; Müslim Cihâd 46, (  1571); Muvatta, Cihâd 18, (  2, 454); Tirmizî, Siyer 13, (  1562); Ebu Dâvud, Cihâd 147, (  2717).][275]



AÇIKLAMA  : 



1- Seleb (  cem´i eslâb gelir), Cumhur´a göre, muhâribin yanında silâh, giyecek vs. nevinden bulunan şeylere denir.

Ahmed İbnu Hanbel´e göre, hayvan selebe girmez. Şâfiî´ye göre savaş âletleri selebe girer.

2- Selebin kime ait olacağı hususu âlimlerce ihtilâf edilmiştir. Cumhûr-u ulemâ, Selebin öldürene ait olduğunda ittifak eder, komutan, önceden böyle bir vaadde bulunmuş, bulunmamış farketmez. "Şârî, derler, bu hakkı komutanın irâdesine, ilânına tâlik etmemiştir." Cumhur´un dışında kalan Hanefîlere ve Malikîlere göre, "Bu hak komutanın önceden şart koymasıyla tahakkuk eder. İmam Mâlik  :  "İmam muhayyerdir, dilerse selebi kâtile verir, dilerse diğer ganimet mallarına katarak humsa tâbi kılar" der.

İshâk İbnu Râhuye´nin  :  "Eslâb çoğalırsa humsa tâbi tutulur" dediği belirtilir.

Mekhûl ve Sevrî  :  "Mutlaka humsa tâbi bulunmalıdır" demişlerdir.

Selebin kâtile âit olduğunu söyleyenler, sadedinde olduğumuz hadisi esas alırlar ve Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın muhtelif tatbikatından örnekler verirler.

Selebin humsa tâbi tutulması gerektiğini söyleyenler, hadislerden getirdikleri bazı örneklerden başka ".. bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır..." mealindeki âyetin (  Enfâl 41) âmm olan ifadesine dayanırlar.

Komutanın kararına kaldığını söyleyenler, Bedir Savaşı´nda Ebu Cehl´in öldürülmesiyle ilgili Abdurrahman İbnu Avf´ın rivayetinin teferruatına dayanırlar. Bu rivayette, onun öldürülmesine iki kişi iştirak etmiş idi. Her ikisi de Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip, "Ben öldürdüm" deyince, kılınçlarınızın kanını sildiniz mi diye sorar. "Ha -yır!" derler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kılıçları muâyene ettikten sonra كَِكُمَا قَتَلَهُ "İkiniz öldürmüşsünüz!" diyerek ikisinin de eşit miktarda katıldığını tesbit ve te´yid eder, ama buna rağmen selebi sadece birine (  Muâz İbnu Amr´a) verir.

Tahavî  :  "Seleb, şâyet kâtile ait olsaydı, ikisi birden öldürdüğüne göre bunlar arasında pay ederdi. Böyle yapmayıp, sadece birine verdiğine göre, seleb, öldürenin değil, imamın uygun gördüğü kimsenindir" der. Ancak Cumhur, hâdisenin siyakında katle iştirak hâlinde, en çok payı olanın selebe istihkak kesbettiğine delil olduğunu belirtmiştir. Nitekim, Kurtubî, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, kılıçları muayene´den maksadının, selebe kimin ehak olduğunu anlamak için yaralamada kimin daha çok hisse sâhibi olduğunu, kimin önce davrandığını tesbit etmek olduğunu" söylemiştir.[276]



ـ18ـ وعن سلَمَةَ بن ا‘كوع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أتى رسولَ اللّه # عيْنٌ مِنَ المُشْرِكِينَ وَهُوَ في سَفَرٍ فَجَلَسَ عِنْدَ أصْحَابِهِ يَتَحَدَّثُ ثُمَّ انْفَتَلَ فقَالَ # اطْلُبُوهُ فَاقْتُلوهُ فَقَتَلْتُهُ فَنَفَّلَنِى سَلبَهُ[. أخرجه الشيخان.



18. (  1118  )- Seleme İbnu´l-Ekva (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir seferde idi, müşriklerden bir casus gelip, ashâbının yanında bir müddet oturup konuştu. Sonra sıvışıp gitti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "(  O bir casustur, arayıp bulun ve öldürün!" diye emretti. Ben (  erken) bulup öldürdüm. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) selebini bana bağışladı." [Buhârî, Cihâd 173; Müslim, Cihâd 45, (  1754); Ebu Dâvud, Cihâd 110, (  2653); İbnu Mâce, Cihâd 29, (  2836).][277]



AÇIKLAMA  : 



1- Buhârî, bu hadisi, "Harbî, daru´l-İslâm´a emân (  vize) almadan girerse" başlığını taşıyan bir babta kaydeder. Böyle birisi yakalanınca nasıl bir muamele yapılmalıdır Öldürülmesi caiz midir, değil mi bu ihtilâflı bir mevzudur. İmam Mâlik  :  "İmam muhayyerdir, böyle birisi, ehl-i harbin tâbi olduğu hükme tâbidir." Evzâî ve Şâfiî hazretleri  :  "Elçi olduğunu iddia ederse, kabul edilir" der.

İmam Âzam ve Ahmed İbnu Hanbel  :  "İddiası kabul edilmez, Müslümanların fey´i sayılır" derler.

2- Bu hadise, başka rivayetlerde daha teferruatlı olarak nakledilmiştir. Nesâî´nin rivayetinde öldürülüş sebebi belirtilir  :  "Adam Müslümanların gizli taraflarını (  avretu´lmüslimin) öğrendi ve arkadaşlarına bir an önce haber vermek için hemen oradan ayrılmaya gayret etti. Öldürülmesinde Müslümanların menfaati vardı."

Bu hadisten, harbî olan casus kafirin öldürülmesi gerektiği hükmü çıkarılmıştır. Bu hususta ittifak var.

Muâhed (  eman verilmiş) ve zımmî hakında Mâlik ve Evzâî  :  "Bu davranışı sebebiyle emân akdi iptal edilir" derler; Şâfiî fukahâ, farklı bir görüşle  :  "İhânetin emânı kaldıracağı akde yazılmış ise, bilittifak akid bozulur, değilse bozulmaz" demiştir.

3- Hadiste, selebin tamamının katile ait olduğunu söyleyenlere delil mevcuttur. Ancak "seleb"e, imamın sözüyle sâhip olunur diyenler  :  "Hadiste, iki durumdan birine delâlet eden sarih bir husus yok, aksine iki durum da muhtemeldir" derler. Ancak hadisin İsmâilî´de gelen bir vechi sarihtir  :  "Kişi kalkıp gidince Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onun müşriklere ait bir casus olduğunu haber verdi ve  :  "Onu kim öldürürse selebi ona aittir" dedi. Râvi  :  "Ben hemen kalkıp adama yetiştim ve öldürdüm. Selebini Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bana verdi" denir. İşte bu rivayet ikinci ihtimâli te´yid eder, yani selebe, imamın sözüne binâen hak kazanılır.

4- Câsus, kafir değil de Müslüman ise Cumhur´a göre öldürülmez, ta´zir cezası verilir. Ebu Hanife, Şâfiî, Evzâî ve Mâlikîler hep bu görüştedir. Yalnız ta´zirin cins ve miktarını tayin işi devlet reisinin (  veya nâibinin = mahkeme) takdirine kalmıştır. Kadı İyaz  :  "Mâlikîlerin büyükleri böyle birisinin öldürüleceğini söylemişlerdir" der.[278]



ـ19ـ وعن عوف بن مالك، وخالد بن الوليد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قا  :  ]قَضَى رسولُ اللّه # في السَّلَبِ للْقَاتِلِ وَلَمْ يُخَمِّسِ السّلَبَ[. أخرجه أبو داود .



19. (  1119)- Avf İbnu Mâlik ve Hâlid İbnu Mâlik (  radıyallahu anhümâ) şunu söylemişlerdir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) selebin kâtile ait olduğuna hükmetti, selebi ganimet malına katarak beşli taksime (  humus) tâbi kılmadı." [Ebu Dâvud, Cihad 149, (  2721).][279]



ـ20ـ وعن عبداللّه بن أبى أوفى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنّهُ قيلَ لهُ  :  ]هَلْ كُنتُمْ تُخَمِّسُونَ الطَّعَامَ عَلى عَهْدِ رسول اللّه #؟ فقَالَ  :  أصَبْنَا طََعاماً يَوْمَ خَيْبَرَ فكَاَنَ الرَّجُلُ يَجِئُ فيَأخُذُ مِنْهُ قَدْرَ مَا يَكْفِيهِ ثُمَّ يَنْصَرِفُ[. أخرجه أبو داود .



20. (  1120)- Abdullah İbnu Ebî Evfâ (  radıyallahu anh)´nın anlattığına göre, kendisine  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, gıda maddelerini humus taksimine tâbi tutar mıydınız " diye sorulmuştu, şu cevabı verdi  : 

"Hayber günü yiyecek maddeleri de ele geçirdik, kişi gelir, ihtiyacı kadar alır, sonra giderdi." [Ebu Dâvud, Cihad 138, (  2704).][280]



ـ21ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ جَيْشاً غَنِمُوا في زَمَنِ رسول اللّه # طَعَاماً وَعَسًَ فَلَمْ يُؤخَذْ مِنْهُ الخُمُسُ[. أخرجه أبو داود .



21. (  1121)- Hz. Abdullah İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir ordu ganimet olarak yiyecek maddesi ve bal ele geçirdi. Ancak bundan humus alınmadı." [Ebu Dâvud, Cihad 137, (  2701).][281]



ـ22ـ وعن عمرو بن عَبسَة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]صَلَّى بِنَا رسول اللّه # إلى بَعِيرٍ مِنَ المَغْنَمِ فَلَمَّا صَلَّى أخذَ وَبَرَةً مِنْ جَنْبِ الْبَعِيرِ. ثُمَّ قَالَ  :  َ يَحِلُّ لِى مِنْ غَنَائِمِكُمْ مِثْلُ هذِهِ إَّ الخُمُسَ، وَالخُمُسُ مَرْدُودٌ فِيكُمْ[. أخرجه أبو داود، وأخرجه النسائى من رواية عبادة بن الصامت بنحوه .



22. (  1122)- Amr İbnu Abese (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) kıble istikametinde (  sütre olarak) bir ganimet devesi bulunduğu halde gerisinde bize namaz kıldırdı. Namaz kılınca, hayvanın yan kısmından bir tutam yün aldı (  elinde tutup göstererek)  :  "Ganimetinizden humus dışında şu kadarı bile bana helâl değildir. Humus da size iâde edilecek (  sizin maslahatlarınızda harcanacak)tır" dedi." [Ebu Dâvud, Cihad 161, (  2755).][282]



AÇIKLAMA  : 



Peygamber, ganimeti istediği gibi tasarruf edemez. Humus dışında herhangi birşey alamaz humus da şahsına ait değildir. Kur´ân-ı Kerim´in belirttiği şekilde humusu (  beşte biri) de Müslümanlara harcamak zorundadır. Âyet şöyle der  :  "Ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri (  humusu) Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (  Enfal 41). Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, burada belirtilen hissesi humsu´lhumstur, yani beşte birin beşte biri. Âyette geçen "Allah´ın, Peygamber´in" ifadesi, iki ayrı hisseye değil, tek hisseye delâlet eder, âlimler böyle anlamıştır. Humsu´lhums Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra, onun yerine geçen imama aittir[283]



.ـ23ـ وعن جُبير بن مُطْعم رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أتَيْتُ أنَا وَعُثْمَانُ بنُ عَفَّانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ رسول اللّه # نُكَلِّمُهُ فِيمَا يُقْسَمُ مِنَ الخُمُس في بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطّلِبِ فقُلْتُ يَارَسُولَ اللّه قَسَمْتَ “خْوَانِنَا بَنِى المُطّلِبِ وَلَمْ تُعْطِنَا شَيْئاً،

وَقَرَابَتنَا وَقَرَابَتُهُمْ وَاحِدَةٌ. فقَالَ # إنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو المُطّلِبِ شَئٌ وَاحِدٌ،وَلَمْ يَقْسِمْ لِبَنِى

عَبْدِ شَمْسٍ وََ لِبَنِى نَوْفَلٍ، وكَانَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقْسِمُ الخُمُسَ نَحْوُ قِسْمِ النَّبىِّ # غَيْرَ أنَّهُ لَمْ يَكُنْ يُعْطِى قُرْبى رسولِ اللّه # مَا كانَ رسولُ اللّه # يُعْطِيهِمْ، وَكانَ عُمَرُ يُعْطِيهِمْ مِنْهُ، وَعُثْمَانُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود والنسائى، وهذا لفظ أبى داود .



23. (  1123)- Cübeyr İbnu Mut´im (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Humustan Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e ayrılan pay hakkında konuşmak üzere Osman İbnu Affân (  radıyallahu anh) ile birlikte Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gittik. Ben  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, dedim, kardeşlerimiz olan Benî Muttâlib´e verdin, bize hiçbir şey vermedin. Halbuki bizim de onların da (  size) yakınlığı birdir" dedim. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Benî Muttalib ile Benî Haşim tek bir şeydirler!" buyurdular.

Cübeyr der ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ne Benî Abdu Şems´e, ne de Benî Nevfel´e  :  (  Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e verdiği halde humustan) pay ayırmadı. Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh) de humusu aynen Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gibi taksim etti. Ancak O, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yakınlarına, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın onlara verdiği kadar vermedi. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) de onlara humustan verdi. Sonra da Osman (  radıyallahu anh) verdi." [Buharî, Humus 17, Menâkıb 2, Megâzî, 38; Ebu Dâvud, Harac 20 , (  2978, 2979, 2980); Nesâî, Fey 1, (  7, 130, 131).][284]



AÇIKLAMA  : 



1. Cübeyr İbnu Mut´im İbni Adiyy İbni Nevfel İbni Abdi Menâf İbni Kusay el-Kureşî en-Nevfelî görüldüğü üzere Abdimenâfoğulları´ndandır, yani Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la birkaç göbek yukarıda birleşmektedirler.

2. Cübeyr´in itirazı, humustan pay alamamış olmalarıyla ilgilidir. Ebu Dâvûd´un bir rivayeti şu açıklamayı kaydeder  :  "(  humustan pay alacaklar meyanında zikri geçen beş kalemden birini teşkil eden) zevi´lkurbâ payına Benî Hâşim ve Benî Muttalib´i dahil edip Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´i terketmesi üzerine ben ve Osman İbnu Affân, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gittik..." Cübeyr ve Muttalib eşittirler, çünkü hepsi de Abdi Menâf´ın oğullarıdır. Bu sebeple Cübeyr (  radıyallahu anh) Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e  :  "Bizim de onların da (  Abdi Menâf´a nisbette) size yakınlığı birdir" demiştir. İbnu İshak´ın bu mesele ile ilgili rivayeti şöyledir  :  "Dedi ki  :  "Ey Allah´ın Resûlü, mensubu bulunduğumuz Hâşimoğullarını anladık, size olan yakınlıkları sebebiyle Allah´ın onlara lutfetmiş olduğu fazileti inkâr etmiyoruz. Ama, Benî Muttalibli kardeşlerimizin imtiyazı nedir ki onlara (  humustan) verip bizi terkettin "

Bazı rivayetlerde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu suâle  :  "Benî Muttalib´le Benî Hâşim tek şeydir" derken ellerinin parmaklarını kenetleyerek "şöyle" diyerek göstermiştir. İbnu İshâk´ın mezkur rivayetinde cevap biraz daha açık ve müdellel olarak verilmiştir  :  "Biz (  Benî Hâşim) ve Benî Muttalib câhiliyede de, İslâm´da da hiç ayrılmadık, biz ve onlar aynı şeyiz!" ve parmaklarını kenetledi."

Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in hânedânı olan Hâşimoğulları ile, Muttaliboğulları[285] arasındaki yakınlık nereden geliyordu Buhârî, İbnu İshâk´tan naklen, Abdu Menâf´ın oğulları olan bu dört kardeşten üçünün yani Abdü Şems, Hâşim ve Muttalib´in aynı zamanda annelerinin Atike adında bir kadın olduğunu, dolayısıyla annebaba bir kardeş olduklarını, Nevfel´in annesinin ayrı olduğunu -ki Vâkide adında bir kadındır- belirtir. Cübeyr hânedânının (  Benî Nevfel´in) ayrılmasını bu izah etse bile, Hz. Osman´ın[286] bağlı olduğu Abdi Şemsoğullarının ayrılmasını izah etmez. Çünkü, görüldüğü gibi, Abdi Menaf´ın Hâşim ve Muttalib gibi anneleri de bir olan oğullarıdır.

Meseleyi tavzih sadedinde, İbnu Hacer, "Haşim ile Muttalib arasında evlatlarına sirâyet etmiş olan (  mahiyeti fazla bilinmeyen) bir kaynaşma (  i´tilâf) olabileceğine dikkat çeker. Buna delil olarak iki durum zikreder  : 

1- ez-Zübeyr İbnu Bekkâr, en-Neseb´de zikretmiştir ki  :  "Hâşim ve el Muttalib´e  :  "el-Bedrân", Abdu Şems ve Nevfel´e  :  "el-Ebherân" denilirmiş.

2- Keza, aradaki bu i´tilaf sebebiyle olacak ki Müslümanlar hakkında Kureyşliler, Mekke´de boykot akdi yaptıkları zaman, Benî Muttalib´i Benî Hâşim´e dâhil edip bir mütâlaa ettiler, fakat Benî Nevfel ve Benî Abdi Şems´i dahil etmediler. Asıl sebebi mübhem kalan bu kaynaşma sebebiyle olacak. Benî Muttalib ve Benî Hâşim´e mensup olanların kâfiri de, Müslümanı da Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in yanında yer alarak, İslâm´ın çetin devresi olan Mekke döneminde sonuna kadar himaye ettiler. Müslüman olanlar Allah ve Resûlü´nün emri gereği, kâfir olanları da aşiret ve akrabalık gayretiyle bunu yaparken Nevfel ve Abdi Şemsoğulları Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in karşısında olan diğer Kureyş kabilesinin yanında yer aldılar.

Bazı Şâfiî âlimler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevi´lkurbâ olarak Benî Hâşim ve Benî Muttalib´i tesbit etmesinde mi´yar olarak, akrabalık ve nusret´i (  yardım) esas aldığını ifade ederek Abdi Şems ve Nevfeloğulları´nda "yardım" şartı bulunmadığı için zevi´lkurba´nın dışında tutulduğunu söylemişlerdir.

Bazı Şâfiiler de zevi´lkurbâ payına istihkakın sadece karâbet olduğunu söyleyip, Abdi Şems ve Nevfeloğulları´nın mahrum bırakılışını Benî Hâşim´den ayrılıp onlarla savaşmalarıyla izah etmiştir. Şâfiî hazretleri  :  "Humsu´lhums, zevi´lkurbâ arasında taksim edilir, fakir ve zengin tefriki de yapılmaz, ancak erkeğe iki, kadına bir hisse verilir" demiştir.

3- Herşeye rağmen şunu söyleyebiliriz  :  Âlimler, Resûllulah (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından zevi´lkurbâ olarak Benî Haşim ve Benî Muttalib´in seçiminde söylediğimiz karineleri yeterli açıklık ve kesinlikte bulmadıkları için, bu sünnetin yorumunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir  : 

* İmam Şâfiî´ye ve ona uyanlara göre, bu hadis humustan zevi´lkurbâ´ya ayrılması gereken payın sadece Benî Hâşim ve Benî Muttalib´e ait olduğuna delildir.

* Ömer İbnu Abdilaziz  :  "Zevi´lkurbâ sâdece Benî Hâşim´dir" demiştir. Zeyd İbnu Erkâm´la Kûfîlerin bir kısmı da bu görüştedir.

* "Bu hadis, Benî Muttalib´in de Benî Hâşim´e ilhak edileceğine delildir" diyen olmuştur.

* Bazıları "Zevi´lkurbâ Kureyş´in tamamıdır, ancak imam, onlardan dilediğine verir" demiştir.

* Bazıları  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) onlara ihtiyaçları sebebiyle vermiş olmalı" demiş ise de bu yorum ziyadesiyle zayıf bulunmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) iki âile mensuplarının hepsine verirken, diğerlerinin hiçbirine vermemiştir.

İbnu Hacer  :  "Bu hadis, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, kavmine mensup diğerleri arasında sâdece mezkur âilelere vermesinin onların nusretleri (  yani Mekke devresindeki yardımları) ve İslâm için mâruz kaldıkları (  sıkıntılar) sebebiyle olduğu hususunda zâhir ve açıktır" der.

4- Âlimler, zevi´lkurbâ hissesini taksim şeklinde de bazı farklı yorumlar yapmışlardır  : 

* Hadis, taksimin nasıl yapılacağı hususunda tafsilat vermiyor, zâhire göre hisse sâhiplerine eşit pay ayrılacaktır. Bu durumda "miras taksimi üzere (  erkeklere iki, kadınlara tek hisse) yapılır" diyenler delilsiz kalmaktadırlar.

* Çoğunluk, zevi´lkurbâ payının taksiminde hepsine tamim edilmesi görüşündedir. Ancak Şâfiî ve Ahmed "yetimlerin fakir olanlarına hususiyet ve öncelik tanınmalıdır" demişlerdir.

Mâlik, îtanın hepsine şâmil kılınması gereğini söylerken, Ebu Hanife iki sınıftan fakir olanlara hususiyet tanımıştır.

Şâfiî, görüşüne şu delili ileri sürer  :  "Onların hepsine zekât yasaklandığına göre, paydan da hepsine verilmelidir. Esasen onlara ihtiyaç cihetiyle değil, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a yakınlıkları cihetiyle ikrâm ve teşrif olsun diye verilmiştir, ama yetimlere ihtiyaçlarını gidermek için verilir.

5- Son olarak şunu da belirtelim ki, İbnu Abbâs (  radıyallahu anh)´tan, Nesâî´de gelen bir rivayete göre, Hz. Ömer (  radıyallahu anh), mezkûr hisseyi herkese eşit şekilde vermeyip, ihtiyaç sâhiplerinin ihtiyaçlarını görme şeklinde bir tatbikatı denemek ister ve fakat bu düşünce zevi´lkurbâ arasında memnuniyetsizlik hâsıl eder  :  "Ömer, bize yetimlerimizi evlendirmeyi, ailelerimize hizmetçi temin etmeyi, borçlularımızın borçlarını ödemeyi teklif etti. Biz itiraz ettik ve hisselerimizi nakid olarak teslim etmesini taleb ettik" der. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) isteklerine uyar.

Hattâbî, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman´ın da bunu ödemeye devam ettiğini belirtir. Ancak müte-akiben kaydedeceğimiz rivayet, bunun Hz. Ömer´le sona erdiğini ifade eder. Hz. Ebu Bekir´in ödediği hususunda rivayetler ihtilâflıdır. Bu durum sonradan ulemânın, bu hakkın sübûtu hususunda ihtilaf etmelerine sebep olmuştur. Sözgelimi Mâlik ve Şâfiî hazretleri "bu hak sabittir" derken, ashab-ı re´y reddetmiş ve humsu üç kısma bölmüştür.

Bazıları da  :  "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) Benî Muttalib´e yakınlıktan dolayı yardım için vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  إِنَّا َنَفْتَرِقُ فِى جَاهِلِيَّةٍ وََ إِسَْمٍ "Biz ne cahiliyede ne de İslâm´ da birbirimizden ayrılmamışız" buyurmuştur. Bu hadise göre, onlara veriş sebebi yardımları içindir. Yardım kesildiğine göre, atiyyenin de kesilmesi gerekir" demiştir.[287]



ـ24ـ وعن عبدالرحمن بن أبى ليلى قال  :  ]سَمِعْتُ عَلِيّاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ  :  اجْتَمَعْتُ أنَا وَالْعَبَّاسُ وَفَاطِمَةُ وَزَيْدُ بنُ حَارِثَةَ عِنْدَ النَّبىِّ # فقُلْتُ يَا رسُولَ اللّه؟ إنْ رَأيْتُ أنْ تُوَلِّيناَ حَقَّنَا مِنْ هَذَا الخمُسِ في كِتَابِ اللّهِ تعالى فاقْسِمْهُ في حَيَاتِكَ كَىْ َ يُنَازِعَنَا أحَدٌ بَعْدَكَ ففَعَلَ فَقَسَمْتُهُ حَيَاةَ رسولِ اللّه # ثُمَّ وَِيَةَ أبِى بَكْر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ حَتَّى كانَ آخَرُ سِنِّى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فَأتَاهُ مَالٌ كَثِيرٌ فَعَزَلَ حَقَّنَا ثُمَّ أرْسَلَ إلىَّ فقُلْتُ بِنَا عَنْهُ الْعَامَ غِنَى، وَبِالْمُسْلِمِينَ إلَيْهِ حَاجَةٌ فَارْدُدْهُ عَلَيْهِمْ. فَلَقِيتُ الْعَبَّاسَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ بَعْدَ خُرُوجِى مِنْ عِنْدِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَأخْبَرْتُهُ فقَالَ  :  لَقَدْ حَرَمْتَنَا الغَدَاةَ شَيْئاً َ يُرَدُّ عَلَيْنَا أبداً، وَكَانَ رَجًُ دَاهِياً[. أخرجه أبو داود.»الداهى« من الرجال  :  الفطن الجيد الرأى .



24. (  1124)- Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ anlatıyor  :  "Ali (  radıyallahu anh)´yi dinledim, demişti ki  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında ben, Abbâs, Fatıma ve Zeyd İbnu Hârise toplanmıştık. Ben şunu söyledim  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, Aziz ve Celîl olan Allah´ın kitabında zikri geçen şu humustaki hakkımızın taksimine beni vazifelendirseniz de hayatınızda bu işi ben bir yapsam! Tâ ki sonradan kimse bu hususta bizimle ihtilâfa düşmese!"

Ali (  radıyallahu anh) devamla der ki  :  "Resûlullah bu isteğimi yerine getirdi. Hayatı boyunca ben taksim ettim. Sonra buna, Hz. Ebu Bekir de beni vazifelendirdi. Aynı iş, Hz. Ömer (  radıyallahu anh) devrinin son senesine kadar bende devam etti. O yıl (  fetihlerden dolayı) bol mal gelmişti. Bizim hakkımızı yine ayırdı ve bana gönderdi. Ben  : 

"Bu sene ihtiyacımız yok, Müslümanların ihtiyacı var, onlara ver!" dedim. O da bu hisseyi Müslümanlara dağıttı. Artık, Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´den sonra kimse beni bu işe çağırmadı.

(  Zaten o sene) Hz. Ömer´in yanından çıktıktan sonra Abbâs (  radıyallahu anh)´a rastladığımda (  hayıflanarak) bana  : 

"Ey Ali, dün bize öyle bir şeyi haram ettin ki, bundan sonra artık kimse bunu bize vermez!" demişti. (  Meğer ne kadar doğru söylemişmiş. Dediği aynen çıktı). O ne dahi insan imiş!" [Ebu Dâvud, Harâc 20, (  2983-2984).][288]



ـ25ـ وعن قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا غَزَا بِنَفْسِهِ يَكُونُ لُهُ سَهْمُ صَفِىٍّ يَأخُذُهُ مِنْ حَيْثُ شَاءَ  :  عَبْداً أوْ أمَةً أوْ فَرَساً يَخْتَارُهُ قَبْلَ الخُمُس؛ وَكانَتْ صَفِيَّةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها مِنْ ذلِكَ السَّهْمِ، وَكانَ إذَا لَمْ يَغْزُ بِنَفْسِهِ ضُرِبَ لَهُ بِسَهْمٍ وَلَمْ يَخْتَرْ[. أخرجه أبو داود .



25. (  1125)- Katâde (  rahimehullah) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) gazveye bizzat iştirak edince, onun sehm-i safiyy denen riyaset hissesi olurdu. Bu hisseyi, taksimden önce köle, câriye, at gibi ganimete dahil mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu hissedendi. Gazveye bizzat iştirak etmediği takdirde bu hisse gıyabında ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu (  ne ayrılmışsa onu kabul ederdi.)" [Ebu Dâvud, Harâc 21, (  2993).][289]



AÇIKLAMA  : 



Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´den sonra kaldırılmış olan bu safiyy payı ile alakalı açıklamayı 1078. hadiste sunduk, oraya bakılsın.[290]



ـ26ـ وعن مالك بن أوس بن الحدثَان قال  :  ]أرْسَل إلىَّ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَجِئْتُهُ حِينَ تَعالى النَّهَارُ فَوَجَدْتُهُ

في بَيْتِهِ جَالِساً عَلى سَرِيرٍ مُفْضِياً إلى رِمَالِهِ)ـ1(  مُتَّكِئاً عَلى وِسَادَةٍ مِنْ أدَمٍ)ـ2(  فَقَالَ يَامَالُ)ـ3(  إنَّهُ قَدْ دَفَّ أهْلُ أبْيَاتٍ مِنْ قَوْمِكَ، وقَدْ أمَرْتُ فِيهمْ بِرضْخٍ فَخُذْهُ فَاقْسِمْهُ بَيْنَهُمْ. فقُلْتُ لَوْ أمَرْتَ بِهذَا غَيْرِى؟ فقَالَ خُذْهُ يَا مَالُ فَجَاءَ يَرْفَأ)ـ4(  مَوْلَى عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ  :  هَلْ لَكَ في عُثْمَانَ وَعَبْدِ الرَّحْمنِ بنِ عَوْفٍ وَالزُّبَيْرِ وَسَعْدٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم؟ فقَالَ  :  نَعَمْ. فأذِنَ لَهُمْ فَدَخَلُوا فَسَلَّمُوا وَجَلسُوا. ثُمَّ جَاءَ فقَالَ  :  هَلْ لَك في عَبَّاسٍ وَعلَىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قالَ نَعَمْ  :  فَأذِنَ لَهُمَا فَدَخََ فَسلّما. فقَالَ الْعَبَّاسُ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ  :  اقْضِ بَينِى وَبَيْنَ هذا، وَهُمَا يَخْتَصِمَانِ. فقَالَ الْقَوْمُ  :  أجلْ يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ  :  ؟ اقْضِ بَيْنَهُمْ وَأرِحْهُمْ. فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  اتَّئِدُوا أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘رْضُ؛ أتَعْلَمُونَ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ  :  َ تُورثُ مَا تَركْنَا صَدَقَةٌ؟ قَالُوا نَعَمْ. ثُمَّ أقْبَلَ عَلى العْبَّاسِ وَعلىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما فقَالَ  :  أنْشُدُكُمَا بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّمَاءُ وَا‘رْضُ أتَعلَمَانِ أنَّ رسولَ اللّه # قَالَ  :  َ نُورثُ مَا تَرَكْنَاهُ صَدَقَةٌ؟ قَاَ نَعَمْ فقَالَ عُمَرُ  :  إنَّ اللّهَ تَعالى كانَ خَصَّ رسولَهُ # بِخَاصَّةٍ لَمْ يَخُصَّ بِهَا أحَداً غَيْرَهُ. فقَالَ  :  مَا أفَاءَ اللّهُ عَلى رَسُولِهِ مِنْ أهْلِ الْقُرَى فلِلّهِ وَلِلرَّسُولِ؛ فقَسَّمَ رسولُ اللّه # بَيْنَكُمْ أمْوَالَ بَنِى النَّضِيرِ فَوَاللّهِ مَا

______________

)ـ1(  رمال السرير  :  بكسر الراء ما ينسج من سعف النخل.

)ـ2(  الوسادة  :  المخدة، وأدم  :  هنا الجلد.)ـ3(  مرخم مالك. )ـ4(  يرفأ  :  بفتح التحتانية وسكون الراء بعدها فاء مشبعة بغير همز وقد تهمز كان من موالي عمر أدرك الجاهالية و تعرف له صحبة.

اسْتَأثَرَ عَلَيْكُمْ وََ أخذَهَا دُونَكُمْ حَتَّى بَقَى هذَا المَالُ، فكَانَ # يَأخُدُ مِنْهُ نَفَقَتَهُ سَنَةً ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بقىَ أسْوَةَ المَالِ[ .



26. (  1126)- Mâlik İbnu Evs İbni Hadesân (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Hz. Ömer (  radıyallahu anh) bana haber gönderdi. Ben de gün yükseldiği zaman ona gittim. Kendisini evinde bir sedirin üzerinde, deri yüzlü bir yastığa dayanmış vaziyette oturmuş buldum. Sedirin örgü ipleri adalelerine gömülmüş durumdaydı. Bana  : 

"Ey Mâlik, seni şunun için çağırdım  :  Senin kavminden bir kaç hâne halkı peş peşe geldiler (  ihtiyaç arzettiler). Ben de kendilerine biraz bağışta bulunulmasını söyledim. İşte ! Al bunu aralarında dağıtıver!" dedi. Ben  : 

"Bu işi benden başkasına söyleseniz daha iyi olur!" dedim. Ancak o ısrarla  : 

"Ey Mâlik al şunu!" dedi. Az sonra Hz. Ömer´in azadlısı (  kapıcı) Yerfe´ geldi ve  : 

"Ey mü´minlerin emîri! Osmân, Abdurrahmân İbnu Avf, Zübeyr ve Sa´d (  radıyallahu anhüm)´ın girmelerine izin veriyor musunuz (  sizi görmek istiyorlar!) dedi. O da  : 

"Evet, buyursunlar!" diyerek izin verdi. onlar da girip selam vererek oturdular.

Az sonra Yerfe´ tekrar gelip  : 

"Abbas´la Ali (  radıyallahu anhümâ) için de izin var mı " dedi. Hz. Ömer, onlara da izin verdi. Girdiler, selamı verip oturdular. Abbâs (  radıyallahu anh) söz alarak  : 

"Ey mü´minlerin emîri! Benimle Ali arasında hükmet!" dedi.

Bunlar bir meselede ihtilâfa düşmüş, birbirlerini dâva ediyorlardı. Oradaki cemaat de  : 

"Evet ey mü´minlerin emîri, aralarında hükmet, onları rahatlat!" dediler. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) (  önceden gelenlere yönelerek)  : 

"Şöyle bir sâkin olun!" deyip devam etti  : 

"Arzı ve semayı ayakta tutan Allah aşkına soruyorum. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle şöyle söylediğini biliyor musunuz "Bize mirascı olunmaz, ne bırakmışsak o sadakadır."

"Evet!" dediler. Sonra da Hz. Abbâs ve Hz. Ali´ye yönelerek  : 

"Arz ve sema izniyle ayakta duran Zât´ın aşkına size soruyorum, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Bize mirascı olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır" dediğini biliyor musunuz "

O ikisi de  : 

"Evet!" dediler. Hz. Ömer de  : 

"Allahu Teâla hazretleri, Resûlü´ne (  aleyhissalâtu vesselâm) bazı imtiyazlar bahşetmiştir, bunları ondan başka kimseye vermemiştir. Söz gelimi, beldeler ahâlisinden Allah´ın fey kıldığı şeyler (  hassaten) Allah ve Resûlü´ne aittir. Allah Resûlü (  aleyhissalâtu vesselâm) Benî Nadir´in mallarını aranızda taksim etti. Allah´a kasem olsun, o işte, kendisini size tercih etmedi, sizi bırakıp, onu kendisi almadı. (  Nitekim, onu aranızda dağıttı.) Sâdece şu mal (  kendisine) kaldı. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bundan (  ailesinin) yıllık nafakasını alır, mütebâkisini beytü´lmale koyardı" dedi." [Buhârî, Ferâiz 3, Humus 1, Cidâd 80, Meğâzî 14, Tefsir, Haşr 3, Nafakat 3, İ´tisam 5; Müslim, 48, (  1757); Tirmizî, Siyer 44, (  1619); Ebu Dâvud Harac 19, (  2963, 2964, 2965, 2967); Nesâî, Fey 1, (  7, 136, 137).][291]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu rivayette, Hz. Ali ile Hz. Abbâs arasındaki ihtilâf mevzuu nedir açık olarak belli değil. Bu husus, rivayetin başka vecihlerinde tasrih edilmiştir. Buharî´nin bu rivayetinde  :  "...onlar Allahu Teâlâ´nın Benî Nadir´den Resûlü´ne fey kıldığı mallar hususunda ihtilâfa düşmüşlerdi" denir. Hattâ, Müslim´in rivayetinde Hz. Abbas (  radıyallahu anh), Hz. Ali´yi galiz tâbirler kullanarak, Hz. Ömer (  radıyallahu anh)´e şikâyet eder  :  "Ey mü´minlerin emîri, benimle şu yanılgân[292], günahkâr, haksız ve hâin arasında hükmet!" der.

2- Müteakip hadis de aynı vak´ayı anlattığı ve bu rivayeti de aydınlatıcı mahiyette olduğu için, onu da kaydedip gerekli bazı açıklamaları en sonda sunacağız.[293]



ـ27ـ وفي رواية  :  ]ثُمَّ يَجْعَلُ مَا بَقى مُجْعَلَ مَالِ اللّهِ تَعالى؛ ثُمَّ قَالَ  :  أنْشُدُكُمْ بِاللّهِ الَّذِى بِإذْنِهِ تَقُومُ السَّماءُ وَا‘َرْضُ أتَعْلَمُونَ ذلِكَ؟ قَالُوا نَعَمْ؛ ثُمَّ نَشَدَ

عَبَّاساً وَعَلِيّاً بِمثْلِ مَا نَشَدَ بِهِ الْقَوْمَ فَقَاَ نَعَمْ. قَالَ فَلَمّا تُوُفِّىَ رسولُ اللّه # قَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  أنَا وَلىُّ رَسُولِ اللّه # فَجِئْتُمَا تَطْلُبُ أنْتَ مِيرَاثَكَ مِنِ ابْنِ أخِيكَ، وَيَطْلُبُ هذَا مِيرَاثٍ امْرَأتِهِ مِنْ أبِيهَا. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قالَ رسولُ اللّه #  :  َ نُورَثُ مَا تَرَكْنَا صَدَقَةٌ ثُمَّ اتَّفَقْتُمَا ثُمَّ تُوُفِّىَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَأنَا وَلِىُّ رسولِ اللّه # وَوَلِىُّ أبى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَوَلَيتُهَا ثُمَّ جِئْتَنِى أنْتَ وَهذا وَأنْتُمَا جَمِيعٌ وَأمْرُكُمَا وَاحدٌ. فَقُلْتُمَا ادْفَعْهَا إلَيْنَا، فقُلْتُ  :  إنْ شِئْتُمَا دَفَعْتُهَا إلَيْكُمَا عَلى أنَّ عَلَيْكُمَا عَهْدَ اللّهِ أنْ تَعْمََ فِيهَا بِالَّذِى كانَ يَعْمَلُ فِيهَا رسولُ اللّه # فَأخَذْتُمَاهَا بذَلِكَ؛ أكَذلِكَ؟ قاَ نَعَمْ. قالَ  :  ثُمَّ جِئْتُمَانِى قْضِىَ بَيْنَكُمَا؟ َ وَاللّهِ َ أقْضِىَ بَيْنَكُمَا بِغَيْرِ ذلِكَ حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ فَإنْ عَجَزْتُمَا عَنْهَا فَرُدَّاهَا إلىَّ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين.»دَفَّ« يقال دفت دافة من ا‘عراب إذا جاءوا إلى المصر. »وَالرَّضْخُ« العطاء القليل »وَاتَّئدُوا« أمر بالتأنى والتثبت في ا‘مر. »وَالرَّهْطُ« الجماعةُ من الرجال دون العشرة. »والفَئُ« ما أخذ من كافر بقتال. »اسْتِئْثَارُ« استبداد بالشئ وانفراد به .



27. (  1127)- (  Yukarıdaki vak´a ile alâkalı olan) bir rivayet şöyledir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) (  yıllık ihtiyacını aldıktan sonra) geri kalanı Allah´ın malı kılar (  Beytu´lmâle koyar) idi." Ömer (  radıyallahu anh) sonra (  cemaate yönelerek) dedi ki  : 

"Arz ve semânın izniyle ayakta durduğu Zât aşkına sizden soruyorum, bunu biliyor musunuz "

Onlar  :  "Evet!" dediler. Sonra Hz. Ömer teker teker, Hz. Abbâs ve Hz. Ali´ye yönelerek, öbür cemaate yaptığı gibi, aynı şekilde yemin vererek bu hususu bilip bilmediklerini sordu. Her ikisi de  :  "Evet, biliyoruz!" dediler. Sonra Hz. Ömer (  radıyallahu anh) sözüne devam etti  :  "

(  Hatırlayın! Siz,) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, Ebu Bekir´e bu meseleyi götürdünüz. O, size  :  "Ben Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın velisiyim, ikiniz bana ihtilâfınızı getirdiniz, sen ey Abbâs, kardeşin oğlunun mirasını taleb ediyorsun, sen de ey Ali, hanımın Fâtıma´nın babasından olan mirasını taleb ediyorsun" dedi ve devamla  :  "Ebu Bekir (  radıyallahu anh) size, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü hatırlattı  :  "Bize vâris olunmaz. Her ne bıraktı isek sadakadır." Siz ikiniz (  onu ithamda) ittifak ettiniz. (  Allah biliyor o, bu tatbikatta doğru, iyi, isabetli ve hakka uygun hareket ediyordu. Sonra Ebu Bekir (  radıyallahu anh) vefat etti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve Ebu Bekir´in velisi ben oldum, böylece o malın sorumluluğu bana geçti. Allah biliyor, bu işte ben de doğru, iyi, isâbetli ve hakka uygun hareket ediyorum. Şimdi (  ey Abbâs!) sen ve Ali bana geldiniz. Meseleniz aynı mesele. Bana  :  "(  Benî Nadir´den kalan fey malını) bize ver!" diyorsunuz. Ben de şu cevabı veriyorum  :  "Dilerseniz, bir şartla o malı size vereyim. O şart da şudur  :  "Bu malı, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), (  Ebu Bekir ve sorumluluğunu aldığım günden beri ben) nasıl kullandı isek sizin de öyle kullanacağınıza dâir Allah´a söz vermenizdir. Onu bu şartla aldınız mı Tamam mı " Onlar  :  "Evet!" dediler. Hz. Ömer de  :  "Sonra siz bana aranızda (  başka şekilde) hükmedeyim diye (  mi) geldiniz. Hayır, vallahi aranızda, kıyamet kopuncaya kadar, bundan başka bir hüküm veremem. Bu şartı yerine getirmede âciz kalırsanız, malı bana iade ediverin" dedi. (  Kaynaklar önceki rivayette kaydedilenlerdir.)[294]



AÇIKLAMA  : 



1- Hadisin bazı vecihlerini Buhârî Kitâbu´l-Ferâiz´de  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Bize vâris olunmaz, her ne bırakmışsak sadakadır" hadisi babı" başlığını taşıyan babta kaydeder. Hadis, görüldüğü üzere, Buhârî´nin muhtelif bölümlerinde farklı vecihleriyle kaydedildiği gibi, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Nesâî´de de farklı vecihleriyle kaydedilmiştir.

2- Hâdisenin kısaca özeti şudur  :  Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ ın amcası Abbâs´la Hz. Ali (  radıyallahu anhümâ), Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın terekesi sayılan Benî Nadir Yahudilerinden kalan[295] fey malı hususunda ihtilâfa düşerek Halife Hz. Ömer´e müracaat ederler. Hz. Ömer, onlara aynı meseleden dâvâcı olarak daha önce, Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh)´e de müracaat ettiklerini hatırlatarak, Hz. Ebu Bekir´in kendilerine Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın  :  "Kimse bize vâris olamaz, bıraktıklarımız sadakadır" meâlindeki hadisini hatırlatarak onlara bu maldan hak tanımadığını hatırlatır ve kendisinin de aynı kanaatte olduğunu ifade der. Bu malın tasarrufunu şartlı olarak kendilerine bırakabileceğini söyler.

3- Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) adı geçen (  Benû Nadir, Hayber, Fedek) fey mallarından hissesine düşeni, sağlığında kendisinin ve ailesinin ihtiyaçları için harcamış, artan malı Müslümanların maslahatı, at, silah alımı gibi umumî hizmetlerde harcamış idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince önce kızı Fatıma (  radıyallahu anhâ), Halife Hz. Ebu Bekir´e gelerek bu malları tevârüs usûlünce temellük etmek istemiş ise de, Hz. Ebu Bekir (  radıyallahu anh)  :  "Bize tevârüs olunmaz, bıraktığımız her şey sadakadır" meâlindeki hadisi hatırlatarak Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bıraktığı mallara miras muamelesi yapılamayacağını söyler. Bunun üzerine, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan altı ay kadar sonra vefat edecek olan Hz. Fâtıma, Hz. Ebu Bekir´e küser ve ölünceye kadar barışmaz.

4- Bu malların bazı rivayetlere göre taksimi, bazı rivayetlere göre de velâyeti (  idaresi) için Hz. Abbas ve Hz. Ali, önce Halife Hz. Ebu Bekir´e, sonra da Halife Hz. Ömer´e çıkarlar. Her ikisi de, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın mezkûr hadisini hatırlatarak ve kendilerince de bilinmekte olduğunu anlayarak isteklerine müsbet cevap vermezler ve reddederler.

5- Hadiste birkaç müşkil  : 

Hadis, pekçok vecihten rivayet edilmiştir ve herbir vechinde bazı farklılıklar mevcuttur ve bir kısım müşkiller ortaya koymaktadır.

a) Bazı vecihlerde Hz.Abbas´ın, Hz.Ali´ye sarfettiği galiz tâbirler. Hatadan, günahtan mâsum olma keyfiyeti Ehl-i Sünnet nazarında sâdece peygamberlere has ise de, yine Ehl-i Sünnet, pekçok âyet ve hadislere dayanarak Ashâb´a karşı edeble mükelleftir. Ashâb arasında birçok siyasî ve sâir ihtilaflar olsa bile birbirlerini galiz tâbirlerle tavsif etmelerine pek rastlanmaz. Hz. Abbas´ın, yeğeni olan Hz. Ali için sarfettiği bu sözler, pek nâdir istisnalardandır. Acaba Hz. Abbâs bunu söylemiş midir Yoksa râvilerden birinin vehmi midir Şârihlerden bazıları bunu reddederek Hz. Abbas´tan, Hz. Ali´ye karşı bu sözlerin sâdır olmayacağını söylemiş ve hatta rivayet esnasında olanı hazfetmiştir. Gerçeği Allah bilir.

Rivayetten bunları hazfetmeyi uygun bulan Mâzirî, Hz. Abbâs´ın gerçekten söylemiş olma ihtimali karşısında şöyle bir izah sunar  :  "En münâsibi, Hz. Abbâs´ın oğlu durumunda olan Hz. Ali (  radıyallahu anhümâ)´ye, nazı geçtiği için bu kelimeleri (  lâtife ve şaka yoluyla) söylemiş olduğunu kabul etmektedir. Maksadı, itikadınca hatalı olan yeğenini bu davranışından vazgeçirmektir. Mezkur vasıflarla, o davranışlara hatâen değil, âmden, kasden girenler tavsif edilebilir." Mâzirî devamla şu mânada açıklamada bulunur  :  "Bu te´vil şarttır, çünkü Hz. Abbas, bu hakâretleri Halife Hz. Ömer ile Hz. Osman, Zübeyr, Abdurrahman İbnu Avf ve Sa´d (  radıyallahu anhüm) gibi, büyük zatların huzurunda sarfetmiş ve bunlardan hiçbiri de reddetme hususunda müdahalede bulunmamışlardır. Halbuki bu zatlar münkeri red ve yalanı tekzib hususunda aşırı titiz insanlardır. Hz. Ali gibi faziletlerle dolu bir zat hakkında bu sözlerin itham maksadıyla söylenmediğini bildikleri için, müdâhale ihtiyacını duymadılar."

Rivayete göre, bu malın tasarrufu, Hz. Ali´nin elinde idi. Hz. Abbâs´ı ondan men etti ve bu hususta ona baskın çıktı, bu sebeple Hz.Ali´yi şikâyet etmiştir.

b) Hadiste gözüken ikinci bir müşkil, aynı mesele üzerinde iki ayrı şikâyetin vukûu. Şöyle ki  :  Rivâyetten sarih olarak anlaşıldığına göre, Hz. Abbâs´la Hz. Ali, önce Hz. Ebu Bekir´e giderler. Hz. Ebu Bekir onları Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bıraktıklarına vâris olunamayacağı hususundaki hadisi onların da bildiğini görüyor. Onlar bunu bile bile, Hz. Ebu Bekir´in vefatından sonra Hz. Ömer´e, -hilâfetinin ikinci senesinde- başvururlar, Hz. Ömer, onlara, daha önce de Hz. Ebu Bekir´e çıktıklarını hatırlatarak taleblerini reddeder.

Burada müşkil şudur  :  Bunlar, bu mala vâris olunamayacağını bildikleri halde niye Hz. Ebu Bekir´e ve sonra da Hz. Ömer (  radıyallahu anhümâ)´e mürâcaat ettiler

İbnu Hacer şöyle cevaplar  :  "Gerek bu iki sâhâbi ve gerekse bunlardan önce Hz. Fatıma, "Bize vâris olunmaz" yasağının bırakılan her mala şâmil olmayıp, bâzılarına mahsus olduğuna inanıyorlardı..."

Hz. Ömer´e ikinci defa çıkışlarıyla ilgili olarak Dârakutnî´nin bir rivayetine atıf yaparak şu açıklamayı el-Kâdî İsmâil´den nakleder  :  "Hz. Abbâs ve Hz. Ali´nin ihtilâfları mezkur malların velayeti (  tasarruf yetkisi) ve (  nasıl, nerelere) sarfedileceği hususunda idi." Ancak İbnu Hacer bunu makul bulmaz. Nesâî´deki rivayetin, bu malın kendilerine pay edilmesi için müracaat ettiklerinde, te´vile hacet bırakmayacak kadar sarâhat olduğunu belirtir.

6- Hz. Ömer, arkadan gelen nesillerce, temellük ifade edecek bir taksimden kaçınmıştır. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve bir müddet de kendisi tarafından tasarruf edildiği şekilde tasarruf etmeleri kaydıyla velâyeti, yani bu malları kaideye uygun şekilde kullanma yetkisini onlara bırakmıştır.

7- Bu malların akibeti  : 

İbnu Hacer, ihtilâf konusu bu emlâkin akibeti ile ilgili şu bilgiyi kaydeder  :  "Hz. Ali´nin elinde idi... sonra Hasan ve Hüseyin´e geçti, sonra Ali İbnu´l-Hüseyin ve Hasan İbnu Hasan´a, sonra Zeyd İbnu Hasan´ın eline geçti... Sonra Abdullah İbnu Hasan´ın eline geçti. İdâreyi Abbâsoğulları ele geçirinceye kadar böyle devam etti. Abbasiler başa gelince el koydular.

El-Kâdî İsmail şu bilgiyi vermiştir  :  Bu mülkten Hz. Abbâs´ın vazgeçmesi Hz. Osman zamanında olmuştur.

İbnu Hacer, "ikinci asrın başına kadar, halifeden, velâyet yetkisi alanlarca, mahsulatın Medine ahalisinden muhtaç olanlara harcamak suretiyle tasarrufa devam edildiğini, daha sonra ahvalin değiştiğini" söyler.

8- Hadisten çıkarılan hükümler  :  Bu hadisten çıkarılan hükümlerden bazıları şunlardır  : 

1- Bir kabilenin idâresini, içlerinden büyük olanın üzerine alması gerekir. Çünkü, herkesin halini en iyi o bilir.

2- İmam, şerif kimseye ismiyle hitab edebilir, ismini terhimle de söyleyebilir.[296]

3- İmamdan, kişi velayet hakkını isteyebilir, ancak bunu rıfkla yapmalıdır.

4- Büyüklerin kapıcı tutmasının cevâzı, imamın yanında oturma, hâkimin infazı sırasında şefaat, verdiği hükmün esbab-ı mucibesini hâkimin açıklaması gibi hususların caiz olduğu rivayette gözükmektedir.

5- İmam vakfa nezaret etmek üzere, kendi yerine bir başkasını kayyim yapabilir. Kayyimliğe iki kişiyi tayin edebilir ve hatta gerekiyorsa daha fazla kayyim de tutabilir.

6- Aşırı zâhid geçinenlerin iddiası aksine, evde yıllık erzakın depolanması câizdir, bu tevekküle mani değildir.

7- Akar sahibi olunabilir, bunlar işletilebilir. Akar dışında da nemalanacak mal edinilebilir; ticâret, zirâat vs. gibi.

8- Bir meselede yeni bir delil ikame edildiği takdirde imam onu esas alır ve muktezasına göre amel eder.

9- Hâkimin ilmiyle amel etmesi câizdir.

10- Tâbi olanlar, büyükte bir tutukluk görürlerse, büyük, sözle onlara açılmayınca, tâbiler büyüğün yanında sükût etmelidirler.

11- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) fey´den ganimetin humsundan, kendi ihtiyacı ile ailesinin ihtiyacından fazla bir şey tutmuyordu. Bu miktardan fazlasında, taksim ederek dağıtma veya atiyyede bulunma hususlarına yetki sahibi idi.

12- Fakih ve âlimlerin, başkalarınca bilinen bazı şeyleri bilmemeleri ayıp değildir.[297]



ـ28ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]أُتِىَ النَّبىُّ # بِمَالٍ مِنَ الْبَحْرَيْنِ فقَالَ انْثُرُوهُ في المَسْجِدِ، وكانَ أكْثرَ مَال أُتى بِهِ رسولُ اللّه #، فَخَرَجَ رسولُ اللّه # إلى الصََّةِ وَلَمْ يَلْتَفِتْ إلَيْهِ. فَلَمَّا قَضَى الصََّةَ جَاءَ فَجَلَسَ إلَيْهِ فَمَا كانَ يَرَى أحَداً إَّ أعْطَاهُ فَجَاءَ الْعَبَّاسُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَالَ  :  يَا رسوُلَ اللّه أعْطِنِى فإنِّى فَادَيْتُ نَفْسِى وَفَادَيْتُ عَقِيً. فقَالَ  :  خذْ فَحَثَى في ثَوْبِهِ ثُمَّ ذهَبَ يُقِلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ فقَالَ يَارسُولَ اللّه  :  مُرْ بَعْضُهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ. فقَالَ  :  َ. قَالَ  :  فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قال َ. قاَلَ  :  فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ ذَهَبَ يُقلُّهُ فَلَمْ يَسْتَطِعْ. فقَالَ  :  مُرْ بَعْضَهُمْ يَرْفَعْهُ إلىَّ . قَالَ  :  َ. قَالَ فَارْفَعْهُ أنْتَ عَلىَّ. قَالَ  :  َ. فَنَثَرَ مِنْهُ ثُمَّ احْتَمَلَهُ فَألْقَاهُ عَلى كاهِلِهِ، ثُمَّ انطَلَقَ فمََا زَالَ رسول اللّه #

يُتْبِعُهُ بَصَرَهُ حَتَّى خَفِىَ عَلَيْهِ عَجَباً مِنْ حِرْصِهِ. فَمَا قَامَ رسولُ اللّه # وَثَمَّ مِنْهُ دِرْهُمٌ[. أخرجه البخارى .



28. (  1128  )- Hz. Enes (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a Bahreyn´den bir mal getirildi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Bunu mescide dökün" dedi. Bu mal (  şimdiye kadar) Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a gelenlerin en çok olanı idi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) namaza gitti ve mala hiç nazar etmedi. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu. Derken amcası Abbâs (  radıyallahu anh) geldi ve  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, bana da ver. Zîra ben hem kendimin, hem de Akil´in (  esaretten kurtuluş) fidyesini verdim!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da  :  "Al!" dedi.

Bunun üzerine o da torbasını iyice doldurdu. Sonra onu sırtlamaya çalıştı, ancak muvaffak olamadı.

"Ey Allah´ın Resûlü, birilerine söyle de sırtıma kaldırıversin" dedi ise de  :  "Hayır" cevabını aldı. Bunun üzerine; Abbâs  : 

"Öyleyse sen sırtıma kaldırıver!" dedi. Yine  :  "Hayır!" cevabını aldı. Bunun üzerine Abbâs, torbadan bir miktarını döktü, tekrar sırtlamaya çalıştı, yine kaldıramadı. Ve  : 

"Birilerine söyle sırtıma kaldırıversin!" dedi. "Hayır!" cevabını alınca, yine  :  "Öyleyse sen kaldırıver" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buna da "Hayır!" deyince Abbâs bir miktar daha boşalttı, sonra kaldırıp omuzuna koyup çekip gitti.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), Abbâs (  radıyallahu anh)´taki para hırsına taaccübünden, bize görünmez oluncaya kadar gözleriyle onu takip etmişti.Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tek dirhem kalmayıncaya kadar oradan ayrılmadı." [Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172).][298]



AÇIKLAMA  : 



1- Başka kaynaklarda, Bahreyn´den gelen bu malın, Medine´ye taşradan gelen ilk haraç malı olduğu, vâli Alâ İbnu Hadramî tarafından gönderildiği, 100 bin dirhem miktarında bulunduğu belirtilmiştir.

2- Hz. Abbâs (  radıyallahu anh)´ın bahsettiği Akîl, Ebu Tâlib´in oğludur. Fidye, Bedir Harbi´yle ilgilidir. Bedir Savaşı sırasında Akîl ve Abbâs (  radıyallahu anhümâ) müşrikler cephesinde savaşa katılmışlar ve her ikisi de esir edilmişti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), o devrin bankerleri arasında yer alan amcası Abbas´tan- "param yok!" demesine rağmen savaşa çıkarken sakladığı yeri ve karısına sır olarak söylediği bazı sözleri de bir mucize olarak hatırlatıp, parasının olduğunu belirterek- kendi kurtuluş fidyesini almakla kalmamış, yeğeni Akîl´in -ve İbnu İshâk´ın belirttiğine göre- esirler arasında yer alan el-Hâris İbnu Nevfel İbnu Hâris İbni Abdilmuttalib´in fidyesini de ondan almıştı.

3- Hadisten çıkarılan bazı hükümler  : 

* Bu hadiste Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın para karşısındaki tutumu gözükmektedir  :  Hiç para tutmamak. Bekletmenin câiz, tasarrufun da kendi yetkisinde olduğu halde, gelen harâc mallarını anında ihtiyaç sahiplerine bol bol dağıtmıştır. Üstelik mal az da olsa çok da olsa iltifat etmemiş, gönül bağlamamıştır.

* İmam, mal-ı mesâlîh´i (  harcama yetkisi kendinde olanı) lâyık olanlara hemen vermeli, harcaması gereken yerlere bekletmeden harcamalıdır.

* Müslümanların müştereken hakları bulunan zekât, sadaka, harac, sadaka-i fıtr gibi malların mescide konması caizdir.

* Mallar, mescidin namaz, cemaat gibi, asıl yapılış gayelerini engellemeyecek şekilde konması gerekir.

* Keza, herkesin istifadesine açık olan içme suyu gibi başka şeylerin de mescide konması caizdir.

* Mescide, adı geçen mallar depolamak maksadıyla değil, dağıtmak maksadıyla konabilir.[299]



ـ29ـ وعن عوف بن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كَانَ رسول اللّه # إذَا أتَاهُ الْفَئُ قَسَّمَهُ في يَوْمِهِ فأعْطى اŒهِلَ حَظَّيْنِ، وَأعْطَى الْعَزَبَ حَظّاً[. أخرجه أبو داود.»اŒهِلُ« بالمد وكسر الهاء  :  المزوج وهو ضد العزب.



29. (  1129)- Avf İbnu Mâlik (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a fey malı gelince, hemen gününde dağıtırdı. Evliye iki hisse, bekâra bir hisse verirdi." [Ebu Dâvud Harâc 14, (  2953).][300]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu hadis, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın fey malını nasıl dağıttığı hususunda açıklık getirmektedir. İki prensip dikkat çekiyor  : 

a) Fey´in bekletilmeyip, hemen dağıtılması.

b) Fey´in dağıtımında eşitliğe değil, ihtiyaç durumuna riâyet edilmesi. Zîra, ilk nazarda evlinin bekârdan daha çok ihtiyaç içinde olacağı kabul edilir.

2- Fey malı deyince ulemâ umumiyetle Müslümanların savaşmaksızın, gayrı müslimlerden aldıkları her çeşit vergileri anlamışlardır  :  Cizye, gümrük, harâc, İslâm diyarında izinle ticaret yapanlardan alınan öşür vs.

3- Fey´in masrafı (  harcama yerleri) hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür  : 

* Fakir, zengin bütün Müslümanların hakkıdır.

* Savaşan askerlere verilecek atiyyeye ve çocukların nafakasına, İslâm´ın ve Müslümanların salâhına olduğuna dair imamın hükmettiği herşeye buradan harcanır.

4- Fey´in taksim tarzı da münâkaşa edilmiştr  : 

* Hz. Ebu Bekir´e göre eşit şekilde dağıtılır. Hz. Ali ve Atâ da bu görüştedir. Şâfiî´nin tercihi de budur.

* Hz. Ömer, Hz. Osman bazı durumlarda tafdile yani bir kısmına az, bir kısmına çok verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. İmam Mâlik bu görüşü tercih etmiştir.

Kûfîler (  Hanefîler), "Bu mesele imamın yetkisine bırakılmıştır, dilerse eşitliğe riayet eder, dilerse tafdile yer verir" demiştir.

Bu görüşlerin herbirini te´yid eden rivayet mevcuttur.

Sadedine olduğumuz rivayet, fey´in eşit değil, ihtiyaç durumuna göre dağıtılması gereğini ifade eder.[301]



ـ30ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # يُعْطى أزْوَاجَهُ مِنْ خَيْبَرَ كُلَّ سَنَةٍ

مِائَةَ وَسْقٍ ثَمَانِينَ وسْقاً مِنْ تَمْرٍ وَعِشْرِينَ مِنْ شَعِيرٍ. فَلَمَّا وُلِّىَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَسَّمَهَا حِينَ أجْلى الْيَهُودَ مِنْهَا فَخَيَّرَ أزْوَاجَ النَّبىِّ # بَيْنَ أنْ يُقْطِعَ لَهُنَّ مِنَ المَاءِ وَا‘رْضِ أوْ يُمْضِىَ لَهُنَّ ا‘وْسَاقَ  :  فَمِنْهُنَّ مَن اخْتَارَ ا‘رْضَ وَالمَاءَ، وَمنْهُنَّ عَائِشةُ وَحَفْصَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما، وَاخْتَارَ بَعْضُهُنَّ الْوَسَقَ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .



30. (  1130)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Hayber mahsulünden her sene zevcelerine yüz vask[302] veriyordu. Bunun seksen vaskı hurma, yirmi vaskı arpa idi. Hz. Ömer (  radıyallahu anh) halife olunca, Hayber´den Yahudileri çıkardığı zaman orayı taksim etti ve Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerini muhayyer bıraktı. Dileyene arâzi ve (  sulama) suyu verecek, dileyene de eskiden olduğu şekilde belli miktardaki vaskı verecekti. Bazıları arâzi ve suyu tercih etti -ki Hz. Aişe ve Hafsa (  radıyallahu anhümâ) bu gruptandı- bir kısmı da kendilerine hurma verilmesini tercih etti." [Buhârî, Hars 8, 9, 11, İcâre 22, Şirket 11, Şurut 5, Meğâzî 40; Müslim, Musâkât 1, (  1551); Ebu Davud, Harâc 24, (  3008  ); İbnu Mâce, Rühûn 14, (  2467).][303]



ـ31ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسول اللّه # غَزَا نَبِىٌّ مِنَ ا‘نْبِيَاءِ عَلَيْهِمُ السََّمُ. فَقَالَ لِقَوْمِهِ َ يَتْبَعْنِى رَجُلٌ مَلكَ بُضْعَ امْرَأةٍ وَهُوَ يُرِيدُ أنْ يَبْنِىَ بِهَا، وَلَمَّا يَبْنِ بِهَا وََ أحَدٌ بَنَى بُيُوتاً وَلَمْ يَرْفَعْ سُقُوفَهَا، وََ رَجُلٌ اشْتَرى غَنَماً أوْ خَلِفَاتٍ وَهُوَ يَنْتَظِرُ وََدَهَا. فَغَزا فَدَنَا مِنَ الْقَرْيَةِ صََةَ الْعَصرِ أوْ قَرِيباً مِنْ ذلِكَ. فقَالَ لِلشَّمْسِ إنَّكِ مَأمُورَةٌ وَأنَا مَأمُورٌ  :  اللَّهُمَّ احْبِسْهَا عَلَيْنَا فَحُبِسَتْ حَتَّى فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ فَجَمَعَ الْغَنَائِمَ فَجَاءَتْ  :  يَعنِى النَّارُ لِتَأكُلَهَا فَلَمْ تَطْعَمْهَا. فَقَالَ  :  إنَّ فِيكُمْ غُلُوً فَلْيُبَايِعْنِى مِنْ

كُلِّ قَبِيلَةٍ رَجُلٌ. فَلَزِقَتْ يَدُ رَجُلٍ بِيَدِهِ؟ فقَالَ  :  فِيكُمُ الْغُلُلُ فَلْتُبَايِعْنِى قَبِيلَتُكَ فلَزِقَتْ يَدُ رَجُلَيْنِ أوْ ثََثَةٍ بِيَدِهِ فقَالَ فِيكُمُ الْغُلُولُ. فَجَاءُوا بِمِثْلِ رَأسِ بَقَرَةٍ مِنَ الذَّهَبِ فَوَضَعَهَا فَجَاءَتِ النَّارُ فَأكلتْهَا. فَلَمْ تُحَلَّ الْغَنَائمُ ‘حَدٍ قَبْلَنَا. ثُمَّ أحَلَّ اللّهُ تَعالى لَنَا الْغَنَائمَ لَمَّا رَأى مِنْ عَجْزنَا وَضَعْفِنَا فَأحَلَّهَا لَنَا[ .



31. (  1131)- Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Peygamberlerden (  aleyhimüsselam) biri, gazveye çıktı da kavmine  :  "Nikâhla bağlanıp, gerdeğe girmek istediği halde henüz gerdek yapmadığı kadını olan benimle gelmesin, keza bina yapıp henüz çatısı atılmamış inşaatı olan da gelmesin, keza gebe koyun veya develer satın alıp doğurmalarını bekleyeniniz varsa o da gelmesin" dedi.

Gazveye çıktı. Derken tam ikindi namazı sırasında veya buna yakın bir zamanda (  fethedeceği) beldeye yaklaştı. Güneş´e  :  "Sen bir memursun, ancak ben de bir memurum" dedi ve Allah´a yönelerek  :  "Ey Rabbim, şu güneşi bize durdur (  da namazımız geçmesin!)" diye dua etti. Güneş, o yerlerin fethini Allah müyesser kılıncaya kadar durduruldu. Sonra elde edilen ganimetleri topladılar. Toplanan ganimetleri yemek üzere ateş geldi. Fakat ateş tatmadı bile. Bunun üzerine Peygamber  : 

"İçinizde ganimetten çalan bir hırsız var, her kabileden bir kişi bana biat etsin!" dedi. Bu suretle ona biat etmeye başladılar. Derken bir adamın eli peygamerin eline yapışıp kaldı."Hırsız bu kabilede. Kabilenin her ferdi bana teker teker biat etsin!" dedi.

Biat etmeye başladılar. İki veya üç kişinin eli O´nun eline yapıştı kaldı. "Ganimet hırsızı sizde" dedi.

Öküz başı kadar iri bir altın getirdiler. Ganimet yığınının içine o da atıldı. Ateş gelip ganimeti yedi.

Bilesiniz, bizden önce hiçbir ümmete ganimet helal kılınmamıştır. Ganimetleri Allah sadece bize helâl kıldı. Bu da, bizde gördüğü aczimiz ve za´fımız sebebiyledir. [Buhârî, Humus 8, Nikâh 58; Müslim, Cihad 32.][304]



AÇIKLAMA  : 



1. İbnu Hacer´in sunduğu bilgilere göre burada zikri geçen peygamber Yûşa aleyhisselam´dır, fethettiği yer de Filistin´deki Eriha kasabasıdır. Bu tafsilat Hâkim´in Ka´bu´l-Ahbâr´dan kaydettiği bir rivayette gelmiştir. Mamafih, Ahmed İbnu Hanbel´in merfu bir rivayetinde, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Güneş´in Yûşa aleyhisselam için durdurulduğunu haber vermiştir. إِنَّ الشَّمْسَ لَمْ تُحْبَسْ لِبَشرٍ إَِّ لِيُوشَعَ

بْنِ نُونِ لَيَالَى سَارَ إلى بَيْتِ الْمَقْدِسِ

Hz. Davud (  aleyhisselam) ile Hz. Süleyman (  aleyhisselam) için de güneşin durdurulduğuna dair rivayet mevcut ise de, muhaddisler bunların zayıflığına dikkat çekerler. Hz. Musa için de fecrin doğması geciktirilmiştir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın duasıyla da Güneş´in batmasına birkaç sefer Cenab-ı Hakk´ın gecikme halkettiği muteber rivayetlerde gelmiştir. Esmâ Bintu Ümeys (  radıyallahu anhâ)´in rivayetine göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gün Hz. Ali efendimizin dizleri üzerinde uyurken, ikindi namazının vakti çıkar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın duası üzerine Güneş geri çıkar. Aleyhisselam Efendimiz namazlarını kılarlar, sonra tekrar batar.

İbnu Hacer bunun pek bâhir bir mucize olduğunu belirttikten sonra, bu rivayeti mevzu addetmiş olan İbnu´l-Cevzî ile İbnu Teymiyye´nin hata ettiklerini belirtir.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın duasıyla, Hendek Harbi sırasında da -ikindi namazını kılması için- Güneş´in te´hirine dair rivayet mevcuttur.

Bu sadedde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la ilgili üçüncü bir rivayet daha var  :  Mirac mucizesini anlatırken Kureyşliler´e, kervanlarını gördüğünü, Güneş´in doğmasıyla birlikte geleceğini söyler. Güneş için Allah´a dua eder ve kervanın gelişine kadar Güneş´in doğması durdurulur.

Şu halde bu büyük mucizenin Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hayatında üç sefer vukûu mevzubahistir.

2- Bu rivayette "inşaatına başlanıp çatısı atılmayan binası olan" tâbiri geçer ise de "Nesâî´de gelen bir rivayette  :  "Bina yapıp da içine oturmayan.." tâbiri geçer. İnşaatına başlayıp da çatısını atmadan veya başladığı nikâhın zifâfını yapmadan cihada çıkmanın yasaklanması, gönlün bu işlere takılıp kalacağı içindir. Her ne kadar çatısı atılan binaya, gerdeği yapılan evliliğe de gönül takılıp kalacak ise de, yarım hâli kadar şiddetli olmayacaktır. Aradaki ciddî derece farkı sebebiyle ikinci durumda cihâda katılmaya ruhsat verilmiştir.

3- Rivayette, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), daha ziyâde ganimetle ilgili bilgi vermek istemektedir  : 

* Ganimet, önceki ümmetlere haramdır. Düşmandan elde edilen ganimetlerin hiçbirinden istifâde edilmemektedir. Ganimet, bir yere yığıldıktan sonra, kazanılan zaferin şükrânı olarak bir nevi kurban kılınmakta idi. Gökten inen ateşin bunu yakması, kurbanın kabûl edildiğine delil oluyordu. Rivayette, ganimete çalıntı girmesi sebebiyle ihlâs çıktığı için, ateş yakmamıştır. Said İbnu Müseyyeb´in rivâyeti, bu ateşin insanlar tarafından yakılmayıp gökten indiği hususunda sarihtir  :  وَكَانُوا إِذَا غَنَمَُوا غَنِيمَةً بَعَث اللّهُ عَلَيْهَا النَّارَ فَتَأْكُلُهَا

"O zamanlar, insanlar bir ganimet elde edince, Allah ateş gönderirdi, o da ganimeti yerdi."

* Hadiste, "yaktı" yerine "yedi", "tattı" gibi değişik tâbirler kullanılmıştır. Bunda mübâlağa kasdı olduğu gibi, hâdisenin normal bir "yakma" olmadığını belirtmek kasdı da düşünülebilir.

4- Hadis, Ümmet-i Muhammed´e bahşedilen bir hususiyetin, ganimetin helâl kılınması olduğunu belirtir. Bu ilk defa Bedir Harbi´nde teşrî edilmiştir. O zafer üzerine gelen âyet-i kerime  :  فَكُلُوا مِمَّا غنِمْتُمْ حََ ً طَيِّبًا "Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helâl olarak yiyin.." (  Enfal 69).

Ancak yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, Müslümanlar´ın ilk ele geçirdikleri ganimet, Bedir Savaşı´ndan iki ay kadar önce gerçekleştirilen Abdullah İbnu Cahş´ın seriyyesinde elde edilen ganimettir. Abdullah (  radıyallahu anh)´ı Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), hepsi muhâcir 12 kişilik bir birlikle Nahle cihetine göndermişti. İbnu Sa´d bu seriyyede elde edilen ganimetin "hums"u alınan ilk ganimet olduğunu belirtir ve  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ganimeti hemen taksim etmeyip, sakladığına ve Bedir ganimetiyle birlikte taksim ettiğine dair rivayet var" der.

Şu halde, ilk ganimetin Abdullah İbnu Cahş Seriyyesi´nin ganimeti olması ile, ganimetle ilgili âyetin Bedir Savaşı vesilesiyle gelmiş olması arasındaki teâruz giderilmiş olmaktadır  :  "O ilk olmasına rağmen, Bedir Gazvesi´yle ilgili olarak gelen âyetin ahkâmına göre, humus esası üzerine taksim edilmiş olmaktadır.

Ümmet-i Muhammed´e ganimetin helâl kılınması, gulûlün gizlenip yüze vurulmaması, cihadın kabul edilmeme fezâhetinin örtülmesi, nebilerinin Allah indindeki şerefinden ileri gelen İlâhî lütuflardır. Bu lütuflara karşı Rabbimize hamdediyoruz.

5- Hadis, evlilik, inşaat, hayvan yavrusu beklemek gibi, dünya "zinet"lerinin kişinin kalbini ciddî surette meşgul edip tûl-i emel denen ebedî yaşayacakmış düşüncesine atıp, ciddî şekilde âhirete yönelmeye engel olduğunu belîğ bir şekilde ifade etmektedir. İnsanı bu vartaya atan dünyalıkların bu üç şeyden ibaret olmadığını, başka şeylerin de aynı ölçüde menfi câzibe sahibi olabileceğini, hadisin Saîd İbnu´l-Müseyyeb rivayetinde gelen şu ziyade ifade etmektedir  :  اَوْلَهُ حَاجَةٌ فِى الرُّجُوعِ "...veya geri dönme ihtiyacı içinde olan kimse de (  benimle gelmesin)."

6- Hadis, ciddî ve mühim işlerin, kalbi sâkin, irâdesi sağlam kimselere verilmesi gereğine irşâd etmektedir. Çünkü, meşguliyeti, takıntısı olan kimsenin azmi zayıf, şevki az olur. Elbette ki kalbin alâkası ikiye, üçe bölündü mü, diğer organların faaliyeti zayıflar ve verim düşer.

7- Hadis, sefîhlerin fiilleri sebebiyle bir cemaatin cezaya mâruz kalacağına delil olmaktadır.

8- Aslolan zâhire göre hükmetmek ise de, bu rivayet, peygamberlerin, bâzan bâtınî duruma göre de hüküm verebileceklerini göstermektedir.[305]



ـ32ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال  :  ]قَامَ فِينَا رسول اللّه # ذَاتَ يَوْمٍ فَذَكَر الْغُلُولَ وَعَظّمَهُ وَعَظَّمَ أمْرَهُ حَتَّى قال  :  َ ألْفِيَنَّ أحَدَكُمْ يَجئُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى رَقَبَتِهِ بَعِيرُ لَهُ رُغَاءً فَذَكَرَ جَمِيعَ الْكُرَاعِ وَالمَتَاعِ، فَيَقُولُ يَارسول اللّه أغِثْنِى فَأقُولُ َ أمْلِكُ لَكَ شَيْئاً قَدْ أبْلَغْتُكَ[. أخرجه الشيخان .



32. (  1132)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir gün kalkıp gulûl´ü (  yani ganimet malından çalma) hatırlattı, bunun kötülüğünü, günahının büyüklüğünü belirtti ve bu meyanda şunları söyledi  : 

"Sakın sizden birini, kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde bana gelmiş  :  "Ey Allah´ın Resûlü, bana yardım et!" diye yalvarıyor ve kendimi de cevaben  :  "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" der bulmayayım..." Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu tarzda hayvanları ve diğer ganimet mallarını teker teker zikretti." [Buharî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24, (  1831).][306]



AÇIKLAMA  : 



1- Gulûl  :  Hıyânet demektir. Ancak, daha ziyade ganimet malında yapılan hıyânete, hırsızlığa ıstılah olmuştur. Bunun büyük günahlardan olduğu hususunda ulemâ icma etmiştir. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in bir kısım başka hadisleri nazar-ı dikkate alınınca, devlet malından, kanunsuz olarak alınan her şey "gulûl"dür. Tirmizî´nin bir rivayetinde, Hz. Muâz´ı Yemen´e gönderirken ona yaptığı talimat meyanında şöyle buyurmuştur  :  "Benim iznim olmadıkça hiçbir şeye dokunmayacaksın. Zira bu, gulûl´dür. Kim gulûlde bulunursa kıyamet günü çaldığı şeyle birlikte gelir..." Keza Rıhu´lhamra hadisinde, kıyametin 15 alâmetinden biri olarak emânetin (  devlet malının, memurlar tarafından) helâl addedilmesi zikredilir. Şu halde devlet malı bu meselede ganimet mesâbesindedir, kanunsuz tasarruf, gulûldür.

2- Sadedinde olduğumuz hadis-i şerifte Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demek istemiştir  :  "Sakın ganimetten (  ve devlet malından) çalıp da bunun günâhından gelecek azablar sebebiyle kıyamet günü benden şefâat taleb etmeyin. Ben bunun günah olduğunu tebliğ etmiş bulunduğum için bu çeşit günahlarınıza hiçbir şefaatte bulunmam.

"Bir başka hadiste  :  إِيَّاكُمْ وَالْغُلُول فإنَّهُ عار علَى أهْلهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

"Ganimet hırsızlığından kaçının. Çünkü o, kıyamet günü, işleyene büyük bir ar olacaktır."

3- Hadisin aslı uzundur, ganimetten çalınabilecek birçok hayvan ve mal fiilen zikredilerek açık bir şekilde, hırsızın kıyamet günündeki perişan hali tasvir edilmiştir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) muhatap üzerinde daha müessir olmak için tekrarlı uzun tasvirden kaçınmamıştır. Şöyle devam eder  : 

"... Sakın sizden birinizi, kıyamet günü boynunda kişnemekte olan bir at olduğu halde bana gelerek  :  "Ey Allah´ın Resûlü!, beni kurtar!" derken ben de kendimi  :  "Sana hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diye cevap verirken bulmayayım!

Sakın sizden birinizi kıyamet günü boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde bana gelip  :  "Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar!" derken, kendimi de  :  "Sana hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diye cevap verir bulmayayım!

Sakın sizden birinizi, kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek  :  "Ey Allah´ın Resulü, beni kurtar!" derken kendimi de  :  "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diye cevap verir bulmayayım.

Sakın sizden birini, kıyamet günü boynunda dalgalanan giyecekler olduğu halde gelerek  :  "Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar!" derken, kendimi de  :  "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim!" diye cevap verir bulmayayım.

Sakın sizden birini kıyamet günü, boynunda (  altın, gümüş gibi) cansız mal olduğu halde gelip  :  "Ey Allah´ın Resûlü, beni kurtar" derken, kendimi de  :  "Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diye cevap verir bulmayayım."

4- Bazı âlimler, bu hadisin وَمَنْ يَغْلُلَ يَأْتِ بِمَاغَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ meâlen  :  "Kim hainlik eder (  ganimet ve âmmeye âit hâsılattan bir şey aşırır) ise, kıyamet günü hainlik ettiği o şey(  in günahını)i yüklenerek gelir" (  Âl-i İmran 161) âyetini tefsir ettiğini söylemiştir.

Âyette yüklenilecek şey günah mı, bizzat o mal mı mübhem ise de bizzat malın kendisi olması daha zâhirdir. Burada  :  "Altın, gümüş gibi ağırlıkça, meselâ deveden çok hafif olduğu halde, kıymetçe ondan çok fazla olan eşyaların taşınması aynı cezayı vermez" gibi bir itiraz yersizdir, zîra, hadis ve âyet, bu çirkin amelde bulunanların kıyamet günü teşhir edilerek, o büyük kalabalık içinde rezil ve rüsvay olabileceğini ifade etmektedir, ceza ağırlık, veya hafiflikle değil, rüsvay edilmek suretiyle verilecektir.

5- Ganimet taksim edilmezden önce çalan kimsenin, çalıntıyı taksimden önce iade etmesi gerekir, bu hususta icma var. Taksimden sonraya kalınca, Sevrî, Evzâî, el-Leys ve İmam Mâlik´e göre beşte birini imama verip, geri kalanını tasadduk etmelidir.

Şâfiî hazretleri  :  "Mülkü ise tasaddukla yükümlü olmaz; mülkü değilse, başkasının malıyla tasadduk etmesi câiz olmaz, doğru olanı, tıpkı yitmiş mal gibi, tamamını imama teslim etmesidir" der.

6- Ganimetten çalan kimsenin cezası hususunda âlimler ihtilâf etmiştir. Cumhur  :  "İmamın uygun bulacağı bir ta´zir cezası verilir" demiştir. Ebu Hanife, Şâfiî ve Mâlik hazretleri hep bu görüştedirler. Bunlara göre, bu mal imha edilmez. Ancak Hasan-ı Basrî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Mekhûl ve Evzâî´ye göre bütün eşyası yakılmalıdır. Hasan Basrî, hayvan ve Mushaf´ın yakılmaması gerektiğini belirtmiştir.

7- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ganimetten bir ayakkabı bağı, bir iğne bile çalan kimsenin şehid olamayacağını açık bir dille mükerreren ifade etmiştir.

NOT  :  Gulûlde bulunan kimsenin eşyalarının yakılması meselesi 1137. hadiste gelecek. [307]



ـ33ـ عن سَمُرَة بنِ جُندب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قالَ رسولُ اللّهِ # مَن كَتَمَ غَاًّ فإنَّهُ مِثْلُهُ[ .



33. (  1133)- Semüre İbnu Cündeb (  radıyallahu anh), Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini haber verdi  :  "Kim ganimet hırsızını gizlerse bu da onun gibi olur." [Ebu Dâvud, Cihâd 146, (  2716).][308]



AÇIKLAMA  : 



Ganimetten çalmanın ciddiyetini ortaya koyan bir rivayet dahi budur. Zîra bu hadisle, gören kişiye ihbar etme mesuliyeti yüklenmektedir. "Bu da onun gibidir" ifadesi, gizleyen kimsenin günahta ve cezada hırsıza ortak olacağını belirtmektedir.[309]



ـ34ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا أصَابَ غَنِىمَةً أمَرَ بًِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَنَادَى في النَّاسِ فَيَجِيئُونَ بِغَنَائمِهمْ فَيُخَمِّسُهُ وَيَقْسِمُهُ. فَجَاءَ رَجُلٌ يَوْماً بَعْدَ النِّدَاءِ بِزِمَامٍ مِنْ شَعَرٍ. فَقَالَ يَارسولَ اللّهِ هذَا كانَ فِيمَا أصَبْنَاهُ مِنَ الْغَنِيمَةِ. فقَالَ أسَمِعْتَ بًَِ يُنَادِى ثَثاً؟

قَال فَما مَنَعَكَ أنْ تَجِئَ بِهِ؟ فَاعْتَذَرَ إلَيْهِ. فقَالَ  :  كََّ، أنْتَ تَجِئُ بهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَلَنْ أقْبَلَهُ عَنْكَ[. أخرجهما أبو داود .



34. (  1134)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bir ganimet ele geçirilince, Hz. Bilâl (  radıyallahu anh)´e emrederdi, o da halka yüksek sesle duyulur, askerler de ganimet olarak ne ele geçirmişse getirip teslim ederdi. Peygamberimiz (  aleyhissalâtu vesselâm) de önce beşte birini (  humus) alır, geri kalanı taksim ederdi.

Bir gün, (  Bilâl´in) çağırmasından sonra bir adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, ganimet olarak biz de bunu ele geçirmiştik!" dedi.

"Sen, dedi, üç kere bağırdığı vakit Bilâl´i işitmedin mi O zaman niye getirmedin

"Adam, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a (  gecikmenin sebebiyle ilgili olarak kabul görmeyen) özürler beyan etti. Ancak neticede şu cevabı aldı  : 

"Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet günü sen bununla birlikte geleceksin." [Ebu Dâvûd, Cihâd 144, (  2712).][310]



AÇIKLAMA  : 



Tîbî  :  "Aslında ganimetten çalan kimsenin de tevbe etme hakkı vardır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu davranışı, gulûlün tevbesi mümkün olmayan bir günah, veya telâfisi, helâllaşılması imkânsız bir zulüm olduğu mânasını taşımaz. Bundan maksad tağliz´dir" der.

Tağlîz, yasağı ifadede sertliğe kaçmak, meselenin ciddiyetini duyurucu ağır bir üslûba ve metoda başvurmaktır.

Mirkat´ın kaydına göre, bâzı âlimler de şunu söylemişlerdir  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu malı ondan kabul etmedi, zîra bu malda, ganimete hak kazanmış olan bütün askerlerin hissesi vardı. Onlar dağılmış olunca sonradan getirilen maldaki hisselerini onlara ulaştırmak imkânsız hale gelmişti. Bu sebeple Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), malı gâsıbın elinde bıraktı, tâ ki günahı üzerinde kalsın."[311]



ـ35ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]كانَ عَلى ثَقَلِ النَّبىِّ # رَجُلٌ يُقَالُ لَهُ كَرْ كَرَةُ فمَاتَ. فقَالَ رسول اللّهِ # هُوَ في النَّارِ. فَذَهَبُوا يَنْظُرُونَ إلَيْهِ فَوَجَدُوا عَبَاءَةً قَدْ غلَّهَا[. أخرجه البخارى .



35. (  1135)- Yine Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ağırlıklarının başını bekleyen Kerkere denen bir zât vardı, derken vefat etti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "O cehennemdedir!" buyurdu. Bu söz üzerine adamı görmeye gittiler. üzerinde, ganimetten çalınmış bir aba buldular." [Buhârî, Cihâd 190; İbnu Mâce, Cihâd 34, (  2849).][312]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayet, ganimetten çalınan şey, değerce düşük veya azıcık bir şey de olsa hırsızın feci âkibete maruz kalacağını gösteren hadislerden biridir. Metinde geçen ve ağırlık diye tercüme ettiğimiz sakal, iyâl (  bakımı üzerinde olanlar) mânasına geldiği gibi, "taşınması zor olan ağır eşyalar" mânasına da gelir. Rivayette adı geçen Kerkere´nin Resûllulah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a savaş sırasında seyislik yapan Nûbi (  Sûdanlı) siyâhî bir kimse olduğu, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a Yemâme´nin şefi Hevze İbnu Ali el-Hanefî tarafından hediye edildiği, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın onu âzad ettiği belirtilir.

Yine Buhârî´de ve Müslim´de gelen bir başka rivayet, Mid´am isminde bir kölenin, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın atını tımar ederken maruz kaldığı kör bir ok sebebiyle hayatını kaybettiği; görenler  :  "Ne mutlu, şehid oldu" deyince Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın müdahale ederek  :  "Hayır, Hayber günü ganimetten çaldığı bir bürgü, üzerinde ateş olmuş yakmaktadır" dediğini belirtir.

Bu hadis, ganimetten çok değil, az da çalınsa haram olduğunu ifade etmektedir.[313]



ـ36ـ وعن زيد بن خالد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]تُوُفِّى رَجُلٌ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّه # يَوْمَ خَيْبَرَ؛ فَذُكِرَ لِرَسُولِ اللّهِ # فقَالَ  :  صَلُّوا عَلى صَاحِبِكُمْ فَتَغَيَّرَتْ وُجُوهُ النَّاسِ لذلِكَ. فقَالَ  :  إنَّ صَاحِبَكُمْ قَدْ غَلَّ في سَبيلِ اللّهِ تَعالى فَفَتَّشْنَا مَتَاعَهُ فَوَجَدْنَاهُ قَدْ غَلَّ خَرَزاً من

خَرَزِ يَهُودَ َ يُسَاوِى دِرْهَمَيْنِ[. أخرجه مالك وأبو داود والنسائى .



36. (  1136)- Zeyd İbnu Hâlid (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Hayber Savaşı sırasında Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashâbından biri öldürülmüştü. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a haber verildi.

"Arkadaşınız üzerine namaz kılın!" dedi. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözü üzerine, halkın çehresi değişmiş, (  bir soğukluk çökmüştü). Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı  :  "Arkadaşınız Allah için cihad sırasında ganimetten çalmıştı!"

Bunun üzerine, maktûlün eşyasını karıştırdık. Yahudilere ait boncuk kolyelerden iki dirhem bile etmeyen bir kolyeyi çalmış olduğunu gördük." [Muvatta, Cihâd 23, (  2, 458  ); Ebu Dâvud, Cihâd 143, (  2710), Nesâî, Cenâiz 66, (  4, 64); İbnu Mâce, Cihad 34, (  2848  ).][314]



AÇIKLAMA  : 



Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in namaz kılmaktan imtina etmesini, Zürkânî  :  "Çünkü imam, büyük günah işleyenin cenaze namazını kıldırmaz" diye açıklar.

Halkın çehresinin değişmesi adamın suçunu bilmemekten ileri gelmiştir.

Bu hadis, gulûlün nasıl ciddî bir günah olduğu, az ile çok olması mânasında fark bulunmadığı hususlarında kesin hüküm taşıyan rivayetlerden biridir.[315]



ـ37ـ وعن صالح بن محمد بن زائدة قال  :  ]دَخَلْتُ مَعَ مَسْلَمَةَ أرْضَ الرُّومِ فأُتِىَ بِرَجُلٍ قَدْ غَلَّ فَسَألَ سَالِماً عَنْ ذلِكَ. فَقَالَ سَمِعْتُ أبِى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُحَدِّثُ عَنْ أبِيهِ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ النَّبىَّ # قال  :  مَنْ غَلَّ فَأحْرِقُوا مَتَاعَهُ وَاضْرِبُوهُ. قَالَ فَوَجَدْنَا في مَتَاعِهِ مُصْحفاً فَسُئِلَ سَالِمٌ عَنْهُ؟ فقَالَ بيعُوهُ وَتَصَدَّقُوا بثَمَنِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذى.



37. (  1137)- Sâlih İbnu Muhammed İbni Zâide anlatıyor  :  "Mesleme (  radıyallahu anh) ile birlikte Rum diyarına girdik. Ganimetten çalan bir adam getirildi. Mesleme, bu mesele hakkında Sâlim´e sordu. Sâlim şu cevabı verdi  : 

"Babam´ı (  Abdullah İbnu Ömer) (  radıyallahu anhümâ) dinledim, babası Ömer (  radıyallahu anh)´den naklen Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü rivayet etmişti  : 

"Kim ganimetten çalarsa, (  bütün) eşyasını yakın, kendisini de dövün."

Salih İbnu Muhammed devamla der ki  :  "Adamın eşyası arasında bir Mushaf bulduk. Sâlim´e bunun hakkında da sorduk (  yakalım mı diye).

"Onu satıp, bedelini tasadduk edin!" buyurdu." [Tirmizî, Hudûd 28, (  1461); Ebu Dâvûd, Cihâd 145, (  2713).][316]



AÇIKLAMA  : 



Bu rivayet, ganimet malından hırsızlığı ortaya çıkarılan kimsenin, ceza olarak bütün eşyalarının yakılması gerektiğini ifade eder. İbnu Hacer´in belirttiğine göre, -ki 1132 numaralı hadiste kaydettik- Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye, Mekhûl, Evzâî ve Hasan Basrî gibi bazı âlimler, ganimet hırsızına verilecek ceza meselesinde bu hadisin zâhirini esas alarak, bütün mallarının yakılmasına hükmetmişlerdir. Sadece Hasan Basrî hazretleri eşyaları arasında Kur´an ve hayvanı varsa bunların yakılmaması gerektiğini söylemiştir.

Cumhûr bu meselede, hadisin senedindeki zayıflığı ve hadise olan muhalif rivayetleri nazar-ı dikkate alarak bu hadisle amel etmemiştir. Buhârî Târih´inde  :  "Ganimet hırsızının hayvanının yakılması meselesinde bu hadisle (  bazıları) amel etmişlerdir. Ama bu hadis bâtıldır, muteber bir aslı yoktur" demiştir.

Tirmizî, Buhârî´den bu hadis hakkında sorunca şu cevabı aldığını kaydeder  :  "...Ganimet hırsızıyla ilgili birden fazla (  makbûl) hadis rivâyet edilmiştir, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) hiçbirinde malının yakılmasını emretmez."

Tahâvî  :  "Bu hadis, bilfarz sahih olsa mezkur hüküm, muhtemelen verilecek cezanın mal cinsinden olması durumuyla alâkalıdır" der. Çünkü, Cumhur´a göre böyle bir hırsızın cezası esas itibâriyle, imama bırakılmıştır, imam dilediği ve uygun gördüğü cezayı verir.[317]



ـ38ـ وعن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ النَّبىَّ # وَأبَا بَكْر وَعُمَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما حَرَّقُوا مَتَاعَ الْغَالِّ وَضَرَبُوهُ وَمَنعُوهُ سَهْمَهُ[.



38. (  1138  )- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Bekir ve Ömer (  radıyallahu anhümâ), ganimet hırsızının mallarını yaktılar ve kendisini de dövdüler." [Ebu Dâvud, Cihâd 145, (  2715).][318]



ـ39ـ وعن عاصم بن كليب عن أبيه عن رجل من ا‘نصار قال  :  ]خَرَجْنَا مَعَ رسولِ اللّه # في سَفَرٍ فأصَابَ النَّاسَ حَاجَةٌ شَدِيدَةٌ وَجَهْدٌ فأصَابُوا غَنَماً فَانْتَهَبُوهَا فإنَّ قُدُورَنَا لَتَغْلِى إذْ جَاءنَا رسولُ اللّهِ # يَمْشِى فأكْفَأ الْقُدُورَ بِقَوْسِهِ ثُمَّ جَعَلَ يُرَمِّلُ اللَّحْمَ بِالتُّرَابِ. ثُمَّ قَالَ  :  إنَّ النُّهْبَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنْ المَيْتَةِ أوْ إنَّ المَيْتَةَ لَيْسَتْ بِأحَلَّ مِنَ النُّهْبَةِ  :  الشَّكُّ مِنْ هَنَّادٍ الرَّاوِى[. أخرجهما أبو داود .



39. (  1139)- Âsım İbnu Küleyb (  rahimehullah) babası (  Küleyb)´den o da ensârî birinden naklederek anlatıyor  :  "Biz Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Sefer sırasında şiddetli bir kıtlık ve sıkıntıya maruz kaldık. Derken, bir ganimet ele geçirdik. Askerler, onu hemen yağmalayıverdiler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), yaya olarak (  teftiş maksadıyla) yanımıza geldiğinde tencerelerimiz kaynamaya başlamıştı bile. Yayı ile tencereleri deviriverdi. Etleri de toprağa buladı. (  Hepsini böylece yenmeyecek hale getirdikten) sonra şu açıklamayı yaptı  : 

"Yağma malı, lâşeden daha helâl değildir" veya (  şöyle demişti)  :  "Lâşe, yağma malından daha helâl değildir."

(  Rivâyetin sonundaki) şek râvilerden Hennâd´a aittir." [Ebu Dâvud, Cihâd 138, (  2705).][319]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu rivayette Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın haramlar ve yasaklarla ilgili disiplin ve ahkâmın tatbikatına güzel bir örnek görmekteyiz  :  İslâm dini, ahkâmın tatbikatında, haramlara riayette lâübâliliğe yer vermemektedir. Askerî sefer sırasında bile, çekilen açlık ve sıkıntı ne kadar fazla olursa olsun, yağma yapmaya cevaz yoktur. Hadiste geçen nehb; intihab, yağmadır, yani ganimet malının, kaidesine göre taksim edilmezden önce, temellük ve tasarrufudur.

Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm), yasağı ihlâl eden emr-i vâkiyi hiçbir mülâhaza ile safhasındalar..." gibi, müsâmahaya fetva verdirecek mülâhazalar mümkündü. Resûlullah (  aleyhissalâtu kabul etmiyor. Tencereleri devirmekle yetinmeyip, etleri iyice kuma, toprağa bulayarak yenilmez hâle getiriyor. "Askerler çok acıktı", "israf olmasın", "ahkâmın, yasağın künhünü daha öğrenme vesselâm) böyle bir gevşekliğe kesinlikle cevaz vermeyip "yağma malı lâşe gibidir" diyerek, lâşe nasıl pis ve haramsa bu da öylece pistir ve haramdır dersini veriyor.

2- Rivâyet, burada zikredilen şekliyle ilk nazarda munkatı gibi gözükmektedir, zîra senette ismi belli olmayan "Ensar´dan bir kimse" yer almaktadır. Ancak Küleyb´in (  Küleyb İbnu Şihâb el-Cermî) sahâbî olduğu gözözüne alınınca, bu inkıta hadisin sıhhatine tesir etmez. Zîra sahâbenin sahâbeden yaptığı irsâl makbuldür, sıhhatı bozmaz. Ayrıca, Buhârî, Müslim ve Tirmizî´de muhtelif vecihlerden gelen başka başka müsned rivayetler bu hadisi takviye eder ve bazı mübhem noktalarına da açıklık getirir  :  Râfi İbnu Hadîc (  radıyallahu anh) tarafından rivayet edilen bir vechine göre, vak´a Zü´l-Huleyfe´de cereyan eder; ganimet olarak pek çok deve ve davar ele geçirilir, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) en arkalardadır. Askerlerin önde bulunanları, açlık sebebiyle, acele edip ele geçirilen hayvanlardan bazılarını kesip hemen pişirmeye başlarlar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yetişince tencereleri devirmelerini emreder.

Bu rivayetlerde, etlerin imha edilmesi ile ilgili bir emrin verilip verilmediği sarih değildir.

Şârihler, hadisle ilgili bir-iki noktada ihtilâf ederler  : 

1- Tencereleri niçin devirtti

2- Etler imha edildi mi, edilmedi mi

Birinci soruyla ilgili olarak Kadı İyaz şu açıklamayı yapmıştır  :  "Burası dâr-ı harp değil, dâr-ı İslâm´dır. Yani Zü´l-Huleyfe´de vak´anın geçtiği yerde ganimet malından müştereken yemek helâl değildir. Ganimet artık, taksimden sonra helâl olabilirdi. Halbuki ganimet malının müştereken yenmesi, sâdece dâru´lharpte caizdir. Ayrıca bunun sebebi, hayvanları kesenlerin, îtidalle hareket edip, ihtiyaca uygun miktarda kesmemiş olmaları, dolayısıyla işin içine yağmalama girmiş olması da olabilir." Kadı İyaz, bu ihtimali, sadedinde olduğumuz rivayete atıf yaparak, daha kuvvetli bulur, zîra Asım İbnu Küleyb´in rivayetinde "yağma" işi sarih olarak ifade edilmektedir.

İbnu Hacer şöyle noktalar  :  "Bu rivayet gösteriyor ki, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yağmaya kaçan acelecilikleri sebebiyle öyle muamelede bulundu, gayesi yağmacıları maksadlarının zıddıyla cezalandırmaktı, tıpkı kâtilin mirastan mahrum kılınması gibi."

İkinci mesele ile alâkalı olarak Nevevî şöyle demiştir  :  "Tencerenin devrilmesi ile ilgili emirden maksad, onlara ceza olarak yemeğin suyunu itlâf etmektir. Ete gelince, o itlâf edilmemiştir. Etlerin toplanıp ganimete dahil edilmiş olduğuna hükmedilebilir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, malların ziyan edilmemesi ile ilgili emirleri gözönüne alınırsa, tencereleri devirtmekle etleri itlâf etmeyi emrettiği düşünülemez. Üstelik bu mal, gâzilerin hepsine ait bir maldır. Ayrıca, emirsiz pişirme suçu, ganimette hakkı olanların hepsi tarafından da işlenmiş değildir, zîra (  arkadan gelenler gibi) bazıları eti pişirmeye tevessül etmemişti. Aralarında humsa hak kazananlar da vardı." Nevevî devamla  :  "Şâyet  :  "Kazanlardaki etlerin ganimete katıldığına dair sarâhat, rivayetlerde mevcut değildir" denecek olsa cevabımız şudur  :  "Rivayetlerde etin yakıldığı veya itlâf edildiğine dair de sarahat gelmemiştir, öyle ise bu mübhem durumun kaidelere uygun şekilde te´vili gerekir" der.

İbnu Hacer, Nevevî´nin bu görüşüne katılmaz ve sadedinde olduğumuz Ebu Dâvud´daki rivâyetin aleyhine delil teşkil ettiğini söyler. Tencerelerdeki suyun değil, etlerin de itlâf edildiğine dair olan kanaatini te´yid eden açıklama yapar, başka mütâlaalar kaydeder.

Not  :  1145 numaralı hadisin açıklaması bu bahsi tamamlayacaktır.[320]



ـ40ـ وعن الصعب بن جثّامة قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  حِمى إَّ للّهِ تَعالى وَلِرَسُولِه[. أخرجه البخاري وأبو داود.



40. (  1140)- Sa´b İbnu Cessâme anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Koruluk ittihazı sâdece Allah ve Resûlü´ne ait (  bir hak)dır." [Buhârî, Şirb 11, Cihâd 146; Ebu Dâvud, Harâc 39, (  3083, 3084).][321]



ـ41ـ وفي رواية قال  :  ]وَبَلَغَنَا أنَّ النَّبىَّ # حَمى النَّقِيعَ، وَأنَّ عُمَرَ حَمى السَّرفَ وَالرَّبَذَةَ[ .



41. (  1141)- Bir rivayette, Şihâbu´z-Zührî şöyle demiştir  :  "Bize ulaşan habere göre, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Nakîi, Hz. Ömer (  radıyallahu anh) de Seref ve Rebeze´yi himâ ilân etmişlerdir." [Buhârî, Şirb 11].[322]



AÇIKLAMA  : 



1- Korunan arâzi veya koruluk diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı himâ´dır. Himâ, lügat olarak, halktan korunan, halkın girmesine ve hayvanlarını otlatmasına izin verilmeyen otlu arâziye denir. Istılah olarak devlete ait hayvanların otlatılması için ayrılan, bu sebeple halka ait hayvanların otlatılması yasaklanmış olan arâziye denir.

2- Hadisin vürûduyla ilgili olarak şu açıklama yapılır  :  Cahiliye devrinde, Arapların ileri gelenlerinden (  eşraf) birisi, nüfûzu altındaki arâzi dahilinde bir tarafa gidince, konakladığı yerde bir köpek havlatırdı. Böylece, köpeğin sesinin duyulduğu mıntıka onun korusu olur, artık bu mıntıkaya kimse yaklaşamaz, hayvanını yayamazdı. Ancak eşraftan olan bu adam, himâsının dahilinde ve haricinde istediği tasarrufta bulunurdu. Bu suistimalin sonunda birçok huzursuzluklar ve savaşlar olmuştur. Arap târihinde Besûs Harbi diye geçen meşhur bir harb de bu yüzden çıkmıştı.

3- Her hususta insanlığa ıslahat ve adalet getiren Resûl-i Ekrem (  aleyhissalâtu vesselâm), bu suistimali de önlemek üzere, herhangi bir arâziden istifadeye yasak koyma hakkının Allah ve Resûlü´ne ait olduğunu ilan etmiştir. Yani böylece, arâziye yasak koyma hakkı sâdece devlete tanınmış oluyor, devlet dışında hiç kimse, keyfine göre, himâ tesis etme yetkisine sâhip olmuyordu.

4- İmam Şâfiî hazretleri, bu hadisin iki ayrı mânaya muhtemel olduğunu söyler  : 

a) Hiçbir Müslüman, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın te´sis ettiği himâ dışında yeni bir himâ te´sis etme yetkisine sâhip değildir.

b)Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in üzerine himâ koyduğu arazi örneğinde hima yapılabilir, başka şekilde olamaz.

Birinci mânâ esas alınınca hadîsten Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra hiçbir devlet adamı hima te´sîs edemez hükmü çıkar.

İkinci mâna esas alınınca, devlet adamlarından sâdece Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in yerini alanlar yani halifeler himâ te´sis edebilir başkası edemez. Şâfiî ulemâ umumiyetle ikinci mânayı tercih etmişlerdir. Zîra, tatbikat da ikinciye muvafıktır. Çünkü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra Hz. Ömer de himâ te´sis etmiştir.

Hemen belirtelim ki, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Nâki mıntıkasını himâ ilân etmişti. Burasının Medine´ye yirmi fersah mesafede, genişliği bir mil, uzunluğu sekiz mil çeken bir arâzi olduğu belirtilir. Hz. Ömer de hilâfeti sırasında Müzeyne diyarında Nakîu´lhadâmet denen bir yeri himâ ilan etmiş idi. Bazı kaynaklar Hz. Ömer´in Seref ve Rebeze´de de birer koruluk te´sis ettiğini belirtir. Seref (  Şeref veya Şerif de denmiştir) Medine´ye otuz altı mil mesafede bir yerdir. Rebeze, Medine´ye altı mil mesafede bir yerdir. Rebeze, Medine´ye üç konaklık mesafede, Mekke yolu üzerinde Zât-ı Irk´a yakın bir köydür. Yüce sahâbî Ebu Zerr Gıfârî (  radıyallahu anh) hazretlerinin ikâmet ettirildiği yer olup, orada vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.

Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ömer te´sis ettikleri himâ´ ları hazineye ve mücahidlere mahsus at, deve gibi hayvanları otlatmada kullanmışlardır.[323]

5- İmam-ı A´zam hazretlerine göre arâzi-i mevâtın ihyası devletin izniyle câizdir (  Bak  :  105. hadis). Şu halde istifâdesi herkese açık olan devlet arâzisi (  şimdilerde hazine arâzisi diyoruz) üzerindeki, hususîleştirme işleri, İmam-ı A´zam´a göre devletin izniyle mümkündür, o halde böyle bir izin istihsal edilmeden, devlet reisi dışında kimse himâ te´sis edemez.[324]



ـ42ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كُلُّ قِسْمٍ قُسمَ في الجاَهِلِيَّةِ فَهُوَ عَلى مَا

قُسمَ، وَكُلُّ قِسْمٍ أدْرَكَهُ ا“سَْمُ فَهُوَ عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[. أخرجه أبو داود موقوفاً .



42. (  1142)- İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) buyurmuştur ki  :  "Cahiliye devrinde taksim edilmiş olan her mal, taksim edildiği şekil üzeredir. İslâm döneminde yapılan taksimat, İslâm´ın taksim esasına göredir." [Ebu Dâvud, Ferâiz 11, (  2914); İbnu Mace, Rühûn 21, (  2485).][325]



AÇIKLAMA  : 



İslâm dini mirasda şöyle bir hüküm getirmiştir  :  Farklı dinlere mensup olan kimseler birbirlerine varis olamazlar. Sözgelimi, Hıristiyan bir babanın evlâdı Müslüman olsa, babasının ölümü halinde oğlu ona vâris olamaz. Bu meselede İslâm dışı dinler arasında ayırım yapılmaz, hepsi bir tutulur. Kaide  :  اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ "Küfür tek bir millettir" diye ifade edilir. İslâm dışı dinler arasında gözönüne alınan tek fark, Hıristiyan ve Yahudilerle ilglidir  :  Kadınlarıyla evlenilir, kestikleri yenilir. Bu da bizzat sünnetle sâbittir. Sadedinde olduğumuz hadis, bir kimse Müslüman olmadan önce, miras taksimine iştirak etmişse aldığına hak kazandığını, şâyet, taksimden önce Müslüman oldu ise, artık, kâfir olan yakınlarının miraslarına iştirak edemeyeceklerini belirtiyor.

Kendisinden miras isabet eden kâfir bir yakını ölen kimse, mirasa hak kazanmış olduğu bir durumda miras henüz paylaşılmamış iken Müslüman olsa cumhur-i ulemâ, bu mirastan da pay alamayacağına hükmetmiştir. Ancak, Ömer İbnu´l-Hattab, Osman İbnu Affân, Abdullah İbnu Mes´ud, Hasan İbnu Ali (  radıyallahu anhüm ecmain) bu durumda miras alacağını söylemiştir. Ayrıca Câbir İbnu Zeyd, Hasan Basrî, Mekhûl, Katâde, Humeyd, İyâs İbnu Mu´âviye, İshâk İbnu Râhuye -iki rivayetinin- birinde Ahmed İbnu Hanbel gibi diğer bir kısım selef de bu görüştedir. Ancak, başta üç büyük imam olmak üzere fukahânın kâhir çoğunluğu vâris olamayacağına hükmetmiştir.

Bu mevzu ile alakalı daha geniş bilgiyi, َيَرِثُ المُؤْمِنُ الْكَافِرَ وََ الْكَافِرُ الْمُسْلِمَ hadisinin açıklamasında sunacağız (  Bak  :  4707 numaralı hadis.)[326]



ـ43ـ ولمالك مرسً عن ثور بن زََيد الدِّئْلى قال  :  ]بَلَغَنِى أنَّ رسولَ اللّه قالَ  :  أيُّمَا دارٍ أوْ أرْض

قُسِّمَتْ في الجَاهِلِيةِ فهى عَلى قِسْمِ الجاَهِلِيَّةِ، وَأيُّمَا دَارٍ أوْ أرْضٍ أدْرَكَهَا ا“سَْمُ وَلَمْ تُقَسِّمْ فَهى عَلى قِسْمِ ا“سَْمِ[ .



43. (  1143)- İmam Mâlik, Sevr İbnu Zeyd ed-Dîlî´den mürsel olarak rivayet ettiğine göre ed-Dîlî demiştir ki  :  "Bana Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediği ulaştı  :  "Hangi ev veya arâzi, cahiliye devrinde taksim edilmiş ise, artık o, cahiliye taksimi üzerinedir. Ancak hangi ev veya arâzi, taksim edilmeden İslâm´a girmiş ise, artık onun taksimi İslâm´a göre yapılır." [Muvatta, Akdiye 35, (  2, 746)].[327]



AÇIKLAMA  : 



1- Cahiliye´den murad Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın peygamberliğinden önceki dönemdir. Anak, "Fetih´ten önceki dönemdir" diyen de olmuştur. Zîra Hz. İbnu Abbâs (  radıyallahu anhümâ) bi´setten sonra, Müslümanlar´ın Mekke´de yaşadıkları muhasara ve boykot sırasında doğduğu halde, babasıyla ilgili bir hatırasını anlatırken şöyle demiştir  :  سَمِعْتُ ابِى يَقُولُ فِى الْجَاهِلِيَّةِ اسْقِنِى كَأْسًا دِهَاقًا "Cahiliye döneminde babamın  :  "Bana dolu bir kadeh ver" dediğini işittim."

Ebu´l-Velid el-Bâci der ki  :  "Hadisi iki çeşit anlamak mümkündür  : 

1) Taksimi cahiliye devrinde yapılmış olan mal. Bu mâna daha zâhirdir, daha muvafıktır.

2) Şu da muhtemeldir  :  Cahiliye döneminde hisseyi hak etmiştir, ancak, taksim yapılmadığı için henüz temellük etmemiştir. Sözgelimi biri ölmüştür ve yakınları henüz Müslüman olmadan malına varis olmuşlardır."

Şu halde, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) İslâm´dan önce, cereyan eden fiillerini reddetmemeyi prensip kılmak istemiş, vukû bulduğu şekilde icrayı esas almıştır. Nitekim câhiliye devrinin fâsid nikâhlarını reddetmemiş, bu akidlerle hâsıl olan mülkiyeti sahih addetmiştir.

Bu hadis, câhiliye devrinde cereyan eden arâzi ve ev taksimlerinin de muteber addedileceğini, İslâm´dan sonraki taksimatın İslâm´a göre yapılacağını belirtmektedir.[328]



ـ44ـ وعن نافع عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ عَبْداً لَهُ أبَقَ فَلَحِقَ بِأرْضِ الرُّومِ فَظَهَرَ

عَلَيْهِمْ خَالِدُ بنُ الْوَلِيدِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَرَدَّهُ إلَيْهِ، وَأنَّ فَرَساً لَهُ غَارَ فَظَهَرُوا عَلَيْهِمْ فَرَدَّهُ إلَيْهِ[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، ومالك وأبو داود.وفي رواية  :  في الفَرَسِ عَلى عَهْدِ رسولِ اللّه #.وفي رواية في الموطأ  :  في الْعَبْدِ وَالْفَرَسِ فَرُدَّا عَلَيْهِ، وَذلِكَ قَبْلَ أنْ تُصِيبَهُمَا المقَاسِمُ.وقال أبو داود  :  في العَبْدِ فَرَدَّهُ عَلَيْهِ رسولُ اللّه # وَلَمْ يُقْسَمْ.ومعنى »غَارَ« أى هرب .



44. (  1144)- Nâfi´, İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ)´den anlatıyor  :  "İbnu Ömer´in bir kölesi kaçarak Rum diyarına geçti. Bilâhare, Hâlid İbnu´l-Velîd (  radıyallahu anh) Rumlara galebe çaldı. (  Esirler arasında, kaçan bu köle de vardı) Hâlid köleyi İbnu Ömer´e iâde etti. Onun kaybolan bir atı vardı. (  Askerler) onu da ele geçirdiler. Hâlid atı da İbnu Ömer´e iâde etti" (  Bu rivayetin lâfzı Buhârî´nin rivayetine uygundur.)

Bir rivayette  :  "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) zamanında kaçan bir at mevzubahistir."

Muvatta´nın bir rivayetinde, düşman tarafından ganimet edildikten sonra ele geçirilen bir köle ve at mevzubahistir. Bunlar, taksimden önce eski sahibine iâde edilebilirler.

Ebu Dâvud, köleyi mevzubahis eder ve Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in taksime tâbi tutmadan eski sâhibine iade ettiğini belirtir. [Buhârî, Cihâd 187; Muvattâ, Cihâd 17, (  2, 452); Ebu Dâvud, Cihâd 135, (  2698, 2699); İbnu Mâce, Cihâd 15, (  2748  ).][329]



AÇIKLAMA  : 



1- Bu rivayette, kâfirlerce ele geçirilip ganimet yapılan bir malın tekrar Müslümanlar tarafından yakalandığı görülmektedir. Hatta rivayet, bu malın eski sahibine iade edildiğini ifade etmektedir.

2- İbnu Ömer´in kölesinin Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´ den sonra (  Yermük Harbi sırasında) kaçtığında ihtilaf yok ise de atının kaçtığı devir ihtilâflıdır. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in zamanında kaçıp düşmanın eline geçtiği, tekrar ele geçirilince bizzat Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tarafından İbnu Ömer´e iâde edildiği belirtilir.

3- Düşmanca ganimet edilen bir Müslüman´ın malı ele geçirildiği takdirde eski sahibine mi verilmeli, yoksa diğer ganimet mallarına mı katılmalı Bu husus münakaşa edilmiştir  : 

a) İmam Şâfiî ve bir cemaat  :  Ehl-i harp Müslümanların malından zorla bir şey almış ise, bu ele geçirildiği takdirde, eski sahibi bu malı alma hakkına sâhiptir, hatta taksimden sonra farkına varmış bile olsa, onu alabilir" der.

b) Hz. Ali (  radıyallahu anh), Zührî, Amr İbnu Dînâr ve Hasan Basrî´ ye göre böyle bir mal hiçbir zaman eski sâhibine verilemez, artık o ganimet malıdır, ganimette hissesi olanlara taksim edilir.

3) Hz. Ömer, Süleyman İbnu Rebîa, Atâ, Leys, Mâlik, Ahmed ve başkalarından yapılan bir rivayete göre malın sahibi taksimden önce malını görmüşse buna hak sahibidir, taksimden sonra görmüş ise artık hakkını kaybetmiştir.

4- Ebu Hanife ve Sevrî de İmam Mâlik gibi düşünür, ancak bir istisna koyarlar  :  "Kaçan köleye, eski sahibi, mutlak olarak ehaktır, taksimden önce de sonra da bulsa alır" derler.[330]



ـ45ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال  :  ]كُنَّا نُصِيبُ في مغَازِينَا الْعَسَلَ وَالْعِنَبَ فَنَأكُلُه وََ نَرْفَعُهُ[. أخرجه البخارى .



45. (  1145)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "Biz gazvelerimiz sırasında, bal ve kuru üzüm elde ederdik ve bunları (  taksim edilmek üzere, diğer ganimet mallarının yanına) kaldırmaz, yerdik." [Buhârî, Humus 20].[331]



AÇIKLAMA  : 



1- Buhârî bu hadisi, "Harb yerinde ele geçirilen yiyecek maddesi babı" adını verdiği bir babta kaydeder. Maksadı, "yiyecek maddesinin, askerler arasında taksimi vacib midir, yoksa askerler tarafından yenmesi mübah mıdır " meselesine dikkat çekmektedir. Buhârî, metod olarak, münakaşalı meselelere böyle mübhem başlıklarla dikkat çeker.

Cumhur, yiyecek maddelerinden, taksim yapılmazdan önce almanın caiz olduğuna hükmetmiştir. Her çeşit gıda maddelerinin yenmesi mûtaddır. Hatta hayvan yemi de bu hükme girer. Taksimden önce veya sonra olmuş, imamın izni olmuş olmamış, hüküm aynıdır.

2- Sadedinde olduğumuz rivayet dâru´lharb´de giyecek az olacağı için, zaruret sebebiyle, gıda maddelerinin yenmesinin mubah olduğunu ifade eder. Cumhur, peşin bir zaruret olmasa bile, almayı tecviz etmiştir. Hatta ulemâ, harp halinde, ganimet hayvanlarına binmenin, ganimet giysilerini giymenin, ganimet silahlarını kullanmanın câiz olduğunda ittifak etmiştir. Bu cevazlar, harbin bitimiyle kalkar. Evzâî bu söylenen ruhsatlara imamın iznini şart koşar ve  :  "Asker, şahsî ihtiyacı biter bitmez ganimete âit at ve silahı derhal imâma teslim eder, harp dışında da kullanmaz, işi bitince teslim için savaşın bitmesini beklemez, tâ ki (  elinde iken) bir zarara uğramasınlar" der. Evzâî bu hükümde Ebu Dâvud´da gelen şu hadise dayanır  :  مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اْŒخِرِ فََ يَأْخُذْ دَابَّةً مِنَ الْمَغْنَمِ فَيَرْكَبُهَا حَتَّى إِذَا اَعْجَفَهَا رَدَّهَا إِلَى الْمَغَانِمِ

"Allah´a ve ahiret gününe inanan, ganimetten bir hayvan alıp, bine bine iyice zayıflattıktan sonra iade etmesin."

Giyecek için aynı şekilde merfu rivayet gelmiştir. İmam Ebu Yusuf bu yasağı, binecek ve giyeceği olanlarla ilgili bulmuştur.

İmam Mâlik, yiyecek almanın mübah olduğu hükmünden hareketle, "hayvan da kesilebilir" demiştir. İmam Şâfiî bunu "zaruret varsa" diye kayıtlar.

3- Hadiste geçen "...kaldırmazdık" tâbirinin, "...biriktirmek üzere kaldırmazdık..", "...ganimet mallarının sorumlusuna, veya "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´e götürmezdik" gibi mânalar ifade ettiğine dikkat çekilmiş ve bu ifadenin gerisinde şu cümlenin takdiren varlığı kabul edilmiştir  :  "... yemek için, daha önceden verilmiş olan izinle iktifa ederek, yeni bir izin taleb etmezdik.[332]"[333]



ـ46ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت  :  ]أُتِىَ النَّبىُّ # بظَبْيَةٍ)ـ1(  فِيها خرَزٌ فَقَسَّمَهَا لِلْحُرَّةِ وَا‘مَةِ. قالتْ وكَانَ يَقْسِمُ لِلْحُرِّ وَالْعَبْدِ[. أخرجه أبو داود.

______________)ـ1(  الظبية  :  جراب صغير عليه شعير. وقيل هي شبه الخريطة والكيس.



46. (  1146)- Hz. Aişe (  radıyallahu anhâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a içerisinde boncuk bulunan bir dağarcık getirildi. Boncukları Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), hür ve câriye kadınlar arasında dağıttı." Hz. Aişe devamla der ki  :  "Babam da (  boncuğu) hür- köle ayırımı yapmadan kadınlara dağıtırdı." [Ebu Dâvud, Harâc 14, (  1952).][334]



AÇIKLAMA  : 



1- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) hakları olduğu için değil, sadece kadınlar tarafından kullanıldığı için boncukları hürköle ayırımı yapmadan kadınlara dağıtmıştır.

2- Hz. Aişe´nin ikinci cümlesinde metinde, أَبِى "babam" kelimesi düşmüştür. Aslında olduğu için tercümeye koyduk. Hz. Aişe´nin, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın boncuklarını hür- ve köle ayrımı yapmadan kadınlara dağıttığını söyledikten sonra  :  "Babam da hür köle ayrımı yapmadan dağıtırdı" şeklinde, neyi dağıttığını belirtmeyen bir ifâdeye yer vermesi, normalde, zihne boncuk ve benzeri şeyleri dağıttığı fikrini getirmektedir. Ancak, bu ıtlaktan hareketle şöyle anlaşılabileceğine de dikkat çekilmiştir  :  "Babam da fey´den hürköle herkese dağıtırdı." Aliyyü´l-Kârî bu ifadeyi açık bir şekilde şöyle anlar  :  "Yani hür ve köle, herkese ihtiyacı kadarını fey´den verirdi." Ancak "köle" ve "cariye"den maksadın âzad edilmiş olanlarla, efendisiyle, hürriyetine kavuşmak üzere, mükâtebe akdi yapmış olanların olduğu, zîra gerçek câriye ve kölelerin mülk edinme yetkilerinin bulunmadığı, nafakalarının da efendilerinin sorumluluğunda olduğu belirtilmiştir.[335]



ـ47ـ وعن المِسْور بن مَخْرَمة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُُما. ]أنَّ عَمْرَو بنَ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أخْبَرَهُ  :  أنَّ رسولَ اللّه # بََعَثَ أبَا عُبَيْدَةَ إلى الْبَحْرَيْنِ يأتى بِجِزْيتِهَا فَلَمَّا قَدِمَ بِالمَالِ سَمِعَتِ ا‘نْصَارُ بِقُدومِهِ فَوَافَوْا صََةَ الْفَجْرِ مَعَ رسولِ اللّهِ # فَلَمَّا انْصَرَفَ تَعَرَّضُوا لَهُ فَتَبَسَّمَ ثُمَّ قالَ  :  أظُنُّكُمْ سَمِعْتُمْ أنَّ أبَا عُبَيْدَةَ قَدِمَ بِشَئ؟ فقَالُوا أجَلْ. فقَالَ  :  أبْشِرُوا وَأمِّلُوا مَا يَسُرُّكُمْ. فَوَاللّهِ مَا الْفَقْرَ أخْشى عَلَىْكُمْ، وَلكِنْ أخْشى عَلَيْكُمْ

أنْ تُبْسَطَ عَلَيْكُمْ الدُّنْيَا كَما بُسِطَتْ عَلى مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ فَتَنَافَسُوا فِيهَا فَتُهْلِكَكُمْ كَمَا أهْلَكَتْهُمْ[. أخرجه الشيخان والترمذى .



47. (  1147)- El-Misver İbnu Mahreme (  radıyallahu anhümâ)´ye Amr İbnu Avf (  radıyallahu anh) şunu anlatmıştır  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Ubeyde (  radıyallahu anh)´yi Bahreyn´e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce Ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´le kıldılar. Namaz bitince, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın etrafını sardılar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) tebessüm buyurdular ve  : 

"Öyle zannediyorum, Ebu Ubeyde´nin birşeyler getirdiğini işittiniz" dedi. Hep birlikte  : 

"Evet!" dediler. Bunun üzerine şunları söyledi  : 

"Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah´a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helak oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum." [Buharî, Rikâk 7, Cizye 1, Megâzî 11; Müslim, Zühd 6, (  2961); Tirmizî, Kıyâmet 29, (  2464).][336]



AÇIKLAMA  : 



1- Bahreyn halkı cizye ödemek üzere Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) ile sulh yapmış, başlarına da el-Alâ İbnu´l-Hadramî´yi vali tayin etmişti. Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrâh (  radıyallahu anh) ise, rivayetten de anlaşılacağı üzere sadece cizyeyi Medine´ye getirmek üzere gönderilmişti.

2- Hadiste dikkatimizi çeken husus, cemaatin dünya malına heves izhar ettiği bir fırsatta, dünyalığın zararlarına dikkat çekmiş olmasıdır. Daha önce (  1128. hadis) açıklandığı üzere, o gün Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu maldan herkese bol bol verecektir. Ancak, mal ve zenginliğin tehlikesine karşı uyanık olmak gereğini belirttikten sonra...

3- Tîbî der ki  :  "Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in  :  "Sizler için fakirlikten korkmuyorum" diyerek, fakirliği öncelikle zikretmesi, müşfik bir babanın ölüm anında en ziyade çocuğunun maddî durumuna ihtimam göstermesi sebebiyledir. Böylece Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ashabına haber vermiştir ki, kendilerine karşı bir baba gibi müşfik olmasına rağmen, mal meselesinde, onlara babanın davranışının aksine bir tavır takınmaktadır. Şöyle ki, kendisi babaların aksine ashabı için fakirlikten korkmuyor, aksine, babaların matlûbu olan zenginlikten korkuyor. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın temennî ettiği fakirlik, sahâbenin içinde bulunduğu mal azlığıdır, mutlak fakirlikdir diyen de olsa da esas olan sahâbenin o sıralardaki hâlidir.

4- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hadiste, zenginliğin getireceği zararın, fakirliğin getireceği zarardan fazla olduğuna dikkat çekmektedir. Zîra çoğunlukla, zenginlik âhireti de heba eden zararlar getirmektedir. Zîra kulluktan uzaklaştıran gaflet halleri, sefahetler, kötü alışkanlıklar umumiyetle zenginliğin eseridir. Fakirliğin zararı ekseri durumda dünyaya aittir. Yani ekseriyetle zenginlik dine, fakirlik dünyaya zararlı olmaktadır.

Âlimler, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra zenginleyen Müslümanların maruz kaldıkları dünyevî ve uhrevî fitneleri görünce, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu hadisini, istikbali haber veren mühim mucizelerden biri olarak değerlendirmişlerdir.

5- Hadisten çıkarılan bazı hükümler  : 

1- Dünyanın maddî zenginliklerine kavuşan kimseler, zenginliğin getireceği zararlara karşı uyanık olmalı, tedbirler almalıdır. Dünyevî süslere kapılıp tatmin bulanlar, onların kötü âkibetinden ve getireceği fitnenin şerrinden emniyette olamazlar. Bunu bilmeli, dünyalık için başkalarıyla boğuşmaya yer vermemelidir.

2- Fakirlik, zenginlikten efdaldir, çünkü dünyevî fitne zenginlikle gelir. Zenginlik, nefsi helâke götüren fitneye düşme ihtimalini getirir, bu tehlikeden fakir daha çok emniyettedir.

Şunu bu vesile ile belirtmede fayda var  :  Bu ve benzeri hadisler zenginliği reddetmez. Zenginliğin getireceği ferahlıklara dikkat çeker. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  "Veren el alan elden üstündür", "Kuvvetli Müslüman Allah´a daha sevgilidir..." gibi hadisleriyle "veren" ve "kuvvetli" olmayı tavsiye eder. Bu da zenginlikle daha ziyade imkân dahiline girer. Öyle ise, burada esas olan zenginliğin zararına dikkatleri çekmektir.

Elbette zengin ve sefih olmaktansa fakir ve abd olmak daha hayırlıdır. Hem zengin hem abd olmak ise en hayırlıdır.[337]



ـ48ـ وعن ثعلبة بن أبى مالك  :  ]أنَّ عُمَرَ بن الخطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  قسََمَ مُُرُوطاً بَيْنَ نِسَاءِ أهْلِ المَدَينَةِ فَبَقِىَ منْهَا مِرْطٌ جَيِّدٌ. فقَالَ لَهُ بَعْضُ مَنْ عِنْدَهُ  :  يا أمِيرَ المُؤمِنِينَ؟ أعْطِ هذَا ابْنةَ رسولِ اللّه # الَّتِى عِنْدَكَ، يُرِيدُونَ أمَّ كُلْثُومٍ بِنْتَ عَلىٍّ فقَالَ أمُّ سَلِيطٍ أحَقُّ بِهِ فإنَّهَا مِمَّنْ بَايَعَ رسولَ اللّه # وَكَانَتْ تَزْفِرُ لَنَا الْقِرَبَ يَوْمَ أحُدٍ[. أخرجه البخارى.»المِرْطُ« كساء من خزّ أو صوف يُؤتَزَرُ بهِ. وقوله  :  »تزْفِرُ لنا الْقِرَبَ« أى تخيطها .



48. (  1148  )- Sa´lebe İbnu Ebî Malik anlatıyor  :  "Ömer İbnu´l-Hattâb (  radıyallahu anh), bir kısım bürgüyü Medineli kadınlar arasında taksim etmişti, geriye güzel bir bürgü kaldı. Yanındakilerden bazıları kendisine  :  "Ey müminlerin emîri, bunu da senin yanında bulunan Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızına ver" dediler. Bununla, Hz. Ali (  radıyallahu anh)´in kızı Ümmü Gülsüm´ü kastediyorlardı. Hz. Ömer onlara  : 

"Ümmü Selît, buna daha çok hak sâhibidir. Zîra o, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´a biat etmişti ve Uhud Savaşı´nda bize kırbalarla su taşıyordu" dedi. [Buhârî, Megâzî 22, Cihâd 66.][338]



AÇIKLAMA  : 



1- Ümmü Selît, Ebu Saîdi´l-Hudrî´nin annesidir. Ebû Selit ile evli idi. Ancak hicretten önce Ebû Selît´in vefatı üzerine Mâlik İbnu Sinân el-Hudrî ile ikinci evliliğini yapmış ve Ebu Saîd´i dünyaya getirmiştir. Kadın, Hayber ve Huneyn´e de katılmıştır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), hakkında  :  "Uhud´da başımı sağa da sola da çevirsem hep onun, benim için mukâtele ettiğini görüyordum" diyerek kahramanlığını övmüştür (  radıyallahu anhâ).

2- Ümmü Gülsüm, Hz. Ömer (  radıyallahu anhümâ)´in zevcesi idi. Annesi, Resûl-i Ekrem (  aleyhissalâtu vesselâm)´in muhterem kerimeleri Fâtımatu´z-Zehra (  radıyallahu anhâ) olması sebebiyle, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızı" diye anılmıştır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlığında doğmuş idi ve Fatıma vâlidemizin en küçük kızı idi.[339]



DÖRDÜNCÜ FASIL

ŞEHİDLER HAKKINDA


ŞEHADET  :  Dinimizde fevkalâde yüce bir mertebedir. Allah yolunda hayatını feda eden kimseye şehid denir. Böylelerine şehid denmesi ya cennete gideceklerine şehâdet edildiği, yahut vefat anında bir kısım rahmet meleklerinin hazır bulunduğu, yahut da kendisi, Cenab-ı Hakk´ın huzurunda olduğu halde rızıklandırılacağı içindir. Bu hususlarda rivayetler mevcuttur. Söylenenlerdende anlaşılacağı üzre şehid, lügat olarak şâhid yani hazır bulunan mânasına gelir. Kur´ân-ı Kerim, şehidlerin makamının yüceliğini, mükerrer âyetlerde belirtir, "onların diğer ölüler gibi olmayıp diri olduklarını" haber verir ve onlara "ölü!" demememizi emreder (  Bakara 154). Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) da, cennette, sâdece şehidlerin tekrar yeryüzüne geri dönüp, bir kere daha şehid olmayı temenni edeceklerini söyler, kendisi de, peygamberlik gibi yüce bir mertebeye sahip olmasına rağmen tekrar tekrar yeryüzüne gelip şehid olmayı temenni eder.

Fakihler, şehidi üç çeşide ayırır  : 

1- Hem dünya hem de âhiret itibâriyle şehid olanlar.

2- Sadece dünya ahkâmı itibâriyle şehid olanlar.

3- Sadece âhiret ahkâmı itibâriyle şehid olanlar.

1- Birinci grup şehid, mükellef ve tâhir olduğu halde kendisine vâki bir tecâvüzle haksız olarak zulmen öldürülen ve bundan dolayı vârislerine bir mal verilmesi lâzım gelmeyen herhangi bir Müslümandır. Gayr-ı müslimlerle veya yol kesicilerle harp neticesinde öldürülen ve ölüm sırasında cünüp olmayan âkil, bâliğ bir Müslüman böyle bir şehiddir. Harp sahâsında gözünden kan gelmiş olmak gibi, üzerinde, öldürülme alâmeti olduğu halde ölü bulunan bir Müslüman askeri de böyle bir şehiddir. Keza, malını, ırzını, nefsini, sair Müslümanlar´ı veya Müslümanların himayesindeki gayr-i müslimleri (  zımmîleri) müdâfaa ederken, yaralayıcı bir âletle haksız yere derhal öldürülmüş bulunan mükellef, tâhir bir Müslüman da böyle bir şehiddir.

Bu kısım şehidler, şehâdetin zâhirî ve bâtınî şartlarını hâiz hakikî şehiddirler. Bunlardan herbirine şehid-i hükmî denir. İmam-ı Âzam´a göre bunlar, yıkanılmaksızın, sâdece namazları kılınarak defnedilirler. Elbiseleri de çıkarılmaz ve kefenlenmezler. Üzerindeki silahları, kefen için gerekli miktardan ziyade olan kaput, palto gibi fazla elbiseleri alınır, eksikse bir şeyler ilâvesiyle tamamlanır. Diğer üç imama göre, böyle bir şehide namaz da kılınmaz.

2- Kalbinde nifak bulunduğu halde zâhiren Müslüman görünüp, cephede Müslümanların safında savaşırken düşman tarafından öldürülen herhangi bir şahıs dünya ahkâmı itibâriyle hükmen şehid addedilir. Birincide olduğu üzere kendisine aynı şehid muamelesi yapılır. Ancak âhiret ahkâmıyla şehid sayılmaz.

3- Üçüncü gruba, şehid-i kâmilde aranan dünyevî şartlardan bâzıları eksik olup, vefatı âhiret ahkâmı itibâriyle şehâdet sayılan herhangi bir Müslümandır. Meselâ hata yoluyla öldürülüp vârislerine diyet ödenen Müslüman, âhiret itibariyle şehid sayılsa da, dünya ahkâmıyla şehid sayılmaz. Binaenaleyh yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Keza meşru şekilde savaşırken, aldığı yaranın te´siriyle hemen ölmeyip ilaç aldıktan, yiyip içip, konuştuktan veya üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra ölen kimse de bu gruba girer. Keza suda boğulan, ateşte yanan, bina altında kalan, veba, tâun, ishal, sıtma zatülcenp hastalıklarından biri ile veya akrep sokması ile, nifas halinde veya gurbet ilinde veya ilim yolunda veya cuma gecesinde vefat eden bir Müslüman şehiddir. Keza sevabını Allah´tan bekleyen bir müezzinin doğru muameleli bir Müslüman tâcirin, âilesinin nafakasını meşru yoldan kazanma neticesinde ölen herhangi bir Müslümanın vefatı da hep bu gruba girer. Bütün bunlara âhiret ahkâmı itibâriyle şehid denir. Bunlar diyanetleri tam idiyseler ahiret itibâriyle hakikî şehid olurlar, ancak kendilerine dünya ahkamı itibâriyle şehid muâmelesi yapılmaz. Diğer Müslümanlara yapılan mutad muâmele yapılır.

Şu halde bu bahis, şehidler hakkında fukahayı, özetle kaydettiğimiz bu hükümleri vermeye sevkeden rivayetlerden bazılarını tesbit etmektedir.[340]



ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه # مَا تَعُدُّونَ الشَّهِيدَ فِيكُمْ؟ قالُوا يَارسُولَ اللّهِ مَنْ قُتِلَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. قَالَ  :  إنَّ شُهَدَاءَ أمَّتِى اِذاً لقَلِيلٌ. قَالُوا  :  فَمَنْ هُمْ يَارسوُلَ اللّهِ؟ قاَلَ

مَنْ قُتِلَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ مَاتَ في سَبِيلِ اللّهِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ ماتَ في الطَّاعُونِ فَهُوَ شَهِيدٌ. وَمَنْ مَاتَ في البَطْنِ)ـ1(  فَهُوَ شَهِيدٌ. والغَرِيقُ شَهِيدُ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذى .



1. (  1149)- Hz. Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) sordular  : 

"İçinizden kime şehid dersiniz "

"Ey Allah´ın Resûlü, dediler, Allah yolunda öldürülen şehiddir."

"Öyleyse, dedi, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ümmetimin şehidleri azdır."

"Peki, dediler, daha kimler şehiddir, Ey Allah´ın Resûlü "

"Allah yolunda öldürülen şehiddir. Allah yolunda ölen şehiddir. Tâunda ölen şehiddir. Karnı sebebiyle ölen şehiddir, boğularak ölen şehiddir." [Müslim, İmâret 165, (  1915); Muvatta, Salâtu´l-Cemâ´a 6, (  1, 131); Tirmizî, Cenâiz 65, (  1063).][341]



AÇIKLAMA  : 



1- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in soru sorması, muhataplarının dikkatini ele alıp, tebliğatta bulunacağı konuya çekmek içindir. Bu Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sıkça başvurduğu, ta´limî (  didaktik) bir metoddur.

2- Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) şehidleri sayarken "Allah yolunda öldürülenler" ile "Allah yolunda ölenler"i ayrı ayrı gruplar olarak saymıştır. Zîra "öldürülenler"in içine cephede şehid olanlar girse de, kendisini dine hizmete adamış bu maksatla çalışırken şu veya bu şekilde, şurada veya burada ölenler girmez. Bunları insanlar bilmese de Allah bilir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) böylece "Allah yolunda ölenler"i şehid ilân etmekle, şehâdetin çerçevesini fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile şehadet gibi fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile şehadet gibi fevkalâde yüce bir mertebenin her hal ve şartlarda, her vakitte kazanılma imkânını her Müslümanın önüne koymuş olmaktadır

3- Karnı sebebiyle tâbiri umumiyetle "işkâl" olarak anlaşılmıştır. Ancak karnından zuhûr eden başka çeşit hastalıkların kastedilmiş olması ve hatta nifas halinde, hâmilelik halinde ölen kadınların kastedilmiş olması da mümkündür. Bu sebeple tercümeyi asla uygun olarak "karnı sebebiyle" diye mutlak bir mânada yapmayı uygun gördük.

4- Bu hadiste, âhiret ahkâmı itibâriyle şehid sayılması gerekenlerden birçoğu zikredilmiştir  : 

a) Allah yolunda ölen,

b) Tâundan ölen,

c) Karnı sebebiyle (  ishal, zatülcenb, hamilelik, nifas vs.),

d) Boğularak ölen.Böylece, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), İslâm´ın şehâdet anlayışını "Allah yolunda öldürülme"nin dışına çıkarmış olmaktadır.[342]



ـ2ـ وفي رواية مالك والترمذى. ]قالَ النَّبى #  :  الشُّهَدَاءُ خَمْسَةٌ، وراد وصَاحِبُ الهَدْمِ)ـ2(  شَهِيدٌ.وفي رواية عن جابر  :  والمَرأةُ تَمُوتُ بِجُمْعٍ.وفي رواية أخرى صحيحة عن ابن عمرو بن العاص  :  وَمَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ.يُقالُ »مَاتَتِ المَرأةُ بِجُمْعٍ«. إذَا ماتت وولدها في بطنها .



2. (  1150)- İmam Mâlik ve Tirmizî´nin kaydettikleri bir rivayette Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır  :  "

Şu beş kişi şehiddir, (  deyip önceki hadiste geçenleri saydıktan sonra)  :  Yıkıntı altında kalan da şehiddir" diye ilâve etti.

Hz. Câbir (  radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette  :  "Karnında çocuğu olduğu halde ölen kadın da şehiddir" buyrulmuştur.

Abdullah İbnu Amr İbnu´l-Âs (  radıyallahu anhümâ) tarafından rivayet edilen bir diğer sahih hadiste  :  "Malını müdâfaa ederken öldürülen şehiddir" buyurulmuştur. [Muvatta, Salâtu´l-Cemâ´a 6, (  1, 131); Tirmizî, Cenâiz 65, (  1063).][343]



AÇIKLAMA  : 



Müellif, burada  :  "İmam Mâlik ve Tirmizî´nin kaydettikleri bir rivayette Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır  :  "Bu beş kişi şehiddir" diye kaydettikten sonra önceki rivayete atıf yaparak rivayetin aslını vermez, tek madde kaydeder. Biz metni ve tercümeyi kaydetmeyi uygun buluyoruz  :  الشُّهَدَاءُ خَمْسَةٌ  :  الْمَطْعُونُ وَالْمَبْطُونُ وَالْغَرِيقُ وَصَاحِبُ الْهَدْمِ وَشَهِيدٌ في سَبِيلِ اللّهِ

"Şu beş kişi şehiddir  :  "Tâundan ölen, karın hastalığından ölen, boğularak ölen, yıkıntı altında ölen, Allah yolunda şehid olan."[344]



ـ3ـ وعن أم حزام رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالتْ  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  المَائِدُ)ـ3(  في البَحْرِ الَّذِى يُصِيبُهُ القَئُ لَهُ أجْرُ شَهِيدٍ، وَالْغَرِيقُ لَهُ أجْرُ شَهِيدَيْنِ[. أخرجه أبو داود .



3. (  1151)- Ümmü Harâm (  radıyallahu anhâ) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  :  "Deniz tutması sebebiyle (  gemide) kusan kimseye şehid sevabı verilir. Boğularak ölene de iki şehid sevabı vardır." [Ebu Dâvud, Cihâd 10, (  2493).][345]



AÇIKLAMA  : 



Hadisi rivayet eden Ümmü Haram Binti Milhân (  radıyallahu anhâ), Hz. Enes´in muhterem annesi Ümmü Süleym´in kızkardeşidir. Ashâb´ın büyüklerinden olan Ubâde tu´bnu´s-Sâmit (  radıyallahu anh)´in zevcesidir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın hususî iltifatına mazhar olmuş bahtiyarlardandır. Zîra Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) evine girip ziyaretleriyle şereflendirmişler, hanesinde kaylûle denen öğle uykusu kestirmişlerdir. Uykusundan gülerek uyanan Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) rüyasında Müslümanların gemilere binip deniz seferlerine çıkacaklarını gördüğünü anlatır. Ümmü Harâm  :  "Ya Resûlallah (  aleyhissalâtu vesselâm), Allah´a dua edin, beni de onlar arasında kılsın" der. Fahr-i Âlem efendimiz  : 

"Sen onlardansın" tebşir buyururlar.

Ümmü Harâm, bu duayı nebevî bereketiyle Hz. Osman´ın hilâfeti zamanında, Hz. Muâviye (  radıyallahu anh)´nin komutasında tertiplenen Kıbrıs Seferi´ne zevcesi Ubâde ile birlikte katılır. Denizi aşıp, adaya çıkarlar. Orada bindiği katır yere atarak ölümüne sebep olur (  Sene  :  Hicrî 27). Bugün kabr-i şerifleri halen Kıbrıs´ta ziyâretgâhtır, Hala Sultan diye meşhurdur.[346]



ـ4ـ وعن سعيد بن زيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ  :  مَنْ قتِلَ دُونَ مِالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ دِينِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ، وَمَنْ قُتِلَ دُونَ أهْلِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ[. أخرجه أصحاب السنن .



4. (  1152)- Said İbnu Zeyd (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim şöyle buyurdular  :  "

Kim malını müdafaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim kanını müdâfaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim dinini müdâfaa sırasında öldürülürse şehiddir. Kim ailesini müdâfaa sırasında öldürülürse o da şehiddir." [Tirmizî, Diyât 22, (  1418, 1421); Ebu Dâvud, Sünnet 32, (  4772); Nesâî, Tahrim 22, (  7, 115, 116); İbnu Mâce, Hudud 21, (  2580).][347]



AÇIKLAMA  : 



1- Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle meşru olan nefis müdâfaasını göstermekte ve teşvik etmektedir. Kur´ân-ı Kerim haksız yere cana kıymayı ebedî cehennemi gerektiren bir cinayet olarak tavsif etmekle (  Nisa 93) kalmaz, böyle bir cürmü bütün insanları öldürmüş gibi şen´î bir cinayet ilan eder (  Mâide 32). Elbette bu gibi âyetler, cana kıyma meselesinde mü´min üzerine korkutucu ve son derece frenleyici tesirler hâsıl eder, hatta birçok fırsatlarda mü´mini öldürmektense ölmeyi tercih yoluna sevkedebilir. Böyle bir durum, vicdanı tefessüh etmiş zâlimleri ehl-i imana karşı daha şirret, daha saldırgan kılacağı açıktır. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) malı, canı, âilesi, dini için ölenlerin şehid olacağını tebşir etmekle bu sayılan şeylerin, ucunda ölüm tehlikesi bile olsa müdafaa edilmesine teşvik etmektedir. Dolayısıyla ölüm ihtimalinin mevzubahis olduğu müdafaa eyleminde öldürme ihtimali de mevzubahistir. Nitekim Müslim´de gelen bir Ebu Hüreyre (  radıyallahu anh) rivâyeti bu mevzuda daha sarihtir  : 

"Bir adam gelerek  : 

"Ey Allah´ın Resûlü, bir yabancı gelip malımı gasben almak isterse ne yapmamı uygun bulursunuz " diye sormuştu,

"Malından ona verme!" cevabını aldı. Adam tekrar  : 

"Ya beni öldürmeye kalkarsa ne yapayım " diye sordu.

"Sen de onu öldürmeye çalış" dedi. Adam  : 

"Ya beni öldürürse." deyince  : 

"Sen şehid olursun!" buyurdu. Adam  : 

"Ya ben onu öldürürsem " deyince de  : 

"O cehenneme gider!" cevabını verdi.

"Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde benzer bir suâle Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  :  اُنْشُدِ اللّهَ "Allah´ın adını ver" diye tavsiye eder.

"Söz anlamazlarsa " deyince tekrar "Allah´ın adını ver!" der.

"Yine de laf anlamazsa " deyince  : 

"O zaman mukâtele et, öldürülürsen cennettesin, öldürürsen ateştedir!" cevabını verir.

Meşru müdâfaa sırasında öldürene kısas, diyet gibi herhangi bir cezanın gerekmeyeceği muhtelif rivayetlerde gelmiştir.

Cumhûr-u ulemâ, hadis mutlak geldiği için, "müdâfaası yapılacak malın azlığına çokluğuna, bakılmaz" diye hükmeder. İbnu´l-Mübârek "İki dirhemlik mal için bile yapılacak müdâfaa meşrudur" demiştir, yeter ki haksız olarak alınmış olsun. Bazıları az bile olsa malın müdâfaa edilmesini "vacib" görürken, Mâlikîlerden bazıları  :  "Az bir şey için câiz değil" demiştir.

2- Alimler, nasslar açısından, "az şey sebebiyle katl câiz değil" diyene hak verememişlerse de mal müdâfaasında, malı kurtaracak tedbirlerin en hafifinden işe başlayıp, son noktada katle tevessül etmenin uygun olacağını belirtirler. Yani öldürmeden, saldırganı defetme yolları, çâreleri varken hemen öldürmeye başvurulmamalıdır. Nitekim "mukâteleyi tecviz eden rivâyet" de bu mânayı te´yid eder.

Ahmed İbnu Hanbel´den kaydettiğimiz rivayetteki "Allah´ın adını ver!" demesi ve bunu birkaç kere tekrar etmiş olması da bu görüş sahiplerinin delillerinden birini teşkil etmiştir.

Şâfiî hazretlerinden yapılan rivayete göre  :  "Kim malı veya nefsi veya harimi sebebiyle saldırıya uğrarsa, onun mukâtele hakkı vardır, öldürdüğü takdirde bedel, diyet, kefaret, vs. herhangi bir ceza gerekmez."

3- İki istisna  : 

1) Şunu da belirtelim ki, âlimler Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ tan gelen birçok rivayete dayanarak, bu meselede "sultan"ı istisna ederler. Yani zulüm sultandan geldiği takdirde, ona sabredilmesi, isyan edilmemesi hususunda Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın çok sayıda tavsiyelerini nanzar-ı dikkate alan âlimler, sultana karşı gelmeye fetva vermezler. İbnu´l-Münzir bu husustaki icmâdan bile bahseder.

2- Fitne zamanında müdâfa-i nefsi terketmek evlâdır. Yani, dâhilî kargaşa çıktığı zaman Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm), ısrarla fitneye bulaşmamayı, imkân nisbetinde ondan kaçmayı tavsiye eder. Öyle ki, ölmek veya öldürülmekten birini tercih gibi kritik bir durumda kalındığı takdirde, Hz. Âdem´in iki oğlundan hayırlısı (  Hâbil) olmayı tavsiye eder. Bilindiği üzere, fitnede alınacak tavrın en güzel örneğini Kur´an-ı Kerim Hâbil-Kâbil kıssasıyla vermiştir. Kâbil kardeşi Hâbil´i öldürmek maksadıyla üzerine gelince Habil şöyle der  :  "Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim..." (  Maide 28-29). Bu âyetin mucibiyle amel eden Hz. Osman (  radıyallahu anh) da fitnecilere mukabele etmemiş, öldürülmeyi tercih etmiştir.

Fitne ile ilgili geniş açıklamayı 4761. hadiste bulacaksınız.[348]



ـ5ـ وعن أبى سم عن رجل من الصحابة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم قال  :  ]أغَرْنَا عَلى حَىٍّ مِنْ جُهَيْنَةَ فَطَلَبَ رَجُلٌ مِنَ المُسْلِمِينَ رَجًُ مِنْهُمْ فضَرَبَهُ فَأخْطَأهُ فَأصَابَ

نَفْسَهُ. فقَالَ #  :  أخَاكُمْ يَا مَعْشَرَ المُسْلِمِينَ فَابْتَدَرَهُ النَّاسُ فَوَجَدوهُ قَدْ مَاتَ فَكَفَّنَهُ رسولُ اللّه # بِثِيَابِهِ وَدَمِهِ وَصَلَّى عَلَيْهِ وَدَفَنهُ. فقَالُوا أشَهِيدٌ يَا رسولَ اللّهِ؟ فقَالَ نَعَمْ؛ وَأنَا لَهُ شَهِيدٌ[. أخرجه أبو داود .



5. (  1153)- Ebu Sellâm, sahabeden birinden rivayet etmektedir  :  "Cüheyne´den bir mahalle üzerine baskın yaptık. Müslümanlardan biri, (  teke tek vuruşmak üzere) onlardan bir adam taleb etti. (  Bir cengâver gelince) hemen kılıncıyla saldırıya geçti. Ancak hata yaptı ve kılıncı kendisine isabet etti. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)  : 

"Ey Müslümanlar, kardeşinize (  yardım edin)" diye bağırdı. Halk ona doğru koşuştu. Ama ölmüştü.

Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) onu elbisesi ve kanı ile birlikte sardı, üzerine namaz kıldı ve defnetti.

"Ey Allah´ın Resûlü, bu şehid midir " diye sordular.

"Evet o şehiddir ve ben ona bu hususta şâhidim" cevabını verdi." [Ebu Dâvud, 40, (  2539).][349]



AÇIKLAMA  : 



Hadis, savaş sırasında şehid olmak için illâ da düşmanın silâhıyla öldürülmüş olmanın gerekmediğini ifade etmektedir. Kişi hâlis niyetle, Allah rızası için savaştığı takdirde, ne şekilde ölmüş olursa olsun şehid olacağını ifade eder. Nitekim sadedinde olduğumuz rivayet, kişinin, kasden değil hatâen, kendi silahıyla öldüğünü Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın da bu zâtı şehid olarak tavsif ettiğini göstermektedir.[350]



ـ6ـ وعن العِرْباض بن سارية رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال  :  ]قال رسولُ اللّه #  :  يَخْتَصِمُ الشُّهَدَاءُ وَالمُتَوَفَّوْنَ عَلى فُرُشِهِمْ إلى رَبِّنَا في الَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنَ الطَّاعُونِ فَيقُولُ الشُّهدَاءُ إخْوَانُنَا قُتِلُوا كَمَا قُتِلْنَا، وَيَقُولُ المُتَوَفَّوْنَ عَلى فُرُشِهِمْ إخْوَانُنَا مَاتُوا كَمَا مُتْنَا. فَيَقُولُ رَبُّنَا  :  انْظُرُوا إلى جِرَاحِهِمْ فإنْ أشْبَهَتْ جِرَاحَ المقَتُولِينَ فإنَّهُمْ مِنْهُمْ وَمَعَهُمْ فإذَا جِرَاحُهُمْ قَدْ أشْبَهَتْ جِرَاحَهُمْ[. أخرجه النسائى.



6. (  1154)- İrbâz İbn Sâriye (  radıyallahu anh) anlatıyor  :  "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki  : 

"Şehidlerle yataklarında ölenler, tâundan ölenler hakkında Cenâb-ı Hakk´a birbirlerini şikayet ederler. Şehidler  : 

"Onlar bizim kardeşlerimizdir, onlar da bizim gibi öldürüldüler!" derler. Yataklarında ölenler de  : 

"Onlar bizim kardeşlerimizdir, bizim gibi öldüler!" derler. Rabbimiz onlara şöyle seslenir  : 

"Yaralarına bakın, öldürülenlerin yaralarına benziyorlarsa onlardandırlar ve onlarla beraber olurlar!" Bakılır ve onlardaki yaranın, öbürlerininki gibi olduğu görülür." [Nesâî, Cihâd 36, (  6, 37-38  ).][351]



AÇIKLAMA  : 



Sindî, yatakta ölenler, öyle söylemekle, esas itibariyle tâundan ölenlerin şehid olmalarını kıskanarak mezmum olan hased duygusuyla onların derecelerinin düşürülmesini taleb etmediklerini, bilakis  :  "Bize de şehidlik ver, biz de onlar gibi yatakta öldük, onlar şehidse biz de şehid olmalıyız" demek istediklerini belirtir. Ayrıca, bu talebin cennete girmezden önce olacağını, çünkü cennette وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِى اَنْفُسُكُمْ âyeti (  Fussilet 31) mucibince, herkese arzu ettiği şeyin verileceğini belirtir. "Öyleyse der, Allah Teâla, cennette, herkesin kalbinden kendi fevkinde olanın makamını arzu etmeyi çıkaracak, kendi makamından razı kılacaktır."[352]



ـ7ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ عُمَرَ بنَ الخَطّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ  :  عُسِّلَ وَكُفِّنَ وَصُلِّىَ عَلَيْهِ وَكانَ شَهِيداً[. أخرجه مالك .



7. (  1155)- İbnu Ömer (  radıyallahu anhümâ) anlatıyor  :  "(  Babam) Ömer İbnu´l-Hattâb (  radıyallahu anh) şehid olduğu halde yıkandı, kefenlendi, üzerine namaz kılındı." Muvatta, Cihad 36, (  2, 463).][353]



AÇIKLAMA  : 



Hz. Ömer (  radıyallahu anh) Ebu Lü´lü´ eliyle suikast sonucu öldürülmüştü. Namazını Süheyb (  radıyallahu anh) kıldırdı.

Hz. Ömer (  radıyallahu anh) şehid kabul edildiği halde, tekfin işleri, normal bir ölüye yapıldığı şekilde icra edilmiştir. Çünkü, dünyevî ahkâm yönüyle de şehid sayılanlar, cephede ölenlerdir. Üstelik bunlar da aldıkları yaranın tesiriyle, hemen ölmüş olmalıdır. İlaç aldıktan, yiyip-içip konuştuktan sonra ölenler uhrevî ahkâm itibâiriyle şehid sayılsa da dünyevî ahkâm itibâriyle şehid sayılmazlar. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) Uhud şehidlerini yıkamadan, elbiseleriyle gömmüş ve üzerlerine namaz da kılınmamıştır. Namaz kıldığına dâir gelen rivayetler "dua" ile te´vil edilmiştir. Nitekim ölüye dua edilir. Namaz hususunda ihtilâf edilmiş olsa da, yıkamadan elbiseleriyle gömüldüklerinde ihtilâf yoktur.[354]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/17.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/17-18.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/18.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/18.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/19.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/189.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/19.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/19-20.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/21.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/21.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/21-22.

[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/22.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/22.

[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/23-24.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/24-25.

[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/26.

[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/26-27.

[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/27.

[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/27-29.

[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/30.

[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/30-31.

[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/31.

[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/31-32.

[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/32.

[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/32.

[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/33.

[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/33.

[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/34.

[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/34-35.

[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/35.

[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/36.

[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/37.

[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/37-38.

[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/38.

[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/38-39.

[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/40.

[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/40.

[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/41.

[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/41.

[40] Günümüzde,askeri düzenleme farklılık arzeder. Muvazzaf dediğimiz, meslekî subay sınıfı var. Hizmetine mukabil maaş alır. Bunlar yukarıdaki hükme dahil olmamalıdır. Günümüz şartlarında ordu bu sınıfsız düşünülemez. Bunların hizmetlerinde mânevi ücret, vazife sırasında ölmeleri hâlinde şehidlik durumu niyyetlerine, ihlaslarına bağlı olmalıdır. Yukarıdaki hadise dayanılarak kesin reddi câiz olmamalıdır.

[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/42.

[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/42.

[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/43.

[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/44.

[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/44-45.

[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/45.

[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/46.

[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/46-47.

[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/47.

[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/47-48.

[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/48.

[52] Kalansuve, serpuş demektir, başa giyilen şey. Sarık olmadığına göre, gereği hallerde üzerine sarık sarılan fesimsi bir serpuş; takke.

[53] Talh ağacı, Kamus´ta büyükçe bir ağaç nevi diye açıklanır. Muz ağacına da talh denir. Bu mânâda Kur´an´da zikri geçer.

[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/49-50.

[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/50.

[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/51-52.

[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/52.

[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/52-53.

[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/53.

[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/54.

[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/54.

[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/55.

[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/55.

[64] İsim biraz ihtilaflıdır. Buharî´ye göre  :  Abdu´l-Habîr an Ebîhi an ceddihi Sâbit İbni Kays ani´n-Nebiyyi (  sallallahu aleyhivesselâm) şeklinde olmalıdır.

[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/56.

[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/56.

[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/57.

[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/57.

[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/57.

[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/58.

[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/58-59.

[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/61.

[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/61-62.

[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/62.

[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/62-64.

[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/64-65.

[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/65.

[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/65.

[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/65.

[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/66.

[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/67.

[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/67.

[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/67-68.

[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/68.

[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/68-69.

[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/70.

[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/70.

[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/71.

[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/71.

[90] Ahzâb, hizb´in cem´idir. Hizb, parti, grup, küme gibi mânâlara gelir. Hendek savaşında pek çok müşrik kabîleler müslümanlara karşı birleşerek, Medine´ye saldırmışlar. Bu sebeple o savaşın bir adı Ahzâb harbidir, yani müttefikler savaşı. Bu savaşı müslümanlar Allah´ın büyük bir lütfu olarak kazanmışlardı.

[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/71-74.

[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/75.

[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/75-76.

[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/77.

[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/77.

[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/77.

[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/78.

[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/78.

[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/78.

[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/79.

[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/79-80.

[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/80.

[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/80-81.

[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/81.

[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/81.

[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/82.

[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/82.

[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/83.

[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/83-84.

[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/84.

[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/84.

[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/85-86.

[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/86.

[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/86-87.

[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/87.

[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/89-90.

[117] Müteakip hadîste bunun mutlak değil, mukayyed olduğu görülecek.

[118] Bu ifâde, yapılan anlaşma şartlarına "Allah´ın hükmü böyledir" diyerek "hareket etme" demektir. Böylece komutanlara, standart bir anlaşma prensipleri vazedilmemiş olmakla, zemine, zamana, şartlara göre istediği, uygun bulduğu çerçevede anlaşma yapma şartları koyma serbestisi tanınmış olmaktadır.

[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/90-92.

[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/93.

[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/93.

[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/94.

[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/94-95.

[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/95.

[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/95-96.

[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/96.

[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/96-97.

[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/97.

[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/97-99.

[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/99.

[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/99-100.

[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/100.

[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/100-101.

[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/101.

[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/102.

[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/102.

[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/102-103.

[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/103.

[139] Aliyyü´l-Kâri, rivâyetin فَحَاصَ النَّاسُ حَيْصَةً فَأَتَيْنَا الْمَديِنَةَ vechini esas alarak nâs´dan muradın "düşman" olduğunu, dolayısıyla mânanın  :  "Düşman saldırdı, hezimete uğrayıp Medîne´ye geldik" olması gerektiğini söyler.

[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/104.

[141] 1073 numaralı hadîste geleceği üzere, ikiden fazla düşman önünden kaçma ruhsatı, büyük çoğunluktaki ordular için değildir. Resûllullah (  aleyhissalâtu vesselâm) en az onikibin efradı olan ordunun, kendisinden sayıca sayılamayacak kadar üstün ordu karşısında bile kaçmasına izin vermez, ulemâ buna "haram" demiştir.

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/104-106.

[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/106-107.

[143] Buna beşte birin beşte biri deniyor, çünkü, ilgili âyet ganimetin beşte birini beşe ayırır  :  "...ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri (  hums), Allah´ın, Peygamber´in ve yakınlarının (  zi´l-kurbâ), yetimlerin, miskinlerin ve yolcularındır" (  Enfal 41). Ayette geçen "Allah´ın, Peygamberin ifadesi tek hisse kabul edilmiştir.

[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/107-109.

[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/109.

[146] Ümmü Haram´ın bu sefere katılması, Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın, bu maksadla yaptığı duanın bereketiyle gerçekleşmiştir. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) haram veya mekruh bir işin vukuu için dua etmez.

[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/109-110.

[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/111.

[149] Ureyneliler, Medine´ye gelip müslüman oldular. Medîne´nin havası sebebiyle hastalandılar. Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm) onları hâzine develerinin bulunduğu otlağa, "develerin südünü ve idrarını için iyileşirsiniz" diyerek gönderdi. Orada iyileşince irtidâd edip çobanları öldürüp, develeri kaçırmak istediler. Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) yakalatıp cezalandırdı.

[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/111-113.

[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/113.

[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/113.

[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/114.

[154] Hadd, zina, kadl, hırsızlık, kazf (  iftira), sarhoş edici içki içmek, irtidad gibi, cezası Kur´an´la tesbit edilen ağır suçların cezalarıdır. Ta´zîr, bunlar dışında kalan, mahkemece takdir edilen cezalar, te´dîb de terbiyevî maksadla verilen cezalardır.

[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/114-116.

[156] قَتَلَ صَبْراً savaşırken olmaksızın öldürücü atışlara hedef kılınarak icra edilen öldürmeye katl-i sabr denmektedir. Kurşuna dizmek, idam etmek manasına gelir.

[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/116.

[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/116.

[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/116-117.

[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/117.

[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/117.

[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/118.

[163] Kolyeyi gören Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm) merhube ve mahbube zevcesi Hz. Hatice (  radıyallahu anhâ)´yi hatırlı(Zeker) ziyadesiyle duygulanacak ve kolyenin alınmamasına işâret buyuracak ve Ebu´l-Âs´a hürriyetini bağışlayacaktır. Ebu´l-Âs da bilâhare müslüman olacaktır (  radıyallahu anh).

[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/119-122.

[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/123.

[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/123-124.

[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/124-125.

[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/125.

[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/126.

[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/126.

[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/127.

[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/127.

[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/128.

[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/128.

[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/128-129.

[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/128-129.

[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/130.

[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/130-131.

[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/132.

[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/132.

[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/133-135.

[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/135-137.

[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/137.

[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/137.

[185]"es-Selâtu Câmi´atun" henüz ezan yokken, namaz vaktinde, cemaati toplamak için başvurulan nidâ idi. "Namaz toplayıcıdır" demektir.

[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/140-141.

[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/141-142.

[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/142.

[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/142-146.

[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/147-148.

[191] Mânayı tesbitte Muhammed Hamidullah´ın el-Vesâsîyye´sinden istifade ettik. (  Avnu´l-Ma´bud´daki vechi ile, Vesâik´teki vechi arasında bazı farklar mevcuttur).

[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/148-149.

[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/150-151.

[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/151.

[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/151.

[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/152-153.

[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/153-154.

[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/154-155.

[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/155-156.

[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/156-157.

[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/156-157.

[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/158.

[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/158.

[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/158-159.

[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/159.

[206] Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (  radıyallahu anhümâ) gibi, sâdece "ilkler"den olmayıp, aynı zamanda Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la hep berâber oldukları bilinen ashabın büyükleri bile bir kısım hâdisleri Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra işitiyorlar. Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer bu durumlarda şâhit istiyerek, tahkik etmişlerdir. Bu bahsi başka misaller ışığında 1. Ciltte (  s. 43-60) genişçe işledik.

[207] Vask  :  Bir vask 60 sa´dır. Bir sa´da hububat ölçeğidir, 4 müdd ağırlığındadır, 1 müdd 530 gr. dır. 1 sa´=2120 gr. Şu halde 1 Vask takriben 127 kiloluk bir ölçektir.(  18  ) Ebu Hanîfe´nin muhalefette dayandığı mülâhazaları ve buna verilen cevapları-bazı fıkıh meseleleribu meyanda anlaşılmış olacağı için-kaydetmeyi uygun bulduk.

[208] Bey´u´l-Ğarar´ı 285.hadîste açıkladık.

[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/159-163.

[210]Aslında uygun tercüme, "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözünün aleyhimize düştüğünü mü zannedersin" şeklinde olmalıdır. Buharî´nin rivâyetinde "Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın "Sözünü unuttuğunu mu zannediyorsun " şeklindedir.

[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/164-165.

[212] Muteber rivâyetlerde en-Nihâye´de verilen bilgiye göre, bu mesk o devirde meşhurdu. Onbin dinar kıymet takdîr edilmişti. Medîne´de her düğünde, evlenen kadın onu kiralar, düğün sırasında, ondaki kıymetli takılarla süslenirdi. Bu mesk´in önce koç derisinden, sonra sığır derisinden sonra da deve derisinden yapıldığı belirtilir. Esâsen mesk deri demektir. Demek ki, kullandıkça eskimiş, her seferinde bir başka hayvan derisi bu işte kullanılmıştır.

[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/164-168.

[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/169.169.

[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/169.

[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/169.

[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/170.

[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/170.

[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/170-171.

[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/171.

[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/172.

[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/172-173.

[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/172-174.

[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/174.

[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/174-176.

[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/176.

[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/176.

[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/176-177.

[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/177.

[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/177-179.

[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/179.

[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/180.

[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/180.

[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/180-181.

[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/182.

[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/182.

[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/183.

[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/183-184.

[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/185.

[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/185.

[241] Tefsir metninde Mücemmi´in babasının ismi Hârise حَارثَةَ şeklinde musahhaf olarak gelmiştir, Câriye olacak.

[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/185-186.

[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/186-188.

[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/188.

[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/188-190.

[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/190.

[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/190-191.

[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/191.

[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/191.

[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/192.

[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/192-192.

[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/1923.

[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/193-194.

[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/194.

[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/194-195.

[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/195,

[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/195.

[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/196.

[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/196-197.

[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/197.

[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/197-198.

[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/198.

[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/198.

[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/198.

[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/198-200.

[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/200.

[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/200-201.

[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/201

[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/201-202.

[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/203.

[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/203-204.

[272] 1(  النهب  :  الغنيمةBedr´le, Uyeyne İbnu Hısn´ın ecdadını kasteder. Çünkü üçüncü göbekten ceddinin adı Bedr´dir  :  Uyeyne İbnu Hıns İbnu Huzeyfe İbnu Bedr´dir.

[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/205.

[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/205-207.

[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/207.

[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/207-208.

[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/209.

[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/209-210.

[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/210.

[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/210.

[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/210-211.

[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/211.

[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/211.

[284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/212.

[285] Bu Muttalib ile Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın dedesi Abdülmuttalib´i karıştırmamalı. Bu, Abdülmuttalib´in amcasıdır.

[286] Hz. Osman da Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´la Abdi Menaf´da birleşir  :  Osman İbnu Affân İbni Ebî´l-Âs İbni Umeyye İbni Abdi Menâfe´l-Kureşî.

[287] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/212-216.

[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/216-217.

[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/217.

[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/217.

[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/219-220.

[292] Kâzib, Arapça´da hatâ etmek, yanılmak mânasına da gelir. Hz. Abbâs´ın Ali (  radıyallahu anhüma) efendimize, öfke ile sarfettiği kâzib sözünü, dilimizdeki yalancı mânasında tercüme etmeyi uygun görmedik.

[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/220.

[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/221-222.

[295] Ebu Dâvûd´un bir rivâyetinde Resûlullah (  aleyhissalâtu vesselâm)´ın üç ayrı hususi malı (  safiyy) olduğu belirtilir  :  Fedek, Hayber ve Benû Nadîr emvali.

[296] Terhîm, ismi biraz kısaltma, telâffuzu hafifletmedir. Hz. Ömer, Rivâyette, Mâlik´e "Ey Mâli!" diye hitab eder, sondaki "k" harfini atar. İşte buna terhîm denmektedir.

[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/222-226.

[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/227.

[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/227-228.

[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/229

[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/229.

[302] Vask bir ölçü birimi. Takriben 127 kilo ağırlığındadır. Bak. 1086.hadis.

[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/230.

[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/231.

[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/232-234.

[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/234-235.

[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/235-237.

[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/237.

[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/237

[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/238.

[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/238.

[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/239.

[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/239.

[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/240.

[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/240.

[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/241.

[317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/241.

[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/242.

[319] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/242.

[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/242-244.

[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/245.

[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/245.

[323] Şerh kitapları, Hz. Peygamber (  aleyhissalâtu vesselâm)´in himâ kıldığı Nakî ile Hz. Ömer´in himâ kıldığı Nakî´in aynı ter mi, uzaklıkları vs. hakkında bazı münakaşalara yer verirler. Teferruatı gereksiz bulduk.

[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/245-246.

[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/247.

[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/247.

[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/248.

[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/248.

[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/249.

[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/249-250.

[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/250.

[332] Bu mevzuyu tamamlayıcı bilgi için az yukarıda geçen 1139 numaralı hadisin şerhine bakılmalıdır.

[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/249-251.

[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/252.

[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/252.

[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/253.

[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/253-254.

[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/255.

[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/255.

[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/256-257.

[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/258

[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/258-259.

[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/259-260.

[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/260.

[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/260.

[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/260-261

[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/261.

[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/261-263.

[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/264.

[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/264.

[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/265.

[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/265.

[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/265.

[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları  :  5/266.



--------
Kütübü Sitte Hadisleri,  Cihad Bölümü,Cihad ile ilgili Hadisler,Cihadin Hükümleri,dinimizde Cihad Bahsi, islmada Cihad ,savasmak,dinmizde savasmanin hükümleri,kafirlerele savasmak,savaşmak,savaşmanin hükümleri,islmada savaşmak,,dinmizde savaşmak,,kafirlerle savaşmak,





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)