Thread Rating:
  • 15 Vote(s) - 3.07 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Hat Sanatı Nedir Hat Yazısı Nasıl Yazılır
#1
Dini-1 

   

Hat Sanatı Nedir Hat Yazısı Nasıl Yazılır

Hat sanatı denilince Kur'an harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir. Bu sanat Kur'an harflerinin 6 ile 10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim'in bir araya toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da doğal olarak büyük aşamalar göstererek önemli sanat kolu olmuştur.

Bu yazının ilk biçimi olan ve adını Kufe kentinden alan köşeli karakterli kufi yazısının yerini 9. yüzyıldan sonra aklam-ı sitte (altı çeşit yazı) almaya başladı. H at sanatı, tarihi seyir içersinde yer yer ve kol kol gelişmiş, mükemmelleşmiş ve güzel sanatlar arasında seçkin yerini fiilen almıştır. Bunun farkına varamayanlar, garp tarihçilerinin adetlerine uyarak hat sanatına “mimari süsleme” deyip geçmişlerdir. Oysa ki mushaflar, cüzler, hilyeler, fermanlar, murakkalar, meşkler, karalamalar gibi değişik konularda verilmiş nice eserler vardır ki mimari süsleme ile hiçbir alakası yoktur. Hat sanatı;

“Cismani aletlerle ortaya çıkan ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilmiştir.

Aslı Finikeliler'den gelen ve Nebat kavmince kullanılırken Araplar'a geçen ve basit şekillerden ibaret olan bu yazı çeşidi, İslamiyet'in gelişi ile beraber önem kazanmıştır. Kavim yazısı olmaktan çıkıp ümmet yazısı haline gelmiştir.

Bu bakımdan “Arap harfleri” yerine “İslam harfleri” yahut “Kur'an harfleri” ifadesini kullanmak daha yerinde olacaktır. Kur'an ve hadislerin doğru tespiti için yapılan çalışmalar hat ilmini, o kutsal ibareleri güzel yazma gayreti ise hat sanatını meydana getirmiştir. Sadece okuma yazma vasıtası olan bir takım basit şekillerden böylesine güçlü bir estetik ortaya çıkıvermesi İslam'ın bir mucizesidir.

Türkler, hat sanatıyla Anadolu'ya geldikten sonra ilgilenmeye başlamışlar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşamışlardır. Yakut-ı Mustasımi'nin Anadolu'daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımi'nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak yazıya daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırmıştır.

Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah'ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürmüş,daha sonraları, Hafız Osman, Rakım Efendi, Şevki ve Sami Efendi gibi dahi sanatkarların hizmetleriyle varabilceği doruk noktasına yücelmiştir.

Türkler, altı tür yazı dışında, İranlılar'ın bulduğu tâ'lik yazıda da yeni bir üslup ortaya koydular. Önceleri İran etkisinde olan tâ'lik yazı 18. yüzyılda Mehmed Esad Yesari (ö. 1798) ile oğlu Yesarizade Mustafa İzzet'in (ö. 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı.

Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlılar'ın bulduğu tâlik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır.

Örneğin Türkler'in geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun'da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan rik'a da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir.

Sultanların imzası olan tuğralar ise, tuğrakeş adı verilen kimseler tarafından hazırlanmaktaydı. Sultanların mührü niteliğindeki tuğraların,

doğal olarak her sultanla birlikte, biçimi ve metni değişmekte, böylece zengin bir tuğra dizisi elde edilmiş bulunmaktadır. Tuğralar, fermanlarda, anıtsal yapıların girişlerinde ve gerekli diğer bölümlerinde sultanların simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fermanlardaki tuğraların tezhipli örneklerini bugün başta İstanbul olmak üzere müzelerde rastlamak mümkündür.

Hat sanatıyla uğraşan kişiye “hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders almalıdır. Başlangıçta harflerin tek tek yazılışları, sonra iki harfin birleşme biçimleri ve bunun kuralları öğrenilir. Ardından ikiden fazla harfin birleştirilmesine yani satır çalışmasına geçilir.

Bunun için genellikle önce uzunca bir kaside, sonra bazı ayet ve hadisler, dualar özlü sözler yazılır. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verir. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlar. Buna, “icazetname” adı verilir. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamaz.

Osmanlılar döneminde, hattatlar arasında en kıdemli ve usta olana, hattatların reisi (reisü'l-hattatin) adı verilirdi. Onun ölümünde yerine bir başkası geçerdi.

YAZI ÇEŞİTLERİ

1- Kufi yazı: İslam yazısının en eski örneği olan bu yazı, İslamiyetin zuhurunda Arap yarımadasının birçok yerinde kullanılmakta idi. Nitekim ilk Kur'an-ı kerimler bu yazı ile yazılmıştır. Düz çizgiler ve köşelerden oluşan bir yazı çeşididir. Kufi denilen yazının en temelli karakteri geometrik olmasıdır.

2- Sülüs: Sülüs yazı hicretin 4. yılında ortaya çıkmıştır. Kufi yazıdaki düz ve köşeli şekiller bu yazıda yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakmıştır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “ celi sülüs ” adı verilir. Büyük levhalar, kitabeler ve birçok mezar taşları bu yazıyla yazılmıştır.

3- Nesih: Nesih,sülüs türünün gövde oluşları bakımından en ilkel olan şeklidir. Nesih yazısının gövdesi,sülüs ve celi tiplerine göre çok yalındır. Kalem uç genişliği sülüsünkinin üçde biri kadardır. Kur'an-ı kerim, Delail, En'**, Hadis kitapları, Tefsirler ve Divanların yazılmasında bu yazı kullanılmıştır.

4- Muhakkak: Sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir yazı çeşididir.

5- Rika': Buna, nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. İcazetler bu yazı ile yazıldığı için “ icazet yazısı ” da denilir.

6- Tevki: Sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türüdür. Daha ziyade resmi evrakta kullanılmıştır.

7- Ta'lik: Bütün harfleri yuvarlağımsı olan bu yazı, her şeyden evvel çizgilerin bir musikisidir. İran'da icad edilmiştir. Bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “ celi ta'lik ” adı verilir.


KULLANILAN MALZEMELER

Kalem: Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılır. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontularak belli bir açıda kesilir. Celi yazılar da ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemler kullanılır.

Mürekkep: Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanır. İs ile arapzamkının dövülmesi neticesinde elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinir.

Kağıt: Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldir. Kağıtlar evvela hamurları ne olursa olsun, nebati ve madeni boyalarla çeşitli renklere boyanırlar. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtların yüzeyine âhar denilen bir madde sürülür ve daha sonra da mührelenir.

Hokka : Mürekkep hokka içinde saklanır. Camdan başka pişmiş topraktan, ****lden, çeşitli ağaçlardan hokka yapılabilir. Kalem sokulduğunda uç dibine vurup bozulmasın diye hokkanın içine lıka denen bir tutam ham ipek konur.


Arapça'da çizgi ya da bir satır yazı anlamına gelen hat sözcüğü, bugün Arap harfleriyle yazılmış güzel el yazısı karşılığı olarak kullanılmaktadır. Hat; güzel yazi sanati olup, yazarlarina hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî', Icâze, Ta'lik, Divânî, Celi, Rik'a, Ma'kili dâhil, bin kadar çesidi vardi. Halicilik, kumasçilik, dericilik, ciltçilik, kitapçilik, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcilik, mürekkepçilik, mobilya, sandalcilik da ayri birer sanat dali olarak, her sahada eserler verildi.

Yazıya verilen değer, bütün İslam kültürlerinde hat sanatının çok üstünde durulmasına yol açmıştır. Özellikle Osmanlı kültürü içinde hat sanatı çok ilerlemiş, işlevsel görevinin yanısıra, estetik bir düzeye yükselmiş, adeta batı resim sanatındaki tabloların yerini tutar olmuştur. Gerçek bir tablo gibi çerçevelenerek duvara asılan güzel yazı örneklerinden ünlü hattatların yapıtlarına Osmanlı tarihinde çok büyük paralar ödendiği bilinmektedir. Güzel yazı, yalnız levhalarda değil, bundan başka el yazması kitaplarda, fermanlarda, diplomalarda, cami iç ve dış duvarlarında, çeşitli yapıların yazıtlarında, mezar taşlarında, pencere kapağı ya da kapı kanadı gibi mimarlık ögelerinin üstlerinde, halı bordürlerinde, kutu, vazo, tabak gibi gündelik eşyada da kullanılmıştır.

Hat sanatında yazı gelişigüzel yazılmaz, her yazı türünün kendine özgü özellikleri, inceden inceye saptanmış kuralları vardır. Tarih boyunca ünlü hat ustaları zaman zaman yazı kuralları oluşturmuşlar ve bunları saptamışlardır. Çeşitli yazı türleri birbirlerinden, harflerin büyük ya da küçük olması, biçimi, aralıkları, bazı harflerin birbirlerine bitiştirilip bitiştirilmemesi, bazı yazı işaretlerinin kullanılıp kullanılmaması gibi özellikleriyle ayrılır.

Doğal olarak yazı sanatının ilk gelişmesi Araplar eliyle olmuştur. Bilinen ilk büyük Türk hattatı ise Amasyalı Yakut el Musta'Sami'dir (13. Yüzyıl).

Hat konusunda ciddi ve kapsamlı çalışmayı Amasyalı Şeyh Hamdullah (15. Yüzyıl) yapar, aklam-ı sitte, yani 6 esas yazı diye bilinen yazı türlerini, herbirinden örnekler çıkartıp yanlarına kurallarını yazarak bir murakka içinde toplar. Aynı zamanda Sultan 2. Beyazıd'ın da yazı hocası olan Şeyh Hamdullah'dan günümüze kalan en önemli yapıtlar, İstanbul Beyazıt Camii'nin cümle kapısının üstündeki yazıtla Amasya Beyazıt Camii'nin yazıtıdır. Osmanlı sanatının doruğa ulaştığı 16. yüzyılın en önemli hattatı, yazının yalnız üslubunda değil, tekniğinde de yenilikler getiren Ahmet Karahisari'dir. Altını mürekkep gibi kullanarak yazı yazmak, Altın yaldız harflerin dışını siyah çizgiyle belirlemek, harf kalınlıklarının içini çiçek motifleriyle doldurmak ilk kez onun uyguladığı yeniliklerdendir. En önemli yapıtı İstanbul Süleymaniye Camii kubbesindeki yazısıdır. Türk yazı sanatının başka bir ustası da yapıtlarıyla pekçok başka hattatı etkilemiş, 3. Ahmet ve 2. Mustafa gibi Sultanlara hocalık etmiş olan Hafız Osman'dır (17. Yüzyyl). Taş baskısıyla çoğaltılan KURAN'ları, çağında en uzak İslam ülkelerine kadar yayılmıştır. Bu yapıtlar günümüzde de yazı sanatının en değerli örneklerinden sayılır.

Ünyeli İsmail Efendi, Mustafa Rakım Efendi ve İstanbul'daki pek çok yapının yazıtını hazırlamış olan Mehmet Esad Yesari, 18.yüzyılın ünlü ustalarıdır.

19. Yüzyılda ise başka bir ustayla, Kazasker Mustafa İzzet Efendi'yle karşılaşılır. Ayasofya'daki 8 büyük yuvarlak levha onun en ünlü yapıtlarındandır. Cumhuriyetten sonra harf devrimiyle Arap harflerinin kullanımdan kaldırılması, bütünüyle bu harflere dayanan hat sanatının yaygınlığını birdenbire çok azaltmıştır. Kitapların latin harfleriyle ve baskıyla hazırlanması, bu sanatın kullanım alanını hemen hemen yalnız Cami'lerdeki duvar yazılarına indirgemiştir. Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Kamil Akdik, Emin Barın gibi hattatlar bu kısıtlı alanda yapıt vererek 20. yüzyılda hat sanatını sürdüren sanatçılar olmuşlardır.

Çeşitli yazı türleri içinde Kufi, en eski yazıdır. Osmanlı kültür çevresinde az kullanılmış olmakla birlikte dik, kalın, köşeli harfleriyle hemen dikkati çekerek öteki yazılardan ayrılır. Halı bordürlerinden madeni paraya dek çok çeşitli alanlarda kullanılır. Yazıtlarda, KURAN'da ve Divan yazmalarında kullanılan Nesih iri harfli olduğu için duvar yazılarında ve Kitapların bölüm başlıklarında kullanılan sülüs, Din kitaplarında ve murakkaların başındaki besmelelerde kullanylan Reyhani ve Muhakkak, devlet belgelerinde kullanılan Tevki, hattatların öğrencilerine verdikleri icazetnamelerin altındaki üstat imzalarında kullanılan Rik'a, bir arada aklam-ı sitte diye adlandırılan en önemli 6 yazı türünü oluştururlar. Bunlardan başka talik, nestalik, divani, bir tür steno sayılabilecek olan siyakat, menşur, zülf-ü arus, hilali, muini, şikeste, müselsel gibi yazı türleri de vardır.

Hat sanatında Osmanlı sanatçıları çeşitli uslupları denemişlerdir. Bunlardan biri istiftir. Bir sözcüğün harflerinin ya da bir cümlenin hece ve sözcüklerinin güzel bir görünüm oluşturmak amacıyla ve kullanılan yazının çeşidine uygun biçimde yanyana ve üstüste sıralanmasına, istif edilmesine denir. Bir sözcüğün, bir eksenin iki yanına bir ters, bir yüz bakışık olarak yazılmasıyla oluşturulan çeşidine müsenna ya da aynalı yazı adı verilir. 17.yüzyıldan sonra özellikle gelişen bu türün en görkemli örnekleri bugün Bursa Ulucamii'nin duvarlarında bulunmaktadır. Harflerin biçimleriyle oynayarak, çeşitli düzenlerde birleştirip istif ederek yaratılan ve oldukça stilize edilmiş bir tür yazı-resim de hat sanatında önemli yer tutar. Yazıyla oluşturulan böyle resimler arasında en çok sevilen ve rastlanan konular kayık, kuş, aslan, sancak, cami, ibrik, çiçek, insan başı vb.dir. Osmanlı Devleti'nin arması ve padişahın imzası olarak kullanylan tuğra da bir tür istif yazıdır. Oğuz Han'ın yazılı nişanından çıktığı bilinen tuğra, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları'nca da kullanılmıştır.
Eski Türk evlerinin örnekleri artık kalmadı. Ayakta olan birkaç tanesi de bugün yarın yok oldu olacak halde. Bursa’da, İstanbul’da, Edirne’de, İzmir’de ve Anadolu’nun daha pek çok yerinde şehirlerin adeta ziyneti olan bu evler, zamanında korunmadıkları için göç dalgasının, değişen ekonomik yapının ve hızlı şehirleşmenin etkisi ile kısa sürede kaybolup gittiler. Yazar Reşad Ekrem Koçu, Çelik Gülersoy ve özelikle her sene birkaç hafta süren sergiler düzenleyerek maketlerde ve fotoğraflarda olsun eski Türk evlerini yaşatmayı amaç edinmiş olan Perihan Balcı gibi bu işe gönül vermiş insanlar sayesinde bu evler hakkında bilgimiz var. Ahşap, divanhâneli, sofalı, çok odalı, yayvan, geniş bahçeli, havuzlu, taşlıklı Türk evleri maalesef artık yok. Amucazâde Hüseyin Paşa’nın Kanlıca’daki yalısı, Çengelköy meydanındaki 18. yüzyıldan kalma bir iki ev, ve Zeyrek ile Süleymaniye’nin artık iyiden iyiye tahrip olmuş tarihi dokusunda her nasılsa unutulup kalmış olan birkaç harabe şehrin orasında burasında can çekişir halde sonlarını bekliyor. Boyacıköyü’ne mimar Refik Bey’in eseri olan ve yakın geçmişte tadilat geçirip üstüne bir kat ilâve edilen Refikabâd ve Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın Çatalca’da 1970’lerde yaptırdığı evi ise o eski günleri canlı tutmaya çabalar gibi.

Peki, eski Türkler, yaptıkları binalara, mabetlere, özellikle de evlerindeki sofalara, odalarının duvarlarına neler asarlar; kapalı mekânların duvarlarını nasıl süslerlerdi? Bizim kültürümüzde her türlü resim geç kabul gördüğü için, bunun cevabı yazı (hat) levhalarıdır. Türklerin “pirimitif” denen, “ilk” ve herhalde resim tarihi açısından hayli ilkel olan tabloları dahi 19. yüzyılın ilk yarısına tarihlenirken, müzelerimizi yahut meraklıların koleksiyonlarını süsleyen 4, 5 hatta 6 yüz senelik levhalar, evlerimizin duvarlarını nasıl süslediğimizin en iyi göstergesidir. Bunun için yazının, levhanın ve kitabenin Türk mimarisindeki yerine kısaca bakmak, ondan sonra Türk evlerini süsleyen yazı levhalarının hikayesine geçmek uygun olacaktır.

İslamiyetin doğuşu ile birlikte eski kavimlerde hayli ileri seviyelere gelmiş olan resim ve heykel gibi görsel unsurlar yasaklandı. Çünkü resim ve heykel, o gün için yakın geçmişte yasaklanmış olan puta tapma olgusunu hatırlatacağı için tehlikeli idi. Bu büyük boşluğun yerini kısa sürede estetik Arap harflerinin bir araya gelmesi ile oluşan çeşitli boyutlardaki levhalar, duvar panoları, freskler ve kitabeler aldı. Emevîler ve Abbasîler döneminde yapılan camilerde küçük boyutlu olmakla birlikte yazı kullanılmıştır. İslamiyetin doğduğu bölge olan Arap yarımadasında ve daha sonraki yüzyıllarda Ortadoğu’da bilinen ve Osmanlı’nın eski coğrafyasında yaygın olan bir düşünce vardı. Arap harflerinin bütün Müslüman coğrafyasında yaygınlığını koruduğu dönemlerde kutsal kitap Kur’an-ı Kerîm’in en güzel şekliyle Mısır’daki hafızlar tarafından okunduğu ve Türkler tarafından, bilhassa da İstanbul’da yazıldığına inanılırdı. Hatta öyle ki, bu düşünüş asırlar boyunca “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı…” sözleriyle ifade edilmişti.

Hat sanatı Anadolu’daki beylikler döneminde ve bilhassa Selçuklu Türklerinde sarayların, mabetlerin ve medreselerin iç ve dış duvarlarında büyük boyutlarda kullanılmaya başlandı. Bu yazılar daha çok binaların hangi sultan yahut melik tarafından hangi tarihte yaptırıldığını hikaye eden kitabelerdi ve mermer üzerine kazınmış birkaç satırdan ibaretlerdi. Camilerin ve sarayların iç ve dış duvarlarını süsleyen çini panolar ve birkaç yüz çini karonun bir araya gelmesinden oluşan kuşak yazıların Türk mimarisinde boy göstermeye başlaması da aynı dönemlere rastlar. Bugün, düzgün bir örneği günümüze ulaşmayan, fakat dünyanın önde gelen müzelerinin en nadide koleksiyonlarını oluşturan kuşak yazılar çoğunlukla Kur’an’dan alınmadır ve gündelik hayatta sıklıkla kullanılan ayet ve surelerden oluşurlar.

Osmanlı mimarisinde ise hat sanatı, harflerin irileşmesi, yazı karakterlerinin oturması, dolayısı ile boyut ve şekil değiştirmesi ile birlikte önemli bir yere sahip oldu. Selçuklularda ve Osmanlı’nın kuruluş döneminde çini karolar üzerine yazılmış ayet, sure ve diğer kitabeler 14. yüzyıldan itibaren yerlerini mermere kazınmış kitabeler ile mukavvaya yahut deriye yazılmış devasa ebatlardaki levhalara bırakmış ve zamanla hat sanatı içindeki farklı ekoller artık iyiden iyiye fark edilir bir hal almıştı. Bursa, İznik, Edirne ve fetihten sonra İstanbul’da yaptırılmış olan taş yapıların duvarlarına, binaları yaptıran padişahların ve sultanların hayırla anılmasını isteyen tarih kitabelerinin yanında bir de dini içerikli çini kuşak yazıları ile mermer kitabeler ve İslami motiflerle bezeli çini duvar panoları da yerleştiriliyordu. 16. yüzyıldan itibaren camilere, tekke ve diğer dini yapılarla medreselere duvardan bağımsız levhalar da asılmaya başlandı. Bunlar genellikle camsız ve çerçeveli olup kâğıt, mukavva, tahta ve deri üzerine yazılmış ayet ve surelerle ilgili levhalardı. Mekânın iç hacminin hayli büyük olması dolayısıyla camilere asılan levhaların boyutları da hayli büyük olurdu. Fatih, Ayasofya, Bayezid, Süleymaniye, Sultanahmet, Nuruosmaniye camileri başta olmak üzere pek çok camide bu ve benzeri büyük boyutlu levhalara rastlamak mümkündü.

Vakıflar Genel Müdülüğü’nün -muhtemelen hırsızlığa karşı bir tedbir olarak-böyle levhaları kamyonlarla camilerden toplatıp depolara kaldırtması, camilerde ibadet edenlerle sadece bu levhaları ziyaret edip gözlerini şenlendiren meraklıların büyük bir zevkten mahrum kalmasına sebep olmuştur. 1925’te tekkeler kapandığında, aynı tarihlerde kaldırılan Evkaf Nezareti yerine kurulan Vakıflar Umum Müdürlüğü aldığı bir kararla, ülkede mülkiyeti vakıflara devredilen ne kadar tekke, zaviye varsa bunların eşyalarını kayıt altına alıp depolara kaldırmıştı. Aynı tarihlerde kapatılan türbelerin içindeki sanduka örtüleri, şamdanlar, ceviz, abanoz gibi kıymetli ağaçtan yahut bronz, gümüş gibi değerli ****llerden yapılmış olan sanduka parmaklıkları, duvarları süsleyen levhalar, yerleri kaplayan halılar ve kilimler oldukları yerde bırakılmışlardı.
Evlerin ve dergâhlarda semahânelerin baş köşesini süsleyen levhalardan bir örnek.


Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin 1860 tarihli zerendud bir levhasında Türk tasavvuf hayatına damgasını vurmuş tarikat ulularından Mevlanâ Celaleddin-i Rumî’nin ismi böyle istiflenmişti.


Hz. Ali ile özdeşleşmiş figürlerden birisi aslan diğeri ise kılıcı zülfikâr’dır. Bu levhada, genellikle Bektaşi tekkelerini süsleyen ve Ali’nin ismindeki “y” harfinin zülfikârlaştığı levhalardan biri görülüyor. Mehmed şefik Bey’in elinden çıkmış olan bu tarihsiz zerendud levhada “Yâ Ali” yazmaktadır.

Tekkelere ait eşyalardan çok küçük bir bölümü daha sonraki senelerde kurulan Divan Edebiyatı Müzesi’nde sergilenmeye başlanmıştı. Ne var ki sadece depolar (örneğin uzun senelerden beri vakıflara ait olan Yenikapı Mevlevihânesi yangın geçirmeden az öncesine kadar eşya deposu olarak kullanılıyordu) değil, Galata Mevlevihânesi’nde kurulan bu müze de soygundan nasibini almıştı. 1970’lerde Bayezid Meydanı’nın bir köşesindeki eski bir medrese binasında kurulan Vakıf Hat Sanatları Müzesi de vaktiyle camilerden, tekkelerden toplanan levhaların bir bölümünü sergilemek üzere kurulmuş, bina yeterli olmadığı için ve tahsisat yetersizliğinden dolayı bazı pavyonlar ziyaretçilere kapalı tutulmuş, müze deposundaki birçok eser de teşhire konamamıştı.

Son senelerde Vakıflar idaresi, artan soygunların önünü alabilmek için levhaların ve halı, şamdan, boy saati gibi diğer değerli eşyaların son adresi olan camilere de el atarak buralardaki değerli eşyaları toplayıp depolara kilitledi. Bugün, büyük camilerdeki birkaç adam boyundaki devasa levhalar dışında ibadethânelerde levha kalmamış gibidir. Sultanahmet, Süleymaniye, Aksaray Valide ve Şehzade camilerindeki irili ufaklı levhalardan neredeyse tamamı kaldırılmış, götürülemeyecek büyüklüktekiler ise yerinde bırakılmışlardı. Mesela, Ayasofya müze yapıldığında Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin her bir harfinin kalınlığı neredeyse 35 santime ulaşan cihar yâr-ı güzin levhaları, büyük oldukları için yerlerinden indirildikleri halde binanın kapısında çıkartılamamış ve senelerce bir kenarda beklemiş; sonra bir aralık İslâm Eserleri Müzesi müdürlüğü de yapmış olan üstat ve tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın da ön-ayak olması ile yeniden asılabilmişlerdi.

Selâtin camilerde, yani sultanlar ve padişahlar tarafından yaptırılmış olan camilerde bulunan çoğu eser yok olmuştur. İsmail Zühtü Paşa’nın hayır eseri olan Altunizâde Camii’ndeki Hulusi ve Sami Efendi imzalı hatlar, Merkezefendi ve Sünbülefendi tekkelerindeki dönemin meşhur hattatlarına ait levhalar, Laleli ve Nuruosmaniye camilerinin Yesarî Esad ve Yesarîzâde Mustafa İzzet efendilere ait olan muhteşem levhalar artık bulunmuyor. Bununla beraber, örneğin (günümüzde büyük bölümü kaldırılmış olmakla birlikte) Emirgân’daki I. Abdülhamit Camii’nin ve Aksaray’daki Valide Camii’nin hattat Sami Efendi’ye; Cihangir Camii’nin Şefik Bey’e ve Mehmed Şevki Efendi’ye ait mürekkeple yazılmış yahut siyah zemin üzerine altın varakla işlenmiş zerendud levhaları yazıldıkları günkü halleriyle yerlerinde duruyorlar. İstanbul’daki, hatta belki de dünyadaki en büyük hilye-i şerifin de Silivrikapısı’nda, Fatih’in topçubaşısı Bâlâ Süleyman Ağa’nın hayır eseri olan camide hâlâ yerli yerinde olduğunu da yeri gelmişken söyleyelim.

Türbeler de tıpkı cami ve mescitler gibi en meşhur Türk hattatların elinden çıkmış zarif levhalarla süslenir, çini ve mermer kuşak yazılarının yanında duvarlara asılmış bu levhalar da türbelerin iç mekânını süslerdi. Levha sayısı açısından en zengin türbelerden birkaçı Çemberlitaş’taki Sultan Mahmut, Üsküdar’daki Aziz Mahmut Hüdaî, Eyüpsultan’daki Halid bin Zeyd, Mihrişah Sultan ve Fatih Sultan Mehmet’in türbeleri idi. Bu türbelerdeki levhaların ekserisi yine Vakıfların deposuna kaldırılmıştır.

Tekkelere gelince, tarikatlara ait bu binaların iç mekânlarına asılan levhalar, camilere asılanlardan çok farklıydı. Tekkenin ibadet yapılan en büyük odasına, yani tarikat tabiri ile semâ edilen yere asılan levhalardan çoğunda o tekkenin bağlı olduğu tarikatın kurucusu olan kimsenin ismi yazılırdı. Mevlevî tarikatının kurucusu Mevlâna Celaleddîn Rûmî’nin, Kâdirî tarikatının kurucusu Abdülkadir Geylanî’nin ve sonraki ulularından Eşrefoğlu Rûmî’nin, Nakşibendiliğin kurucusu Bahaeddin Şah Nakşibend’in, Halvetîliğin piri Şaban-ı Velî’nin isimlerini içeren gayet süslü, zarif ve okunaklı şekilde istif edilmiş levhaları o tarikata bağlı tekkenin semâhânesinin baş köşesini süslerdi. Bunlardan bazılarında yazı, tarikatı sembolize eden sikke yahut sarık resminin ortasına yerleştirilir, böylelikle estetik bir kompozisyon elde edilmiş olurdu.

Tekkelere tarikat ulularının yanı sıra dervişleri ve muhipleri, yani tarikata gönülden bağlanmış kimseleri edebe, terbiyeye, doğruluğa davet eden Arapça, Farsça yahut Türkçe levhalar da asılırdı. Bunlardan en bilindiği tekkelerin cümle kapılarının hemen üstüne asılan ve iri harflerle yazılmış “Edep yâ hû” levhaları idi. Bu tür levhaların yanı sıra tekkelerde Allah’tan ve peygamberden yardım dileyen “Aman mürüvvet”, “Bu da geçer yâ Hû”, “Yâ hazret-i fahr-i âlem”, “Yâ resulullah meded”, “Yâ mahbub’el âşıkîn”, “Allahû vahdehû” yani “Allah birdir” yazılı büyük boy levhalar da yer alırdı. Bu levhaların her biri gerek istif, yani kompozisyon; gerekse ölçüleri açısından görenleri hayran bırakacak derecede güzeldi. Bektaşi tekkelerinde sıklıkla rastlanan “Yâ hazret-i Ali” ve “Yâ Ali” levhalarını da unutmamak lazım. Bu levhalar, diğerlerinden farkı olarak sadece armudî, yuvarlak, beyzî şekilde istif edilmez, Ali ismi yazıda estetik bir şekle bürünür, ya son harfi zülfikârlaşır, yahut ilk harfi olan “ayın”ların içine birer göz oturtularak yazıya bir insan yüzünün ifadesi verilirdi. Bu tür levhaların ortasına gelen yerde yahut en tepesinde bir de 12 terkli bir Bektaşi sarığı ve teslim taşı resmedilirdi.

Tekke levhalarında son olarak değinilmesi gereken noktanın yazı içine geçmiş resim unsuru olduğunu söyleyelim. Tarikatlerle ve şeyh isimleri ile ilgili bu gibi levhalarda İslamiyetin sembollerinden olan içi kelime-i tevhid ile süslenmiş yeşil sancak, hilal ve konu edilen tarikatın sarığı; levhanın hazırlandığı döneme göre rokoko, rûmî yahut klasik şekilde işlenmiş çiçek, buket motiflerinin ortasında kalacak şekilde resmedilirdi. Bu figürlerin ve renklerin, tekke levhalara başka bir sıcaklık, başka bir hoşluk kattığı kesindir. Bu bahsi noktalamadan önce, Türkiye’deki en zengin tekke levhası koleksiyonunun -Divân Edebiyatı Müzesi’nden sonra, rahmetli Sevgi Gönül’ün şimdilerde Sadberk Hanım Müzesi’nde korunan koleksiyonu olduğunu da belirtelim.

Bir gerçeği burada hatırlatmak gerekirse, tıpkı Türk müziği gibi, hat da şahikasına İstanbul’da ulaşmış, Osmanlı’nın gerek en güçlü olduğu devirde, gerekse kültürel anlamda zarafetin, inceliğin ve zevkin doruklara ulaştığı son asırda en değerli hattatlar burada yetişmiş, en güzel yazılar yine bu şehirde yazılmıştır demek herhalde haddini aşan bir tespit olmayacaktır. Hal böyle olunca, zevk sahibi Osmanlı, İslamiyet ile resmin yerini yüzyıllar önce almış olan Arap harflerinin bir araya gelerek oluşturduğu estetik tabloları evlerinin en güzel köşelerine de asar olmuşlardı.

Eski sahilhânelerin, konakların ve köşklerin duvarları silme kalem işli, tavanları yüksek divanhâneleri, sofaları hep böyle güzel levhalarla süslenmiş, yüzyıllar içinde imbikten süzülerek oturmuş bir zevkin eseri olan bu nadide eserlerle zenginleşmişti. Kimi zaman konağın cümle kapısının üstünde yer bulan birkaç metrelik bir Kazasker besmelesinin karşısına-mesela hattat-ı şehîr Sami Efendi’nin elinden çıkma- bir kelime-i tevhid oturtulur, onların arasına da irili ufaklı kıtalar, boyu neredeyse birkaç metreye varan murakkalar yerleştirilirdi.

Peki, sûre ve ayetlerin yazılı olduğu bu gibi levhalardan başka neler asılırdı eski yalıların, evlerin duvarlarına? Eski Türk şehirlerini ve özellikle payitaht yani imparatorluğun başkenti İstanbul’u kısa aralıklarla harabeye çeviren en büyük tehditlerden biri de büyük yangınlar ve depremlerdi. Ateş, şehrin bir ucundan sökün etti mi, kilometrelerce ötedeki evler, konaklar tedbir olarak boşaltılır; ve önü alınamayan yangın büyük bir ateş topu halinde şehrin öbür ucuna kadar ulaşır, binlerce ev gecenin karanlığında göklere yükselen alevlerin kızıllığına teslim olur, kavrulur, küle dönerdi. Böylesi yangınlarda nice canların yanında yüzlerce sene içinde şekillenen Türk kültürünün somut eserleri olan porselenler, gülabdanlar, levhalar, çeşit çeşit kumaşlar ve halılar, gümüşler de yok olup gitmişti.

Ateş, salgın hastalık ve deprem gibi felaketlerin karşısında aciz kalan halk, bunun çaresini de Allah’a çeşitli yollarla yakaran ve yardım isteyen levhalar yazıp evlerine asmakta bulmuşlardı. Ahşap evlerin hemen hepsinin saçaklarının altına tutturulmuş olan irili ufaklı “Yâ Hafîz” yahut “Yâ Fettâh” levhalarının ve diğer yangın tabelalarının tamamı tahtadan yapılmış bu binaları kızgın alevlere karşı koruyacağına inanılırdı. 19. yüzyılın sonundan itibaren ahşap evlerin kaplamalarında bu levhalardan başka devrin tanınmış İngiliz ve Fransız sigorta şirketlerinin teneke plakaları da boy göstermeye başladı ise de, “Bu bina yangına karşı şirketimiz tarafından sigortalanmıştır” anlamına gelen bu tenekeler, yangınlarda meydana gelen zararı hiçbir zaman karşılayamadı.

Ahşap evlerin dışına ya da içine asılan ve içinde yaşayan aileleri veba gibi salgın hastalıklardan, maddi sıkıntıdan, işsizlikten, kem gözlerden ve nazardan koruduğuna inanılan diğer iki levha da Hazret-i Muhammed’in fiziki özelliklerinden bahseden hilye-i şerifler ve Arapça “Lî hamsete etfî behâ hârül vebâ el-hâtimete, el-Mustafâ ve’l Murtaza ve ebnâ himâ ve’l Fâtimete” beytinin yazıldığı tâun levhaları idi. En ünlü hattatların elinden çıkma bu levhalar, en güzel şekilde tezhiplenir, yani süslenir ve evlerin baş köşesine asılırdı.

Eski Türk evlerinde, yukarıda sıraladıklarımızdan başka, kelâm-ı kibar da denen güzel sözlerin, beyitlerin ve kıtaların yazıldığı levhalar da yer alırdı. Bu levhaların kimisi günlük hayata dair özlü sözler içerir, bazısında ise kişiyi güzel işler yapmaya, iyiliğe davet eden beyitler, şiirler yazılırdı. Olgunluğun, sarf edilen sözde gizli olduğunu anlatan “Kemalike taht-ı kelâmike” gibi Arapça levhaların yanı sıra son birkaç yüzyılda Türkçe beyitlerden yahut kıtalardan oluşan levhalar da yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu levhalarda dönemin şairlerinin divanlarından seçilmiş kıtalar, beyitler yazılı olurdu. Bu levhalarda “Kimsenin lutfuna olma tâlib, bedeli cevher-i hürriyettir”, “Benden bana olur her ne olursa, başım rahat eder dilim durursa”, “Mâsivadan el çekip mahluktan ümidi kes, virdin olsun hep nefes, Allah bes bâki heves!”, “Hiç kimsesiz kimse yoktur, her kimsenin var kimsesi, kimsesiz kaldım meded; ey kimsesizler kimsesi”, “Hak tecelli eyleyince her işi âsan eder, hâlk eder esbabını bir lahzada ihsân eder”, “Hûya düşdün ey dil meclis-i takvaya gelmezsin, gözün aç gâfil olma bir dahî dünyaya gelmezsin” gibi hem akılda kolay kalacak hem de levhaya gözü ilişen ev halkının veya misafirin kısa süre zarfında iyiye, güzele ve ahlaklı olmaya dair pek çok değeri hatırlamasını sağlardı. Bu levhaların da tıpkı daha evvel sıraladığımız tarzlar gibi gayet şık, estetik ve zarif şeyler olduğunu tekrar etmeye ise gerek yok…

Konaklar ve köşklerdeki misafir odalarının kıbleye bakan duvarlarında da, odada kalan konuğu hem namaz kılmaya teşvik eden, hem de başka birilerine sormaksızın kıblenin yönünü bulmasına yardımcı olan levhalar asılırdı. Bunlar namaz kılmak gerektiğini ve kıblenin, levhanın asıldığı duvarın tarafında olduğunu hem zarif, bir o kadar da esprili bir üslupla hatırlatırdı. “İnâd etme git namaza, rahmet olmaz bînamaza” ve “Ey misafir kıl namazın kıble bu cânibdedir, işte leğen işte ibrik işte peşkir iptedir” gibi beyitlerin yazılı olduğu bu levhaların üstüne müzehhip çoğu zaman bir mescit, bir havlu, leğen-ibrik ve bazen de Kâbe’nin resmini yapardı.

Evlerin duvarlarına, bazı hallerde de ilgili kimsenin yatağının başucuna asılan kimi levhalar da ebced hesabı ile hazırlanmış olan levhalardı. Yeni ev alanlara, taşınanlara da zarif, kıymetli ve iş görecek ev eşyaları hediye etmek âdet olduğu gibi, şayet evin sahibi makam sahibi bir zat ise, ve hele de edebiyat ile, tarih ile ilgiliyse güzel hazırlanmış bir levha hediye edilirdi. Bu levhalar, o haneyle ilgisi olan bir şair ya da edebiyat meraklısı tarafından hazırlanır, devrin meşhur bir hattatına götürülüp güzel ve okunaklı bir istifle yazdırılır, sonra da tezhipletilip uygun bir çerçeveye konduktan sonra hediye edilirdi. Bu levhaların -yazısı pek güzel olmamakla birlikte- bir örneği şair Tevfik Fikret’in Rumelihisarı’nda şimdi müze olarak kullanılan evi Aşiyan’daki yatak odasında ve başucunda asılıdır ve levhada şairin doğumuna düşülen tarih şiiri yazılıdır.

Yatak odalarına asılan bir başka esprili yazı ise altısı insan, yedincisi ise bir köpekten ibaret olan Yedi Uyurların isimlerinin yazılı olduğu levhalar idi. “Yemliha, Meslina, Bernûş, Tebernûş, Şâznûş, Kefeştatayyûş, Kıtmir” isimlerinin yazılı olduğu bu levhalar -ki hattat Mahmud Celaleddin Efendi tarafından yazılmış olan çok nefis bir örneği bugün Büyükdere’deki Sadberk Hanım Müzesi’nin ikinci katında yer almaktadır- özellikle uyumakta güçlük çeken çocukların karyolalarının başucuna asılırdı.

İstanbul, 19. yüzyıla gelindiğinde her ne kadar göçler, depremler ve özellikle yangınlarla birkaç defa neredeyse başta aşağıya yeniden yapılmakla birlikte mabetleri, tekkeleri ve evleriyle kültürel açıdan büyük bir birikime sahip hale gelmişti diyebiliriz. Ne var ki, 1890’lardan sonra sekiz-on sene arayla şehri vuran üç büyük deprem ve yaklaşık 15 bin ahşap evin ve pek çok cami, tekke ve mescidin yanmasına neden olan yangınlar bu birikimin büyük bir bölümünü yok etti. İstanbul’un işgali sırasında gerçekleşen yağmalar, ardından 1928 harf inkılabından hemen sonra eski harfli kitap ve levhaları evlerinde bulundurdukları için ceza göreceklerini zanneden bilgisiz kimselerin bu gibi eserleri yok pahasına elden çıkarmaları veya yok etmeleri bu zengin kültürel mirasın arda kalanının büyük bölümünün ya yok olmasına yahut da başka ellere geçmesine sebep oldu.

Bununla beraber, İstanbul’daki Türk-İslâm Eserleri, Türk Vakıf Hat Sanatları, Topkapı Sarayı gibi resmî ve Sadberk Hanım, Sabancı gibi özel müzeler ile şahıs koleksiyonlarında Türk hat sanatının en zarif ve göz alıcı örnekleri hâlâ sergileniyor. 1928’de yazının ve zaman içinde kültürün değişmesi, levhaların ve o levhalarda yazılı olan şiirlerin, beyitlerin günlük hayatın koşuşturmasına teslim olmuş insanların hayatından yavaş yavaş çıkmasına sebep oldu. Böylece eski Türk evinin olmazsa olmazı levhalar zamanla tasfiye oldu, bir kısmı yurtdışındaki müzayedelerde el değiştirmeye başladı, bir bölümü müzelerde meraklı gözlerin seyrettiği vitrinlerdeki yerlerini aldı.

Hat sanatı ise, ona gönül vermiş birkaç üstat sayesinde yaşamaya devam ediyor. İki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıdaki hattat arasında daha uzun ömürler dilediğimiz hezarfen Necmeddin Okyay’ın talebesi Profesör Ali Alparslan hat sanatının bugün hayatta olan en yetkin ismi olarak kabul ediliyor. Arap harfleri kaldırılalı neredeyse 80 sene olmasına rağmen Türk hattatlar bugün de, Arap harfleri ile yazan ülkeler arasında kaligrafi alanında birinciliği kimselere bırakmıyor, bu gidişle bırakacağa da benzemiyor…


1909 tarihli imzasız bir tekke levhasında mevlevî sikkesi formunda hazırlanmış zemin üzerine yazılmış “Yâ hazret-i Mevlanâ.”

Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin 1860 tarihli zerendud bir levhasında Türk tasavvuf hayatına damgasını vurmuş tarikat ulularından Mevlanâ Celaleddin-i Rumî’nin ismi böyle istiflenmişti.


Hz. Ali ile özdeşleşmiş figürlerden birisi aslan diğeri ise kılıcı zülfikâr’dır. Bu levhada, genellikle Bektaşi tekkelerini süsleyen ve Ali’nin ismindeki “y” harfinin zülfikârlaştığı levhalardan biri görülüyor. Mehmed şefik Bey’in elinden çıkmış olan bu tarihsiz zerendud levhada “Yâ Ali” yazmaktadır.


Günümüzde bizden önceki dönemlere oranla “hat”ta ilgi biraz daha fazlalaştı. Ama buna rağmen “hat” Türkiye’de gereken ilgiyi görmüyor. Çünkü halk, hat sanatını bilmiyor. Bir hat çalışmasını elinize alıp gösterseniz, yüz kişiden belki doksandokuzu, “Bu bir dini yazı” der geçer. Oysa hat başlı başına bir yazı sanatıdır. Plastik sanatların bir dalıdır. Çok zevkli bir sanattır. Ama geçtiğimiz yüzyılda bu sanata gereken ilgi gösterilmemiş ve neredeyse unutulmaya yüz tutmuştur. Fakat günümüzde yeniden hat sanatına merak edenler olmuş ve hattatlar yetişmeye başlamıştır.

Yirmi yıldır ‘hat’la iç içeyim
Hat sanatı akademik olarak bugün Güzel Sanatlar Akademilerinde bölüm olarak, ya da diğer bazı fakültelerde seçmeli ders olarak okutulsa da, esasında usta çırak kültürüyle öğrenilebilen bir sanattır. Bu sanatı öğrenmek için kabiliyet de gerekir ama esas gereken sabır ve sevgidir. Ben ta ortaokul yıllarımda merak ettiğim bu sanatı, usta bulamadığım için üniversiteye kadar gönlümde yaşattım. Üniversite yıllarımda karşıma bu sanatın yaşayan duayenlerinden biri olan Dr. Hüseyin Öksüz bey çıktı. Bendeki bu sevgi sebebiyle okuldaki ders saatleri yetmediği için ayrıca dışarıda kendisinden ders aldım. Şu an geriye dönüp baktığımda yirmi yıldır hat ile iç içeyim. Bunun onbeş yılını öğrencilik dönemim
sayarsanız beş yıldır hat sanatını icra ediyorum.

En az dört yıl gerek
“Hat”ta merak sarıp öğrenmek isteyen bir kimse, ortalama bir fakülte bitirecek kadar bu işi takip etmesi gerekir. Yani dört beş yıl kadar. Ben içimde merak olduğu halde hoca bulamadığım için bu derdi iyi biliyorum. O bakımdan hat konusunda ders almak isteyen herkese elimden gelen gayreti gösteriyor yardımcı olmaya çalışıyorum. Harran’da iken hat dersine başlayıp birkaç aya kadar hat icazeti yani diploması vereceğimiz öğrencilerim var. Onlarla bile mektupla çalışma diyaloğumuzu devam ettiriyoruz. Çünkü onlar da biz de ‘hat’tı bir aşk derecesinde seviyoruz.
Hat Osmanlılardan önce de vardı. Ama Osmanlılar döneminde zirveye çıkmıştır. Tabii ki bir yazı sanatı olarak hat çok zevkli bir sanattır. Ama hattatlar bu zevkle birlikte mutlaka bir mesaj da vermek isterler. O bakımdan hat sanatı, ya âyetler ve hadisler ya güzel sözler, anlamlı şiirler ve mısralar üzerine yapılmıştır. Tabii geçtiğimiz yüzyılın başlarından itibaren özellikle sanat alanında Batı’ya endekslendiğimiz için Batı’da hangi sanat varsa biz de onunla uğraşmışız... Haliyle hat sanatı Türk İslam sanatı olduğu için Batı’da hat yok. Biz de Batı’yı kopya ediyoruz. Derken bu hayranlık sebebiyle kendi öz sanatımızı, bizden başka kimsenin bilmediği sanatı unutmuşuz. Ama neylersiniz, biz unutagörelim, bugün Batı’dan bu sanatı öğrenmek için bize gelenler olmakta. Yurt içinde yaptığımız sergilerden, bu işe gönül verenler haricinde kimse haberdar olmazken, yurt dışındaki sanat merkezleri hat sanatıyla ilgili sergiler düzenlemek için bize davetler göndermekte. Buna üzülüyorum ama neye seviniyorum biliyor musunuz? Hani biz Batı’ya endeksliyiz ya. Eh, Batı’daki meraklılar bu sanatı öğrenip de uygulamaya başlayınca, bizdeki Batı’ya endeksli sanat dünyası da onlardan kopya ediyoruz diyerek belki ‘hat’ta merak salabilirler. Böylece bu kompleksi de üzerinden atarlar.

Profesyonel hattatlık olmaz mı?
Bu işe başlarken bir gün hattat olayım da para kazanayım diyerek yola çıkarsanız, sizi zor günler beklemektedir. Başarılı olmanız çok zordur. Ama bu sanatlara gönül verip de sanatkâr olmak arzusuyla çalışmanızı sabır ve sevgiyi birlikte götürürseniz, göreceksiniz ki farkında olmadan maddi kazanç da sağlayacaksınız... Ben kendimden örnek verirsem, bu sanatı sevgim dolayısıyla öğrendim. Hiç bu sanattan para kazanmayı düşünmedim. Hatta böyle bir kazancın olabileceğini dahi bilmiyordum. Ne zaman ki icazet aldım. Ne zaman ki eserler ortaya koymaya başladım. Bunlara alıcı çıktı. O zaman baktım ki, bu sanattan para da kazanılabiliyormuş. Ama bu sanat asla para kazanmak için yapılmaz. Sanat için yapılır. Yapılırken elbette para da kazanılır.

Başka harflerden hat olmuyor
Çok karşılaşılan bir soru var ki, neden hat denilen yazılar hep Arap alfabesiyle oluyor. Çünkü dünyada hiçbir alfabe Arap alfabesi kadar hatta uygun düşmüyor. Zaten incelik de burada. Hat, bir resim gibi algılanabilir ama resimden öte bir sanattır. Özgün bir sanattır. Dolayısıyla diğer alfabelerle belki ‘hat’ta benzer güzel şekiller ortaya koymak mümkündür. Ama hat yapmak mümkün değildir. Son zamanlarda Çin alfabesiyle de ‘hat’ta benzer çalışmalar yapılmaya başlanmıştır ama henüz bizim hat sanatıyla kıyaslanamayacak kadar yenidir. Belki bundan sonra biri çıkar da “İşte ben başka bir şekilde de hat ortaya koydum” diyebilir mi bilemem ama bugüne kadar olmamıştır.

“Hat”ta icazet şart
Hattat olmak için icazet gerekiyor. Yani bir çeşit diploma almak. Bunun için ders aldığın hocanın “Artık sen hattat olacak seviyede bu sanatı öğrendin” demesi gerekiyor. Bu kanaate varan hoca, size bir çalışma veriyor. Bu çalışmayı tamamlayıp götürüyorsunuz. Hoca altına kendi imzasını atıyor. Bu sizin icazet aldığınız anlamına geliyor. Bir başka şekilde de, hattatlardan oluşan bir jüri tarafından da hattatlığınız tasdik edilmiş olabiliyor. Hat icazeti alan bir kimse aynı zamanda ‘hat’ta icazet verecek seviyeye de gelmiş sayılıyor. Burada çok kısa anlatıldığında icazet, basit bir izin verme gibi sanılmamalıdır. Hatır için torpille falan icazet verilmez.

Hattat Mehmet Memiş Birçok ödülün sahibi
1960 yılında Çorum’da doğdu. 1984 yılında da Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1985-92 yıllarında Kadıköy Kemal Atatürk Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Bu sürede yine Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Yüksek Lisansı’nı tamamladı. Yine aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk İslam Sanatları Tarihi Ana Bilim Dalında doktora yaptı. 1993-99 yıllarında Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Türk İslam Sanatları Tarihi Ana Bilim Dalı’nda öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ağustos 1999’dan beri Sakarya Üniversitesi’nde aynı anabilim dalında Yrd. Doçent olarak görev yapmaktadır. Hat sanatı dalında yurt çapında yapılan çalışmalarda altı ödül sahibi olan Memiş, evli ve üç çocuk babasıdır.

Hattat Padişahlar
Vakıf Hat Sanatları Müzesi’nde sergilenen Sultan ll. Abdülhamid’in ceviz ve gül ağacından yaptığı rahlesi


Osmanlı Devleti’nin 700. Kuruluş Yılı kutlamaları çerçevesinde, Beyazıt’taki Vakıf Hat Sanatları Müzesi’nde, Osmanlı Padişahları’nın orijinal hat eserleri sergileniyor.
“Hattat Osmanlı Padişahları Sergisi”nde lll. Murad’ın, Sultan lll. Ahmed’in, Sultan ll. Mahmud’un, Sultan Abdülmecid’in, Sultan Abdülaziz’in bizzat yaptıkları 15 eser sergileniyor.
Eserler Sülüs, Celi Sülüs, Ta’lik ve Rik’a hat çeşitleri ile is ve altın mürekkebi kullanılarak yazılmış. Sergideki eserler aharlı kağıt ve keçi derisi üzerine yazılmış örneklerden meydana geliyor. Hicri 1002 ile Hicri 1288 yılları arasında yazılan eserler dışında marangozluğu ile tanınan Sultan ll. Abdülhamid’in ceviz ve gül ağacından yaptığı rahlesi de sergide yer alıyor. Sergi ücretsiz olarak gezilebiliyor.

Kubbet’üs Sahra’ya hat hediyesi
Seramik ve hat sanatının ünlü isimlerinden Hattat Yusuf Coşkun Benefşe tarafından Celi Ta’lîk üslubuyla yazılan eser Kudüs’teki Kubbet’üs Sahra’ya konulacak. Osmanlı Devleti’nin 700’üncü kuruluş yıldönümü münasebetiyle sosyal hizmetleri ile tanınan işadamı Ali Eriçek’in sponsorluğunda yapılan 200-150 cm ebadındaki eser devlet protokolü ile Kubbet’üs Sahra’daki yerine yerleştirilecek. Eser, Kubbet’üs Sahra’ya gitmeden, Osmanbey’deki Art Galeri’de sergilendi. Eserin tezhibi Arzu Ercanoğlu’na ait.

Özbek hattatın göz nuru
Özbekistanlı hüsnühat ustası Şevket İstamov, Kur’an-ı Kerim’i 4 yılda el yazısıyla tamamladı. İstamov, Özbek basınına yaptığı açıklamada, uzun süren bir hazırlığın ardından 60 yaşında yazmaya başladığı Kur’an’ı 4 yılda tamamladığını belirtti. Taşkent Teknik Üniversitesi mezunu İstamov, hüsnühat sanatını öğrenciliği sırasında öğrendiğini söyledi. Semerkantlı 64 yaşındaki İstamov’un elle yazdığı Kur’an-ı Kerim 622 sayfadan oluşuyor. 85 santimetre yüksekliğinde, 63 santimetre eninde ve 9 santimetre kalınlığındaki el yazması kutsal kitabın ağırlığı 40 kilo geliyor.

Hat sanatının zirvesi değişmedi
'Kur'an-ı Kerim, Mekke'de nazil olmuş, Kahire'de okunmuş, İstanbul'da yazılmıştır', asırlardır söylenen bir kelam-ı kibardır bu; mutlak doğru mudur? Mutlaka istisnaları olmuştur.


Ama Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de nazil olduğu, O'nu en güzel okuyan hafızların Mısır'da, en güzel yazan hattatların ise Anadolu'da yetiştiği de tarihî bir hakikattir.

İstanbul'da şu günlerde üç önemli hat sergisi var. Habitat kültür etkinlikleri çerçevesinde açılan sergiler, hat sanatının günümüzdeki seviyesi hakkında fikir vermesi bakımından önemli. Mehmet, Osman ve Fatma Özçay kardeşlerin sergisi IRCICA'da, Ali Toy'un sergisi Elif Sergi Sarayı'nda, Prof. Dr. Ali Alparslan, Ali Toy, Ali Rıza Özcan, Tahsin Kurt ve Fuad Başar'dan oluşan ustaların karma sergisi ise Armada Otel'de görülebilir. Bu arada sergileri olmasa da Hasan Çelebi, Davut Bektaş, Hüseyin Kutlu gibi usta isimleri de unutmamak gerekiyor.

Bin yıllık bir geçmişi olan hat sanatı mana ve estetiğin buluştuğu bir zirvedir. Yaklaşık 10-15 yıl süren hoca-talebe münasebeti ve icazet sistemiyle gelişen hat sanatı, bugün bile kamış kalemler, el yapımı mürekkep ve kağıtların kullanıldığı başdöndürücü güzelliğini sürdürmektedir.

Hat sözlükte ”ince, uzun doğru yol, birçok noktanın birleşerek sıralanmasından oluşan çizgi, satır veya yazı” gibi anlamlara karşılık gelen Arapça kökenli bir sözcüktür. Bu kelime özellikle İslam kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü’lhat, elhattu’lhasen) anlamlarında da kullanılmıştır.

Hüsn-i hat; estetik ve geometrik kurallara bağlı kalarak, güzel yazı yazma sanatıdır. Ancak, genellikle İslam dinine has kutsal metinlerin yazımı için kullanılan bir tabirdir. Dinsel metinleri güzel yazma ve bunu öğretme yetkinliğine sahip sanatçıya hattat, bu sanata da hattatlık / Hüsn-i Hat denilmiştir.

Hat, sözün veya ruhta gelişen fikir ve duyguların yazı aracılığı ile resmedilmesidir. Büyük matematikçi Öklid’in bir sözü bu fikri çok net ifade etmektedir: ”Hat, her ne kadar maddi aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir hendesedir.”

Hat sanatı; İslam’ın ilk dönemlerinden beri sürekli bir gelişim göstermiştir. Modern çağda geldiği noktadaki soyut anlatım gücü öylesine bir sanat düzeyine yükselmiştir ki; ünlü ressam Pablo Picasso, bir gün usta bir hattatın bir istifi karşısında “işte resim” diyerek, hayranlığını ifade etmiştir. Çünkü karşısında özgün ve somut figür etkileşiminden uzak, salt estetiğin ipucunu görmüştür.

Hat sanatında temel olarak altı çeşit yazı stili vardır.”Aklam-ı Sitte” veya “Şeşkalem” denen bu stiller; “Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhani, Tevki ve Rika”dır. Yazıda bazı anatomik kuralların çizdiği sınırlarla ortaya çıkan bu stillerin mimarı Abbasi veziri İbn-i Mukle (886 – 940) olarak bilinse de, kendisinden bir eser elimize ulaşmamıştır. Ali b. Hilal (ölümü 1031), Mukle’nin özellikle eliflerinden etkilenerek, daha canlı ve kıvrak bir stil geliştirmiş, kendisinden sonraki hattatları üçyüz yıl boyunca etkilemiştir. Genel kanıya göre, Şeşkalem veya Aklâm-ı Sitte’nin gerçek yaratıcısı olan 13. Yüzyıl hattatı ünlü Yakut el Mustasımi’dir (ölümü 1298).

O dönemlerde Anadolu’da kök salmaya başlamış olan Türk boylarında da sanat önemli yer tutmaya başlamış ve bu gelişimin meyveleri Fatih Sultan Mehmet devrinin büyük ustası Amasyalı Şeyh Hamdullah’ın çalışmalarıyla devşirilmiştir. Aklâm-ı Sitte’nin rötuşlanarak, yeni sanatsal prensipler edinmesini Şeyh Hamdullah’a ve tabii onu destekleyen Fatih liderliğindeki ve özellikle sonrasında II. Bayezid Osmanlı Sarayı’nın sanat politikasına borçluyuz. Fatih’ten sonra tahta geçen II.Bayezid, eskiden beri irtibatta olduğu, hatta meşk ettiği hocası Şeyh Hamdullah’ı İstanbul’a çağırarak, hazineden Yakut yazıları üzerinde çalışmasına olanak sağlamıştır. Yazıya Osmanlı karakterinin kazandırılmasında bu çalışmalar en büyük paya sahiptir.


Aklam-ı Sitte’de Şeyh Hamdullah’dan sonraki en büyük atılım Hafız Osman Efendi ile olmuştur. Derviş Ali (ölümü 1678) ve Suyolcuzade Mustafa Eyyubi’den yazı meşkeden Hafız Osman Efendi, Şeyh Hamdullah’ın üslubunu derinlemesine öğrenebilmek için Nefeszade İsmail Efendi’den (ölümü 1678) de dersler aldı. Hocalarının vefatından sonra kendi üslubunu ortaya koyarak sanatını gittikçe geliştirmiştir.

Hafız Osman’la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı sanatını benimsemişlerdir. Sultan III. Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasındadır. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur’an’larla Hafız Osman’ın şöhreti bugün Uzakdoğu ülkelerine kadar bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır.

Sonrasında Mustafa Rakım ve Mehmet Esat Yesari, Kadıasker (Kazasker) Mustafa İzzet Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, İsmail Hakkı Altunbezer, Kâmill Akdik, Neyzen Emin Yazıcı, Necmeddin Okyay, Mustafa Halim Özyazıcı, Macit Ayral, Rakım Efendi, Sami Efendi, Kemal Batanay, Hamit Aytaç, Emin Barın, Sadi Belger gelmiş geçmiş en büyük hattatlarımız arasında sayılabilirler. Günümüz sanatçıları, bu isimlerden veya onların talebelerinden icazet alarak gelmişler ve bayrağı hakkıyla taşımaktadırlar.

   

   

   

   







Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)