Thread Rating:
  • 11 Vote(s) - 3.09 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
ilk Müslüman Türk Devletleri
#1
Oku-1 


ilk Müslüman Türk Devletleri

TÜRKLERİN İSLÂMİYETTEN ÖNCEKİ İNANÇLARI

Türkler dünyanın en eski ve köklü milletlerinden biri olup hem İslâmiyet’ten önce
hem de İslâmî devirlerde tarihte önemli rol oynamışlardır. Türklerden İslâmiyet’ten önce
Totemcilik inancını benimsediğine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu iddiaları kesin
doğrular olarak kabul etmek oldukça zordur. Dinden daha çok bir sihir karakteri arz eden
Şamanlığın da Türklerdeki Tanrı inancıyla bir ilgisinin mevcut olmadığını ispat etmekle
beraber Türklerin dini inancıyla Şamanlık arasında dikkati çekecek ölçüde bir uyum olmadığı
kabul edilememiştir. Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlere inanıyorlardı. Ayrıca
ölmüş büyüklere tazim ve onlara kurban kesmek şeklinde beliren “atalar kültü” Bozkır Türk
inançları arasında yer alıyordu. Ancak Bozkır Türkleri’nin asıl inancı Tanrı’yı (Tengri) en
yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavî bir mahiyete haiz “Gök Tanrı
dini” denilen bir inanç sistemiydi. Hükümdarlar kendilerinin Tanrı tarafından tahta
çıkarıldığını, zaferleri Gök Tanrı’nın inâyetiyle kazandıklarını, çeşitli hile ve tuzaklardan Gök
Tanrı’nın yardımıyla kurtulduklarına inanırlar ve “Ey Gök Tanrı sana şükürler olsun!”diye
duygularını dile getirirlerdi. Avar Hakanı, Bizans imparatoruyla yaptığı bir antlaşmada Gök
Tanrı adına yemin etmişti. Göktürkler de devletlerinin Gök Tanrı’nın isteğiyle kurulduğuna
inanırlardı. Türkler ölüm ve hayatın Tanrı’nın iradesine bağlı olduğuna insanın fâni, Tanrı’nın
ise ebedî olduğuna inanırlardı. Tanrı kelimesi Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak
olarak kullanılan bir kelimedir. Gök Tanrı dini Türklerin İslâm öncesi millî dini olarak kabul
edilmektedir.1
Türkler İslâmiyet’ten Önce Hangi Dinleri Benimsemişlerdi2
Budizm => Tabgaçlar (Çin’de devlet kurdular), (386-556)
Budizm => Göktürk Hakanlığı (552-745)
Maniheizm => Uygurlar (745-840)
Musevilik => Hazarlar VII-XI. yy’lar arası
Hristiyanlık => Peçenekler, Kumanlar, Bulgarlar, Hazarlar

Maniheizm, İran'da Şapur devletinin hüküm sürdüğü devirlerde (M.S.215-276) Mani
tarafından yayılmış bir dindir.
Mani, Mezopotamya'da doğmuş olup önceleri "Yahya Peygamber Hristiyanları" adı
verilen bir mezhebe girmişti. Bunlar Hz. Yahya’yı bir peygamber, Hz. İsa'yı da bir yalancı
sayıyorlardı
Mani, Mezopotamya'dan İran'a oradan da Hindistan'a giderek Zerdüştlük ve Budizm'i
inceledikten sonra İran'da Zerdüşt rahiplerin tahriki ile M.S. 276 yılında derisi yüzülerek
öldürüldü.
Maniheizm, İran ve Mezopotamya dinlerinin bir sentezidir. İçinde Budizm ve
Hıristiyanlık’a ait fikirler de vardır.
Mani'nin görüşünün ana fikri kâinattaki zıtlıktır. İyilikle-Kötülük, Işıkla-Karanlık ve
Ruhla-Beden gibi. Kâinatta hâkim olan kötülüktür. Buna göre insanların bu zulmet âleminden
kurtulması gerekmektedir. Bu da dünyada çoğalmamakla mümkün olur. Öyleyse çoğalmanın
sebebi olan evlenmeyi yasaklamak gerekir.

Hazarların Eski Dinleri

Hazarların asıl ve en son uzun dinleri geleneksel Türk dini olmuştur. Hazar Türkleri
Tengri Han (Gök Tanrı) adını verdikleri bir ilâha tapıyorlardı.

Hazar Hakanlığı’nda erken dönemlerden itibaren ortaya çıkan bir başka din de
Hrıstiyanlık’tır. 860 yılı civarında Hırıstiyanlık iyice yaygınlaşmıştır. Hazar hakanı Bizans
imparatorundan istediği yardımı alamayınca eski dinine geri dönmüştür.
Hazarların Yahudiliği kabul edişleri konusunda iki farklı tarih öne sürülür. 1140’da
Judah Halevi tarafından yazılan Kuzari adlı kitaba göre Hazar hanedanı 740 yılında
Yahudiliği kabul etmiştir. Meşhur İslâm coğrafyacısı Mes’ûdî’ye göre ise Abbasî halifesi
Hârun er - Reşid’in hilafeti zamanında (786-809) olmuştur4
.
Onların hangi Yahudi fırkasını benimsedikleri ise açık değildir. Ancak muhtemelen
Kırım kökenle Karâîler’le ilişkilerinden5
dolayı Karâîliği benimsemişlerdir. Fakat çağdaş
uzmanlar sonradan Talmudist Yahudiliğe girdiklerini ileri sürüyorlar. Bugün Hazar
Karâîler’ine ait herhangi bir cemaat yoktur.
Türklerle Araplar arasındaki ilişkiler Câhiliye Devri’ne kadar uzanır. Câhiliye Devri
Arap şiir ve darb-ı mesellerinde (atasözleri) Türklerden bahsedilmesi de bunu göstermektedir.
Câhiliye Devri Arap şâirlerinden Nâbığatü’z-Zübyânî, Hasan b.Hanzala, Şemmah b. Dırar
şiirlerinde Türklerin cesaret ve kahramanlıklarını üzerinde6 Meşhur Arap müellifi el-Câhız,
Fezâilü’l--Etrâk adlı eserinde Türklerin askerî kaabiliyetlerini ısrarla belirtmektedir.7
M.Ö.VII.yüzyıldan itibaren çeşitli Türk kavimlerinin Derbend yoluyla Kafkasları
aşarak Azerbaycan bölgesine yerleştikleri bilinmektedir. Bu nedenle Derbend’e (Bâbü’lebvâb)
Türk kapısıda denilmiştir.
Hazar Türkleri zaman zaman Derbend’i geçip Hemedan ve Musul’a kadar
ilerlemişlerdir. Sâsânî hükümdarı Enûşirvân da Bâbü’l-ebvâb seddini Hazarların bu akınlarını
engellemek için yaptırmıştır.
Enûşirvân ayrıca Kuzey İran’da yaşayan Ağaçeri, Sul ve Yazur Türklerini de
Azerbaycan’a göçe zorlamıştır. Eftalitler (Akhunlar), Halaçlar ve Karlukların bir bölümü de
Afganistan ve Sistan (Sicistan) bölgelerine yerleşmişlerdi.
Sâsânî ordusu içinde Türklerin yanında Araplar da bulunmaktaydı. Dolayısıyla onların
da bu vesileyle birbirlerini tanıma imkânı mevcuttu. Ayrıca VII. yüzyılda Sâsânî
İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasında süren savaşlarda Göktürkler, Hazarlar ve
Avar Türkleri önemli rol oynamışlardı.
Câhiliye Devri’nden itibaren Arapça şiir ve eserlerde Türkler dâima Türk kelimesiyle
anılmışlardır. Daha önceki dönemlerde Sakalar ve Hunlar diye anılan Türkler VI. yüzyılda
Göktürklerle birlikte Türkler diye anılmaya başlanmıştır. Bu sebeple Türk kelimesinin Arapça
sayesinde dünyaya yayıldığı söylenebilir.8
Eski Arap şiirlerinden, uydurma hadislerden ve haberlerden anlaşıldığına göre,
Araplar Türkleri kahraman fakat acımasız ve İslâm dininin geleceği açısından tehlikeli bir
kavim olarak görüyorlardı. Onlara göre Türkler bir gün Arapların elinden iktidarı alacak
ancak kâfir oldukları için Allah’ın gazabına uğrayıp mahvolacaklardı. Bu hadis ve sözler
insanlar üzerinde Türkler hakkında korku ve önyargı oluşturmak amacıyla söylenmiştir.
Nitekim Câhiz daha sonra Türklerin İslâm’ın yardımcısı, kalabalık orduları ile halifelerin en
yakın adamları olduklarını söyleyerek Türklere haksızlık edildiğini itiraf etmiştir.9
İslâmiyet’in doğuşundan sonra da devam eden Sâsânî-Bizans savaşlarında
Müslümanlar ehl-i kitap olan Bizans’tan, Müşrik Araplar ise Sâsânîler’den yana bir tavır
takınmışlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna temas edilerek “Rumlar (Arapların bulunduğu
bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar, hâlbuki onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç
yıl içinde gâlip geleceklerdir. Önünde sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın
yardımıyla sevineceklerdir.” (Rum, 30/2-4) buyurulmaktadır.

Hadislerde Türkler

Hz. Peygamber’in Türkler hakkında söylediği çok sayıda hadis mevcuttur. Bunlardan
bir bölümü mükemmel rivayet zinciriyleSahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim başta olmak üzere
en fazla itibâr olunan altı hadis kitabı olan Kütüb-i Sitte ve diğer önemli hadis kaynaklarında
yer almaktadır. Bunun yanında Hz.Peygamber’e isnâd edilen ve Türkler aleyhinde ifadeler
içeren uydurma (mevzû) hadis ve sahabeye atfen söylenmiş asılsız haberler de vardır.10 Hangi
hadislerin doğru hangilerinin mevzû olduğu ancak hadis otoritelerinin bilimsel metodlarla
yapacakları ciddi çalışmalarla ortaya konabilecektir. Bu konudaki hadisleri üç bölümde
sınıflandırmak mümkündür:
1) Hz.Muhammed’in Türklerin savaşçı vasıflarına dikkat çekerek Türklerle
mücadele ve savaş konusunda ashabını ve sonraki nesilleri uyaran ve onlarla iyi geçinmeyi
tavsiye eden hadisler:
“Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız”.11
2) Türklerin fizyolojik özelliklerini beyan eden hadisler.”Siz küçük çekik gözlü,
kırmızı yüzlü, basık burunlu, çehreleri sanki örs üzerinde döğülmüş ve üzeri derilerle
kaplanmış sağlam kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle savaşmadıkça, kıyamet
kopmayacaktır. Siz kıldan örülmüş çorap giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet
kopmayacaktır.”12
3) Türkleri Beni Kantûrâ (Kantûrâ oğulları) olarak gösteren ve Arapların elinden
iktidarı alacaklarını ifade eden hadisler:
“Türkler size dokunmadıkça sizde onlara dokunmayın. Allah’ın ümmetime verdiği
mülk ve saltanatı ellerinden ilk olarak alacak kavim Kantura oğullarıdır”.13
Bunların dışında Türklerin Irak ve el-Cezîre’yi ele geçirip iktidarı Abbasîler’in elinden
alacaklarını ifade eden hadisler de vardır.14
VII. yüzyılda İran’da olduğu gibi Arabistan’da da Türk çadırı kullanılıyordu.
Hz.Peygamber de Hendek Savaşı sırasında bir Türk çadırında oturarak hendek kazma işlerine
nezaret etmişti.15 Ayrıca Müslim’in rivâyet ettiği bir hadiste de Hz.Peygamber’in Medine’de
Bir Türk çadırında itikâfa çekildiği belirtilmektedir.16


8 Özaydın, agm., s. 239.
9 Zeki Veli Togan,Umumî Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul 1970, s. 142, 144, 155, 159, 166, 392-393; Ramazan
Şeşen, İslam Coğrafyalarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, İstanbul 1985, s. 3-4, 130; a.mlf., “Türklerin
İslamlaşması ve Ortaçağ Arap dünyasındaki Rolü”, İbn Fazlan Seyahatnâmesi, içinde (trc.Ramazan Şeşen),
İstanbul 1985, s. 188-191; Câhiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri Ve Türkler’in Faziletleri (trc.Ramazan Şeşen),
Ankara 1967, s. 85; Özaydın, agm., s. 239.
10 Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, s.15-29; Zekeriya Kitapçı, Hz.Peygamber’in Hadislerinde Türk
VarlığıSelçuklular, Moğollar, Osmanlılar, İstanbul ts.
11 Ebû Davud, Sünen(nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire 1956, IV, 159, Krş. Şeşen, “Türklerin
İslamlaşması…”, s. 192; aynı müellif” Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyat Mecmuası XV (İstanbul
1969), s. 18; Kitapçı, age. , s. 102-103.
12 Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Mekke 1376, IV, 34-35, 156, aynı eser, Bulak 1311, IV, 43, 144, 196-197; Müslim,
el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1332, VIII, 184; Ebû Davud, age., IV 160; Krş. Şeşen, age., s. 193-194;
Kitapçı, age., s. 87.
13 Ebû Davud, Sünen, Kahire 1280, II, 137; Ahmed b.Hanbel, Müsned, Kahire 1313, V,s. 45. Krş. Şeşen, agm., s.
192; Kitapçı, age., s. 263 vd.
14 Kitapçı, Hz.Peygamberin Hadislerin de Türk Varlığı, İstanbul ts.; Şeşen, “Eski Araplara Göre Türkler”, s. 15-
29
Hulefâ-yı Râşidîn Devri Türk-Arap İlişkileri


Hz. Peygamber’in vefatı üzerine halife seçilen Hz. Ebû Bekir peygamberlik iddiasında
bulunanlarla zekât vermek istemeyen kişilerin önderlik ettiği irtidâd (ridde=dinden dönme)
olaylarını ve isyanlarını bastırdıktan sonra, Hz.Peygamber’in İslâm’ı yayma konusunda
başlattığı stratejiyi sürdürmeye karar verdi ve yüzünü Arap Yarımadası’nın dışına çevirdi. Bu
amaçla önce Sâsânî İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında bulunan Fırat nehrinin aşağı
taraflarındaki topraklara ordu sevketti. Yemâme’de bulunan Hâlid b.Velid’i Sâsânîler’le
savaşmakla görevlendirdi.
Hz. Ebû Bekir, Hâlid b.Velid’den o sırada Medine’ye gelerek İranlılarla yapılacak
savaşı sevk ve idare etmek üzere bir kumandan tayin edilmesini isteyen Müsennâ b. Hârise’ye
destek olmak üzere Irak istikâmetinde yola çıkmasını istedi. Böylece Sâsânîler’e karşı
başlatılan mücadeleyi sürdürecek Irak cephesi başkumandanlığı kuruldu ve İslâm tarihinin en
hızlı ve kalıcı fütühât hareketi başlatılmış oldu (Mart 633).
Hz. Ömer Devri (634-644) İslâm fetihleri açısından çok önemli bir devirdir. Yapılan
fetihler neticesinde Müslümanlar, Horasan, bilhassa Mâverâünnnehr ile Kafkaslarda Türkler
ile karşı karşıya gelmişlerdir.17 Hz.Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken İranlıların büyük bir
taarruz için hazırlık yaptıklarını öğrenince Hz.Ömer’e Irak cephesine takviye kuvvetler
göndermesini vasiyet etti. Hz.Ömer hilâfet makamına geçince Ebû Ubeyd es-Sekafî’yi bin
kişilik gönüllü birliğinin başında Sâsânî kuvvetleri üzerine gönderdi. Onun şehid olması
üzerine (634) Irak cephesi kumandanlığına Sa’d b. Ebû Vakkas tayin edildi. Kadisiye’de
kazanılan zaferden (636) sonra İslâm ordusu Sâsânîler’in başkenti Medâin’e sonra da
Hulvan’a girdi. Kisra III. Yezdicerd Hulvan’ı terk etmek zorunda kaldı.
642 yılında kazanılan ve İslâm tarihinde “Fethu’l-fütûh” (fetihler fethi) denilen
Nihâvend zaferinden sonra İran kapıları Müslümanlara açıldı. Abdullah b. Âmir’in öncü
kuvvetleri kumandanı Ahnef b. Kays Nişâbur ve Serahs’ı fethettikten sonra Merv üzerine
yürüdü.
Son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd Ceyhun nehrinin kuzeyine geçerek
Müslümanların takibinden kurtuldu. Topladığı kuvvetlerle Belh üzerine yürüdü ve şehri
Müslümanlar’dan geri aldı. Mervürrûz’a kadar ilerleyip Türk hakanından yardım istediyse de
Ahnef b.Kays’a yenilerek geri çekildi. Hz.Ömer önce Ahnef b.Kays’ın kazandığı zaferlerden
duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ancak daha sonra muhtemelen Türk ordularıyla karşı
karşıya gelecek Müslüman askerlerin kayıplar vermesinden endişe ederek “keşke Horasan’a
ordu göndermeseydim, keşke Horasan ile aramızda ateşten bir deniz olsaydı”demiş18 ve
Ceyhun nehrini geçerek fetihlere devam etmek isteyen Ahnef’e “Sakın nehrin karşı tarafına
geçmeyiniz, bulunduğunuz yerde kalınız”diye haber göndermiştir.19
Hz.Ömer’in şehid edilmesinden sonra Horasan ve Tohâristan’da meydana gelen
olaylar sonucu bazı şehirler Türkler tarafından geri alındı. Ancak Abdullah b. Âmir daha
sonra bu bölgeyi tekrar fethetti.20
Bu sırada Kuzey Azerbaycan ve Dağıstan’da Hazarlar, Cürcan’da Sûl Türkleri
(Sûlîler), Sistan’da Eftalitler ve Halaçlar, Bâdgis’te Nizek Tarhan, Toharistan’da ise
Karluklara mensup bir Yabgu bulunuyordu. Sâsânîler’in yıkılması ve Göktürk nüfuzunun
zayıflaması üzerine Mâverâünnehir ile Harezm’deki mahalli hanedanlar bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdi.
Hz. Osman’ın halifeliği döneminde İran içlerine süratle ilerleyen İslâm ordusu daha
sonra Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan ve Arran’a kadar uzanan toprakları ele geçirdi.
Azerbeycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 651 yılında bütün İran İslâm
hâkimiyeti altına alınmış oldu.21
İslâm ordusunun Türklerle mücadele ettiği bir başka bölge de Kafkasya idi.
Azerbaycan ve İrminiyye’nin fethinden sonra müslüman Araplar Hazar Türkleri’yle
karşılaştılar. 639’da Hz. Ömer, Sürâka b. Amr’ı, Derbend’in (Bâbü’l-ebvâb) fethine memur
etti. Abdurrahman b. Rebîa, Selmân b. Rebîa, Huzeyfe b. Esîd ve Bükeyr b. Abdullah gibi
kumandanlarda Süraka’nın emrine verildi. Hz. Ömer, Habib b.Mesleme’yi de ona yardıma
gönderdi. Sürâka’nın öncü kuvvetleri kumandanı olan Abdurrahman’ın sevk ve idaresindeki
İslâm ordusu Derbend hâkimi Şehrbârâz ile antlaşma yaptı. Şehrbârâz Müslümanlara tâbi
olmayı kabul etti (642-643). Sürâka’ya bağlı birlikler Derbend’in kuzeyine geçip Hazar
Türkleri’yle karşı karşıya geldi. Sürâka’nın aynı yıl ölümü üzerine başkumandanlığa getirilen
Abdurrahman b. Rebîa, Hazarlarla mücadeleye devam etti (645-46). Hazar topraklarına
akınlar düzenledi. Hazar başkenti Belencer yakınlarında meydana gelen bir savaş sırasında
İslâm ordusu mağlup oldu ve Abdurrahman şehid düştü (652-53). Kardeşi Selmân b. Rebîa bir
süre savaşa devam ettikten sonra Derbend’e döndü.22 Bu olaydan sonra İslâm dünyasındaki iç
karışıklıklar yüzünden Hazar Türkleri ile Araplar arasında önemli bir savaş olmadığı
anlaşılmaktadır.23

EMEVİLER DÖNEMİNDE TÜRK-ARAP MÜNASEBETLERİ

Peygamberimizin İslâm’ı tebliğiyle birlikte, dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, yeni ve büyük bir millet hâline geldi. Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ aşağılanarak yaşayan insanlar, bu dinle birlikte birdenbire, tarihin mümtaz kahraman, fatih ve dâhîleri oldular. Halife Hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641'de Suriye ve Mısır'ı fethederek, koca Doğu Roma'nın kanatlarını kırdı. 642'de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geçti. Edinilen bilgilerin gerçekliği tam olarak kanıtlanmamış olsa da ilk Türk Arap karşılaşması 642 yılında son İran hükümdarı Üçüncü Yezdicerd’in Toharistan’daki yenilgisi neticesinde olmuştur. Hazret-i Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler, 8. yüzyıl başlarına kadar Türklerle Müslümanların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Fakat Dört Halife döneminden sonra başa geçen Emeviler çatışmaları başlatan taraf olmuştur. Emevîler tarafından, İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine Haccâc' ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi çatışmaları başlattı. Emeviler bölgede İslâmiyet'i yaymaktan çok, yeni zaferler peşinde koşmuşlar; Müslüman olmalarına rağmen yerli halka ağır vergiler yüklemişlerdi. Bu sebeple ilk karşılaşma pek dostça olmamış ve Türklerle Araplar arasında küçük çapta çarpışmalar cereyan etmiştir. Kuteybe bin Müslim'in Maverâünnehir' in doğusuna düzenlediği akınlara karşı Türgeş Beyleri güçlü bir direnme göstermiştir. Türgeş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak Emevî ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emevîler döneminde Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu. Göktürklerin batı kanadında yer alan Türgeşler, Arapları savunmaya çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Göktürklerin yıkılmasına kadar devam etmiştir (745 ). Göktürk hâkimiyetinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çinliler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır. Bu dönemde Maverâünnehir bölgesinin savunmasını, Türgeşlerin yerini alan Karluklar üstlenmiştir. Ancak bu mücadeleler, Türklerin İslâmiyet’i yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâm’ın bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu.

Emevîler Devrinde (661-750) Türk -Arap İlişkileri-2

(Emeviler döneminin en önemli mimari eserlerinden Şam Emeviyye Camii ve avlusu)
Uzun süren bir mücadele sonunda hilâfet makamına geçen Muâviye iç karışıklıklara son verip yeni bir fetih hareketi başlattı ve Basra valisi Abdullah b. Âmir’in kumandanlarından Abdurrahman b. Semüne’yi Sistan’ın fethine memur etti (663-64). Abdurrahman Kâbil, Belh ve Büst gibi şehirleri ele geçirdi. Abdullah b. Sevvâr da Sind bölgesinde fetihlere girişti. Ancak Türkler karşısında mağlup olunca yerine Mühelleb b. Ebû Sufrâ getirildi. Mühelleb 664 yılında Türkleri mağlup ederek bölgede İslâm hâkimiyetini sağladı.
Ziyâd b. Ebîh,Basra valiliği sırasında Horasan ve Sistan’a daha plânlı bir askerî harekât başlattı. Onun zamanında Hakem b. Ömer el-Gıfârî, Ceyhun (Amu Derya) nehrini geçerek Sağaniyan’a (Çağaniyan) kadar ilerlediği gibi Sâsânî hükümdarı (Kisra)III.Yezdicerd’in oğlu Firûz’u yenerek Çin’e sığınmaya mecbur etti. Mühelleb de Türkler karşısında yeni başarılar kazandı.
Ziyâd b. Ebih askerî harekâtı daha iyi organize edebilmek için Muâviye’yi iknederek Merv’i bir ordugâh şehri haline getirdi. Kûfe ve Basra’dan yaklaşık 50.000 kişiyi Horasan’ın Merv, Herat, Nişâbur gibi çeşitli şehirlerine yerleştirdi. 671 yılından itibaren Merv,Horasan eyaletinin askerî üssü haline geldi. Artık Türkistan’a yapılacak seferler buradan idare edilecekti.Horasan’ın yeni vâlisi Rebî b. Ziyâd el-Hârisî 671 yılında Belh’te çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kûhistan üzerine bir sefer düzenledi ve bölgede karşı karşıya geldiği Eftalit Türklerini mağlup ederek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti. Âmû l ve Zem gibi bazı şehirleri fethedip Harezm’e kadar ilerledi ve aldığı idarî tedbirlerle Horasan’daki İslâm hâkimiyetini sağlamlaştırdı.

Böylece Horasan ve Toharistan topraklarının büyük bir kısmı İslâm hâkimiyeti altına alınmış oluyordu
Emevîler Devrinde (661-750) Türk -Arap İlişkileri-3
( Semerkant Registan Meydanı )
ziyâd b. Ebîh,Basra valiliği sırasında Horasan ve Sistan’a daha plânlı bir askerî harekât başlattı. Onun zamanında Hakem b. Ömer el-Gıfârî, Ceyhun (Amu Derya) nehrini geçerek Sağaniyan’a (Çağaniyan) kadar ilerlediği gibi Sâsânî hükümdarı (Kisra)III.Yezdicerd’in oğlu Firûz’u yenerek Çin’e sığınmaya mecbur etti. Mühelleb de Türkler karşısında yeni başarılar kazandı. Ziyâd b. Ebih askerî harekâtı daha iyi organize edebilmek için Muâviye’yi iknâ ederek Merv’i bir ordugâh şehri haline getirdi. Kûfe ve Basra’dan yaklaşık 50.000 kişiyi Horasan’ın Merv, Herat, Nişâbur gibi çeşitli şehirlerine yerleştirdi. 671 yılından itibaren Merv,Horasan eyaletinin askerî üssü haline geldi. Artık Türkistan’a yapılacak seferler buradan idare edilecekti.Horasan’ın yeni vâlisi Rebî b. Ziyâd el-Hârisî 671 yılında Belh’te çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kûhistan üzerine bir sefer düzenledi ve bölgede karşı karşıya geldiği Eftalit Türklerini mağlup ederek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Burada Türk hükümdarı Nizek Tarhan’ı mağlup etti. Âmûl ve Zem gibi bazı şehirleri fethedip Harezm’e kadar ilerledi ve aldığı idarî tedbirlerle Horasan’daki İslâm hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Böylece Horasan ve Toharistan topraklarının büyük bir kısmı İslâm hâkimiyeti altına alınmış oluyordu. Ziyâd b. Ebih’in ölümünden sonra Horasan vâliliğine tayin edilen oğlu Ubeydullah b. Ziyâd zamanında Mâverâünnehir’e yapılan seferler yeni bir safhaya girdi. Ubeydullah 674yılında Beykent’i fethettikten sonra Buhara üzerine yürüdü. O sırada Buhara’ya hâkim olan vemuhtemelen Buhârhudât sülalesine mensup olan Türk hükümdarı Bîdûn’un dul eşi nâibeKabaç Hatun çevredeki Türklerden yardım istedi. Ancak Türk birlikleri Ubeydullah b. Ziyâd karşısında tutunamayınca Kabaç Hatun, bir milyon dirhem vergi vermek suretiyle sulh talebinde bulundu. Ubeydullah onunla bir barış antlaşması yaptıktan sonra Râmisen, Beykent, Nesefve Sağaniyan’ı da ele geçirdi. Ubeydullah yanına aldığı 2.000 (başka bir rivayete göre ise 4.000) Türk savaşçı ile Basra’ya döndü. Basra’da onların yerleştirildiği sokağa “Buharalılar Sokağı” denildi. Bu savaşçılar Basra’da meydana gelen bir isyanın bastırılmasında da görev aldılar. Said b. Osman 675-76 yılında Horasan vâliliğine tayin edilince Ceyhun nehrini geçip Semerkand üzerine sefer düzenledi. Soğd, Kiş ve Nesef halkı,Said b. Osman’a karşı topraklarını korumak üzere seferber olunca,Buhara’ya hâkim olan Kabaç Hatun da onlara katıldı. Ancak müttefikler anlaşmazlığa düşünce bir kısmı ayrıldı. Said b. Osman da müttefik Türk birliklerini bozguna uğrattı. Kabaç Hatun rehineler gönderip itaat arzettiğini bildirdi(677).Said Buhara’ya girmeyi başardı ve
Semerkand üzerine yürüdü. Semerkandlılar üç gün boyunca ona mukavemet ettiler. Ağır kayıplar veren Semerkandlılar 700.000 dirhem vergi ödemek ve ileri gelenlerin çocuklarını rehine bırakmak suretiyle anlaştılar. Said anlaşma uyarınca şehrin bir kapısından girip diğerinden çıktı.

I. Yezid devrinde Selm b. Ziyâd Horasan vâliliğine getirilinceye kadar seferler durdu. Selm 680-81 yılında Irak’tan topladığı çok sayıda askerle Semerkand ve Harezm üzerine yürüdü. Bir rivâyete göre Semerkand tekrar fethedildi. Ancak bu sıralarda Kabaç Hatun ve Mâverâünnehir’in diğer şehirlerinde yaşayan Türkler Müslümanlara karşı harekete geçti. Selm gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra süratle Soğd hâkimi Tarhun ve diğer bazı prenslerin yardıma gelmesine rağmen Buhara’ya girmeye muvaffak oldu ve Kabaç Hatun onunla yeni bir barış antlaşması yaptı.

Emevîler Devrinde (661-750) Türk -Arap İlişkileri-4


Abdullah b. Zübeyr’in hilâfet mücadelesine girdiği dönemde bazı Türk prensleri şehirleri geri almak için seferber oldular. Ancak Abdullah b. Zübeyr’in Horasan vâlisi Abdullah b. Hâzım Türk taarruzlarını başarıyla geri püskürttü.Abdülmelik b. Mervân devrinde Musâ b. Abdullah b. Hâzım, Tirmiz’i ele geçirdi. Musa, Türkler, Araplar, Eftalitler ve Tibetlilerden müteşekkil bir orduyu mağlup etti. Bunun üzerine bölge halkı ona itaat arz edip vergi ödediler.Türklerin Müslümanlar karşısında mağlup olup Merv’den ayrılması üzerine Merv şehri Horasan’daki Müslüman emîrlerin başşehri oldu.697 yılında Horasan vâlisi tayin edilen Mühelleb b. Ebî Sufrâ 699 yılında Kiş’e karşı bir sefer düzenlediyse de iki yıl süren kuşatma başarısızlıkla sonuçlandı. Onun 702 yılında ölümü üzerine oğlu Yezid, Fergana, Harezm ve Badgis’e karşı düzenlediği seferlerden sonuç alamadı ve bir süre sonra görevden uzaklaştırıldı.I.Velid’in hilâfet döneminde (705-715)
Haccac’ın isteğiyle Horasan vâliliğine Kuteybe b. Müslim getirildi(705). Kuteybe hemenaskerî bir harekât için hazırlık yaptı.
Hedefi Toharistan ve Mâverâünnehr’i fethetmekti. Bu iki bölge de Türklerin hâkimiyetindeydi. Ancak Türk beyleri arasında siyasî bir hâkimiyet yoktu.
Bu durum İslâm ordularının başarılı olmasında önemli bir katkı sağladı. Türgeş (Türgiş) Hakanlığı Müslüman Araplara karşı ciddi bir mukavemet gösteremedi.
Kuteybe b. Müslim Mâverâünnehir seferine çıkmadan önce Belh üzerine yürüdü ve Toharistan eyaletinin hâkimi olan Türk asıllı Nizek Tarhan’a elçi göndererek hâkimiyetini tanımasını ve Müslüman esirleri serbest bırakmasını istedi. Nizek Tarhan Kuteybe b. Müslim’in bu teklifini kabul edip Merv’e hareket ettive Kuteybe’nin Badgis’e girmemesi şartıyla sulh yapıldı.
Böylece Toharistan’dan gelecek tehlikelerden emin olan Kuteybe 87 (706) yılında kendisiyle sulh yapan Badgis hükümdarı Nizek Tarhan’ı da yanına alıp Beykent üzerine bir sefer düzenledi. Şehri bir süre kuşattıktan sonra barış yoluyla ele geçirip kısa bir süre burada kaldıktan ve muhafız kıtaları bıraktıktan sonra ayrıldı. O ayrılır ayrılmaz halk isyan etti. Kuteybe geri dönüp şehri savaş yoluyla fethetti ve bol miktarda ganimet ele geçirdi. Ancak şehir halkı daha sonra isyan edince tekrar Beykent’e gelip savaşçıları öldürttü.
Kuteybe’nin bu başarısı karşısında endişeye kapılan Mâverâünnehr Türk prensleri 707 yılında Müslüman Araplara karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler. Kuteybe onları yendi fakat Buhara üzerine yürümekten vazgeçip Merv’e döndü.
Kuteybe b. Müslim Buhara civarındaki mahallî beylerin kendisine karşı müşterek bir cephe oluşturması ve Buhara’nın fethinin gecikmesi üzerine Haccâc tarafından uyarıldı. Bunun üzerine 707 yılında Soğd, Kiş ve Nesef ordularına karşı sefere çıktı. Onları mağlup edip Buhara üzerine yürüdü. O,şehri muhasara ettiği sırada Türklerle Soğdlulardan oluşan büyük bir ordu Buhara önlerine ulaştı. Türgeş hakanı ve Tarhunda İslâm ordusuna saldıran birliklerin başında bulunuyordu. Şehir kuşatma altındayken Buhara hükümdarı Verdan Hudât askerleriyle yardımcı kuvvetlere katıldı. Çok çetin savaşlar sonunda Müslüman askerler ordugâhlarına çekildi. Fakat kısa sürede toparlanıp müttefik kuvvetleri bozguna uğrattılar.
Zor durumda kalan Buhar Hudat (BuharaHâkimi) sulh talebindebulundu. Yapılan antlaşmaya göre,Buharalılar Abbasî Halifesine 200.000, Horasan vâlisi için de 10.000 dirhem yıllık vergi ödeyeceklerdi ve şehre Müslüman muhafızlar yerleştirilecekti.
Emevîler Devrinde (661-750) Türk -Arap İlişkileri-5




Kuteybe antlaşmayı müteakip şehri teslim aldı ve şehrin bir bölümünü İslâm ordusuna tahsisetti. BöyleceBuhara’da kesin olarak İslâm hâkimiyeti sağlandı (708-709). Buhara’nın fethiyle Mâverâünnehr kapıları İslâm ordularına açılmış oluyordu. Şimdi sıra Semerkand’a gelmişti. Semerkand hükümdarı Tarhun,Buhara halkının başına gelenleri gördüğü için Kuteybe’ye elçi gönderip bazı şartlar dahilinde barış teklifinde bulundu. Kuteybede onunla barış antlaşması yapmayı uygun buldu.
Toharistan hâkimi Nizek Tarhan da Buhara seferinden dönmekte olan Kuteybe’nin yanına giderek ona bağlılığını bildirip Belh’e hareket etti.
Kuteybe tarafından her an tevkif edilme endişesi içinde yaşayan Nizek Tarhan Talekan, Merv, Faryab ve Cüzcan hâkimleriyle iş birliği yaparak Müslüman Araplara karşı birlikte hareket etmeye karar verdi. Ancak NizekTarhan’ın müttefikleri 710 yılında Kuteybe’ye itaat arz edince Nizek Tarhan bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. Kuteybe onu yakaladıktan sonra Irak genelvâlisi Haccac’a gönderdi ve Haccac tarafından derhal idam edildi. Nizek üzerine düzenlediği seferden sonra Kiş ve Nesef’i de fetheden Kuteybe,Buhara’ya hareketetti. Mahalli beyler arasındaki mücadelede Tuğşada’nın tarafını tutanKuteybe onun raki plerini bertaraf etmesini sağladı ve şehrin bir kısmına Müslüman Arapları yerleştirdi. Bu arada Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması için gayret sarfedildi. Bir süre sonra da bir cami yapıldı. Kuteybe Buhara’da huzuru sağlayıp Merv’e hareket etti. Kuteybecaminin inşasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu. Bütün
bu gayretlere rağmen, o zamanki halk arasında İslamiyetin fazla hüsnü kabul görmediği, Cuma günleri halkı camiye çekebilmek için nakdi müfakat verileceğinin vaat edilmesinden anlaşılmaktadır.
Haccâc Horasan’ı itaat altına aldıktan sonra Zâbulistan hükümdarı Rutbil üzerine bir sefer düzenlenmesini istedi. Kuteybe’de Mâverâünnehr’deki harekâtı durdurarak Rutbil’e karşı harekete geçti (711). Rutbil Kuteybe’ye sulh teklifinde bulundu. Bu teklif haraç vermesi şartıyla kabul edildi.
Kuteybe ertesi yıl Semerkand seferi için hazırlıklara başladı. Ancak tam bu sırada Hârezmşâh,kardeşine karşı başlattığı mücadelede kendisine yardım ettiğitaktirde haraç vereceğini bildirdi. Bunun üzerine Kuteybe Hârezm’e hareket etti ve Hârezmşâh’ın muhaliflerini bertaraf etti. Bu sefer ,Hârezmşâh ile yapılan bir antlaşma ile sona erdi(711-12). Bölgede İslâm hâkimiyetinin tanınması Hurrezad’ı harekete geçirdi. Kuteybe’nin,kardeşi Abdurrahman b. Müslim kumandasında gönderdiği İslâm ordusu Hurrezad’ı mağlup ve katletti.

Emevîler Devrinde (661-750) Türk -Arap İlişkileri-6


Kuteybe,Horasan ve Mâverâünnehr’in tamamını ele geçirmek istiyordu. 705 yılından beri sürdürülen seferler sonunda önemli şehirler ve stratejik mevkiler fethedilmişti. Semerkand hâkimi Tarhan Kuteybe’ye itaat arz etmekle beraber bölge kesin olarak İslâm hâkimiyeti altına alınamamıştı. Tarhan’ın Müslümanlara haraç vermeyi kabul etmesi yüzünden başlatılan bir isyan sonucu öldürülmesi üzerine yerine Gurek b. İhşid adlı birigetirildi.
Semerkand’da istenilenölçüde emniyet ve huzurun sağlanamaması Mâverâünnehir’in diğer şehirleri için bir tehdit oluşturuyordu. Bu durumu dikkate alan Kuteybe,Hârezm seferi dönüşü Semerkand üzerine yürümeye karar verdi. Kardeşi Abdurrahman’ı öncü kuvvetlerin başında gönderirken kendisi de büyük bir orduyla yola çıktı. Bunu duyan Gurek, Şaş ve Fergana halkıyla Türk birliklerinden teşkil ettiği bir orduyla karşı harekete geçti. Taraflar
Semerkand ile Buhara arasında savaşa tutuştular. Gurek’e bağlı kuvvetler Kuteybe karşısında tutunamadı.
Abdurrahman b. Müslim’in 20.000 kişilik öncü birliklerinden sonra Buharalı ve Horasanlı askerlerden oluşan Kuteybe’nin ordusu da Semerkand’a ulaşıp şehri çok şiddetli bir şekilde muhasara etti. Bu sırada Şaş hükümdarından gelen yardımcı birlikler Salih b. Müslim tarafından mağlup edildi. Surların yavaş yavaş tahrip edildiğini gören Gurek Kuteybe’ye barış teklifinde bulundu. Kuteybe de bazı şartlar dâhilinde bu antlaşmayı kabul etti. Antlaşma şartlarına göre Soğd hâkimi Gurek ,her yıl 2.200.000 dirhem vergi ödeyecek ve o yıl için 30.000 asker gönderecekti. Ayrıca şehirde bir mescit yapılacak ve Kuteybe bir süre sonra şehri terk edecekti.
Ancak İslâm ordusu antlaşma şartlarına rağmen şehri terk etmedi ve 711 yılında buraya bir garnizon yerleştirildi.Semerkand’ın fethiyle Müslümanlar Mâverâünnehr’e hâkim olmuş, Soğdlularda bir süre için İslâm devletine tâbi olmak zorunda kalmışlardı. Semerkand’da da İslâm hâkimiyeti sağlandıktan sonra Kuteybe yeni fetih plânları hazırladı ve bunları gerçekleştirmek üzere 20.000 kişilik bir orduyla yeni bir sefere çıktı(713). Kuteybe, Buhara,Hârezm, Kiş ve Nesef’ten askerî birlikler toplayıp Semerkand’a geldi ve burada ordusunu ikiye ayırdı. Kendi sevk ve idaresindeki ordu Fergana’ya giderken diğer orduyu da Şaş üzerine sevketti. Ceyhun
nehri geçilerek Şaş ve Fergana da İslâm topraklarına katıldı(712). Bu sefer sonunda Kuteybe Semerkand’ı Mâverâünnehr’in en müstahkem şehri haline getirmek istiyordu.96(714-715)
yılında Kaşgar seferine çıktığı zaman kendi ailesiyle kumandanlarının ailesini burada bırakmıştı. Kuteybe Kaşgar’ı da fethedip Çin topraklarına kadar İslâm hâkimiyetini tesis etmeyi plânlıyordu.
Şaş, Hucend ve Fergana’nın bir kısmı ele geçirildikten sonra ertesi yıl İslâm ordusu İsficâb’a kadar ilerledi.Bu fetihlergerçekleştirilirken Irak genelvâlisi Haccâc öldü(Haziran-Temmuz 714). Kuteybe her zaman yakın ilgi ve desteğine mazhar olduğu Haccâc’ın ölümü üzerine askerlerini terhis etti. Ancak Halife I. Velid,Kuteybe’ye mektup gönderip kendisini Irak’tan ayrı olarak müstakil bir vilayet haline getirilen Horasan’a vâli tayin ettiğini bildirdi ve
seferlere devam etmesini istedi.Bunun üzerine Kuteybe Fergana’yı kesin olarak İslâm hâkimiyeti altına almak ve Fergana-Kaşgar ticaret yolunu ele geçirmek amacıyla sefere çık tı.
Fergana’ya varıp karargâhını kuran Kuteybe,Halife Velid’in ölüm haberini alınca büyük bir sarsıntı geçirdi ve Halife Süleyman b. Abdülmelik’e isyan etti (715).
Kuteybe’nin bu isyan sırasında öldürülmesi(715) Mâverâünnehr ve şarktaki İslâm fetihleri açısından bir dönüm noktası teşkil eder. Halife I. Velid devri İslâm fetih harekâtının en parlak dönemlerinden biridir. Kuteybe onun zamanında Buhara ve Semerkand ile Ceyhun’un ötesindeki toprakları fethederek bu bölgede İslâm hâkimiyetini tesis eden ilkkumandan olarak tarihe geçmiştir.
Kuteybe b. Müslim askerî sahadaki başarılarını, fethettiği bölgelerde İslâm dinini yayma hususunda gösterememiştir. Bunda Kuteybe’nin tutumundan ziyade Emevî hilafetinin takip ettiği mevcut politika tesirli olmuştur. Fethedilen bölgelerde İslâmiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar devletin gelirlerini arttırmak gayesiyle her türlü vergiyi ödemekle mükelleftiler. Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı. Bu tutum Müslümanlığın yayılmasına engel oluyordu
İslâm ordularının Mâverâünnehir’deki bu başarısının nedeniHaccâc’ın idarî kabiliyetiyle Kuteybe’nin askerî kabiliyetinin birleştirilerek hareket edilmesidir. Kuteybe bu fetihler sırasında Horasan’da birbirleriyle mücadele halinde olan bütün muhalif grupları, yani mevâlî ( Arap olmayan Müslümanlar) ile Arapları, Kaysîlerle Yemenlileri birbirleriyle ittifak içinde düşman kuvvetleri üzerine sevketmiştir.Onun ölümünden sonra düzenlenenseferler
kalıcı sonuçlar bırakmaktan uzaktı. Halife Süleyman b. Abdülmelik’in Horasan vâlisi Yezid b. Mühelleb Dihistan’dahüküm süren Türk hükümdarı Su-lu mağlup ettiği halde o yörede İslâm egemenliği sağlanamamıştır.
Sul Tegin daha sonra Müslüman olarak adamlarıyla birlikte Yezid’in hizmetine girmiş ve efendisinin II. Yezid’e karşı isyanında Akr Savaşında ölmüştür.Türgeş Hakanı Su-lu Han, Kursul kumandasındaki bir orduyu Semerkand üzerine sevketti. Horasan vâlisi Said b. Abdülaziz ile savaşan birlikler Müslümanları mağlup ettiyse de Semerkand’ı muhasara altına alamadan geri döndüler.Horasan vâliliğine getirilen Said b. Amr el-Haraşî zamanında Müslüman Araplara karşı Türgeş hakanını destekleyen Türkler zulme maruz kaldılar ve yurtlarını terk ettiler. Said kaçanları takip ederekHucend’de kuşattı ve yakaladığı Türkleri kılıçtan geçirdi (722). Bu olaylar Türklerin Müslüman Araplara karşı düşmanca duygular beslemesine sebep oldu.
Horasan vâliliğine getirilen Müslim, 723-24 yılında Fergana’yı ele geçirmek üzere hazırlıklara başladı ve bazı başarılar kazandı. Daha sonra Taşkent üzerine yürüdü fakat Türgeş hakanı Su-
lu’nun direnç göstermesikarşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Onları takip eden Türk askerleri Seyhun nehri kıyısında Emevî ordusuna yetişti veYevmü’l-Atşadıyla tarihe geçen savaşta Müslüman Araplar ağır kayıplar verdiler ve Hucend’e geri çek ildiler. Buolaylar Mâverâünnehr’deki Müslüman hâkimiyetini oldukça sarstı. Türkler kaybettikleri toprakları geri almak için seferber oldular.
Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin vâliliği döneminde de Müslüman Araplar Türkler karşısında başarı sağlayamadılar. Türkler Mâverâünnehir’de yer yer üstünlüğü ele geçirdiler. Esed b. Abdullah Huttel’e düzenlediği bir seferde Türgeşler karşısında mağlup oldu.
Emevî halifesi Hişâm b. Abdülmelik, Türgeş hakanı Su-lu’ya elçilik heyeti gönderip onu İslâma davet etti. Ancak Hakan İslâmiyeti kabul ettikleri takdirde askerlerinin ve halkının geçim sıkıntısı çekeceğini söyleyerek bu teklifi geri çevirdi

Abbasîler Döneminde Türk Arap İlişkileri



Abbasîler devrinde Türklerin hâkimiyetindeki topraklara karşı düzenlenen fetih harekâtı hızını kaybetmiş ve Anadolu’ya yapılan gazalar dışında büyük seferler düzenlenmemiştir.Kuteybe b.Müslim’in Mâverâünnnehr’i fethetmesi ve Batı Türkistan’a düzenlediği seferler bölgenin siyasî hayatında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Göktürklerinzayıflaması ve Mâverâünnehr’in İslâm hâkimiyeti altına alınması, Türgeş Hakanlığı’nın da Müslüman Araplar karşısında ciddi bir başarı kazanamaması üzerine Türkler Çin’den yardım istemek zorunda kaldılar. Buna ilk teşebbüs eden Fergana İhşid’i oldu (712). Daha sonra Buhara hükümdarı Tuğşâda kardeşini Çin’e gönderip Müslümanlara karşı yardım istedi (726). Yardım isteyenler arasında Semerkand hükümdarı Gurek ve Toharistan Yabgusu da vardı.Türgeş Hakanlığı’nın ortadan kaldırılmasından sonra Çin’in Kuça vâlisi büyük bir orduyla Mâverâünnehr üzerine yürümüş ve bölgeye hâkim olan Müslüman Araplarla Talas nehri kıyısında yaptıkları savaşı kaybederek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Türk -İslâm ve dünya tarihi açısından son derece önemli olan Talas Savaşı’nın sebepleri hakkında İslâm ve Çin kaynaklarında farklı bilgiler verilmektedir. Çinliler’in Taşkent üzerine yürüyerek hükümdar Bagatur Tudun’u öldürmesi üzerine oğlu Karluklardan yardım istediği gibi diğer Türk boylarını da Çin’e karşı hareket etmeye teşvik etti. Ancak o sırada siyasî birlikten yoksun olan Türk dünyası Çin’e karşı girişeceği bir seferin sonucundan emin olamadığı için Abbasîler’in Horasan vâlisi Ebu Müslim’i Kuça, Karaşar, Hoten ve Kaşgar’ı ele geçirmesi hususunda ikna ettiler. Bunun üzerine Çin kuvvetleri bugünkü Evliyaata yakınlarındaki Talas şehrine ulaştı ve burada Müslüman Araplar’la karşı karşıya geldi.


Abbasîler Döneminde Türk Arap İlişkileri -2


Çin kaynaklarında başlangıçta Çinlilerin safında yer alan Karluk Türklerinin savaş başlayınca Müslümanların safına geçtikleri iddia edilmektedir. Ancak Ebû Müslim’i Çinlilere karşı tahrik edenlerin Karluklar olduğu düşünülürse bu iddianın doğru olmadığı anlaşılır. Muhtemelen Karluklar savaş başladıktan sonra son gün Çinlilere karşı taarruza geçmişlerdir. 751 yılı Temmuz ayında Ebû Müslim’in kumandanı Ziyâd b. Sâlih ile Çin’in Kuça vâlisi Kao Sien-tche (Kav-Sien-ci)’nin sevk ve idare ettiği ordular arasında başlayan savaş beş gün devam etmiş ve iki ateş arasında kalan Çin birlikleri ağır kayıplar vermiş başkumandan dacanını zor kurtarabilmiştir. Bu olaydan sonra Çinliler bir daha Mâverâünnehir’in işlerine karışmamışlardır. Çin ordusundaki yaklaşık 20 bin kişinin esir düştüğü Talas Savaşı’nın sonuçlarını maddeler halinde şöyle özetlemek mümkündür:
1)Her vesileyle Türkler ve Türkistan toprakları üzerinde nüfuz kurmak isteyen Çinliler 751 yılındaki bu feci bozgundan sonra Batı Türkistan üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kalmış başka bir ifadeyle Çin artık Batı Türkistan için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır
2)Savaştan önceki yıllarda Batı Türkistan’da sarsılmış olan Türk nüfuzu Talas Savaşı’ndan sonra yeniden tesis edilmiş ve 766’da Karluk Türkleri müstakil bir devlet kurmuşlardır.
3) Hz.Ömer devrindeki fetihler sırasında başlayan Türk -Arap mücadelesi uzun süre devam etmiş ve bundan dolayı da İslâmiyet Türkler arasında yayılma imkânı bulamamıştı. Talas Savaşı’ndan sonra bu mücadele yerini barış ve dostluğa bırakmıştır. Bu sayede İslâmiyet Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
4)Talas Savaşı dünya kültür tarihi üzerinde de önemli rol oynamış ve esir alınan Çinliler vasıtasıyla Semerkand’da da keten ve kenevirden kâğıt imal edilmeye başlanmış ve kağıtçılık çok geçmeden İslâm ülkelerinde yaygınlaşmıştır. Çin’in dışındaki ülkelerde veMüslümanlarda kâğıt, sağlıksız ve pahalı olan papirus (parşomen) idi. İslâm dünyası’nda ilk kâğıt imâlathanesi Semerkand’da kuruldu.Sonra daha ucuza üretilen bu kâğıt, diğer Müslüman şehirlerine de yayıldı. Bu sanayi Bağdat, Mısır, Sicilya ve Endülüs yoluyla Avrupa’ya geçmiştir

Abbasîler Döneminde Türk Arap İlişkileri -3

Emevîler zamanında Mervân b. Muhammed’in Hazarlar’a karşı kazandığı zaferden sonra Araplar’la Hazarlar arasındaki mücadelede bir duraklama olmuştu. Abbasîler’in ilk döneminde de bu sessizlik devam etmiş ve Halife Ebû Ca‛fer el-Mansûr ,İrminiyye vâlisi Yezid b. Üseyd’e Hazarlar’la sıhriyet tesis etmesini emretmiş o da bir Hazar prensesiyle evlenmiş ve Berdea’da muhteşem birdüğün merasimi yapılmıştır. Ancak bu prenses doğum sırasında öldüğü halde yakınları prensesin öldürüldüğünü söyleyerek Hazarlar’la Abbasîler arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve yeni bir mücadele döneminin başlamasına sebep olmuştur.Hazar hakanı bu olay üzerine Müslümanlara karşı Astarhan el-Hârezm î’nin kumandasında ordular sevk etmiş ve onlara ağır kayıplar verdirmiştir (762-64). Halife Ebû Ca‛fer el-Mansûr döneminde,Astarhan kumandasındaki Hazar ordusu Kafkas dağlarını aşıp İslâm hâkimiyetindeki topraklara girdi. Suriye, el-Cezîre ve Musul’dantakviye birlikleri gönderilmesine rağmen Yezid b. Useyd kumandasındaki İslâm ordusu yenildi. Bu bozgun üzerine Halife hapishaneleri tahliye etti, binlerce gönüllüden oluşan büyük bir orduyu Hazarlar’a karşı sevketti. Ayrıca sınırlarda kaleler inşa ettirerek gerekli savunmatedbirleri aldı. Hazarlar daha fazla ilerleyemediler ve aldıkları ganimetlerle ülkelerine döndüler.
Halife Ebû Ca‛fer el-Mansûr (754-775)devrindenHârunü’r -reşîd(786-809) devrine kadar yarım asra yakın bir süre Hazarlar’la Müslüman Araplar arasında kayda değer bir savaşın cereyan etmediği anlaşılmaktadır.Hârunü’r -reşîd bölgede meydana gelen karışıklıklar üzerine 797 yılında Said b. Selm’i İrminiyye vâliliğine tayin etti. Said Derbend’deki asilerin lideri Necm b. Hâşim’i öldürtünce oğlu Hazarlar’a sığınıp yardım istemiş bunun üzerine Hazarlar Said’e karşı harekete geçtiler ve 799 yılında Bâbü’l-ebvâb üzerinden Kür nehri kıyısına kadar gelerek, o bölgedeki köy vekasa baları tahrip ettiler. Bu başarısızlık nedeniyleHârunü’r -reşîd, Said’i azledip yerine Yezid b. Mezyed’i tayin etti. Vâli Yezid, Huzeyme b. Hâzim ile beraber büyük bir orduyla yolaçıktı. Durumdan haberdar olan Hazarlar geri çekildiler.
Hârunü’r -reşîd devrinde gerçekleştirilen bu son harekât ile Abbasîler ve Hazarlar arasındaki mücadele dönemi sona ermiş, bunun yerini siyasî, dinî ve iktisadî ilişkiler almıştır. Hazarlar ile Müslümanlar arasındaki ticarî münasebetler başlıca üç yoldan yapılıyordu:

a)Bağdat-Rey-Berda’a-Derbend-İdil yolu,
b)Cürcan’dan başlayan ve Hazar Denizi üzerinden Hazar ülkesine ulaşan, hatta Don ve Volga nehirleri vasıtasıyla daha kuzeye uzanan ticaret yolu,
c)Hârezm’den Hazarlar’a ve Bulgarlara giden yol.
Aynı dönemde Bizans’tan kaçan Yahudîler’in etkisiyle Hazar Hakanı Yahudîliği kabul etti. Bütün bu olaylara rağmen İtil’deki (Dâru’l- beyzâ) İslâm topluluğu varlığını korudu ve bir süre sonrada Müslümanlar devlet yönetiminde hâkim unsur haline geldiler. 969 yılında Ruslar’ın İtil’e hücumundan sonra Hazar hakan ailesiHârezmli Müslümanların vasıtasıyla İslâmiyeti kabul etti.
Emevîler devrinde Müslümanlar çok geniş bir alanda hâkimiyet tesis etmekle beraber Araplar dışındaki kavimler (mevâlî) ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyordu. Bu durum mevâlînin özellikle Horasan’da Emevîler’e karşı büyük bir isyan hareketi başlatmasına sebep oldu. İsyana önderlik eden Ebû Müslim-i Horasanî de mevâlîye mensup idi. 746’da Horasan’da başlayan hareket Emevî hanedanının yıkılması ve Abbasîler’in iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Bu sadece iktidarın iki hanedan arasında el değiştirmesinden ibaret bir olay değildi. İslâm tarihinde bir dönüm noktası sayılan bu ihtilal hareketinden sonra mevâlî ile Araplar arasındaki fark ortadan kalkmış hatta mevâlî, Araplar karşısında üstünlük kazanmıştı
Emevîler Arap milliyetçiliğine dayalı bir siyaset takip ediyorlar, Arapların dışındaki Müslüman halka ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlardı. Abbasî ihtilal hareketinin mevâlî dediğimiz Arap olmayan unsurların yoğun olarak yaşadığı Horasan bölgesinde gelişme imkânı buldu. Oradan da diğer eyaletlere doğru yayıldı. Abbasî ihtilalinin başarıya ulaşmasında İranlılar kadar Horasan bölgesinde yaşayan Türklerin de önemli rolü olmuştur.
Bunlar arasında Merv’li Tarhun ez-Zâî, Ebû Müslim-i Horasanî’nin güvenilir adamlarından
Tarhan el-dikkat çeken isimlerdir. Abbasî kuvvetlerinin Kufe’ye girmesinden ve son Emevî halifesi Mervân b. Muhammed’in Musul’a doğru geri çekilmesinden sonra o sırada Nihavend’de bulunan Muhammed b. Sûl, Ebû MüslimCemmâl ve Yezid b. Mühelleb’in adamlarından ve Abbasî nakiplerinden Muhammed b. Sûl -i Horasanî’nin emriyle batıya doğru hareket etmiştir. Halife Mervân ile ilk Abbasî halifesi
Ebu’l-Abbas es-Seffâh’ın amcası Abdullah b. Ali arasında cereyan eden Büyük Zap Suyu Savaşı’nda da Muhammed b. Sûl’un Abbasî ordusunun karargâhında önemli hizmetlerde bulunduğu bilinmektedir.
Musul Abbasîler’in eline geçince Muhammed b. Sûl burada âmil olarak görevlendirildi. Halife Ebu’l-Abbas onu dahasonra Azerbaycan vâliliğine tayin etti (751-52).Muhammed’in 752-53 yılına kadar bu görevi sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Ebû Ca‛fer el- 52Mansûr hilâfet makamına geçince onu kendisine karşı ayaklanan Abdullah b. Ali’yi bertaraf etmekle görevlendirdi. Ancak Abdullah b. Ali daha erken davranıp onu öldürttü (754-55).
Ebû Ca‛fer el-Mansûr iktidara gelince rakip gördüğü Abdullah b. Ali ve ihtilalin lideri Ebû Müslim-i Horasanî’yi öldürttü. Daha sonra Ebû Müslim’in yakın adamlarından Ebu Nasr Mâlik b. Heysem’in bertaraf edilmesi işini de yine bir Türk’e Hemedan vâlisi Züheyr et-Türkî’ye verdi ve Züheyr onu Hemedan’da hapsetti.Ebû Ca‛fer el-Mansûr, Bağdat’ın kuruluşundan sonra Mübârek et-Türkî adlı Türk kumandanına iktalar vermiş ve onu yakın adamları(havas) arasına katmıştır. Ayrıca Hammâdet-Türkî de Şevâd topraklarının siyasî ve iktisadî kontrolünü yapmak üzere görevlendirilmiştir.Câhiz, Türkleri hizmetine alan ilk Abbasî halifesinin Ebû Ca‛fer el-Mansûr olduğunu söyler.
İbnü’l-Esîr de Ebû Ca‛fer el-Mansûr’un oğlu Mehdî’ye mevâlîye (Arap olmayan Müslüman halk) iyi muamele etmesini, onların gönüllerini kazanmasını ve özellikle Abbasîler’in iktidara gelmesinde büyük katkıları olan Horasan halkıyla yakından ilgilenmesini tavsiye ettiğini kaydeder.
Bunlar dikkate alınarak fethedilen birçok şehirdeki Türklerin İslâmiyeti kabul ederek Ebû Ca‛fer el-Mansûr devrinde Bağdat’ta yerleştirilen askerî birlikler arasına yerleştirildiği tahmin edilmektedir. Mübarek et-Türkî’nin Halife Mehdî-Billah ve Hâdî-İlelhak devrinde de görev aldığı ve Kazvin yakınlarında Medinetü Mübarek adıyla yeni bir yerleşim merkezi kurduğu bilinmektedir.
Mübarek et-Türkî 786 yılında Medine’de isyan eden
Hz.Ali evladından Hüseyin b. Ali’nin isyanını bastırmakla görevlendirilmiş fakat başarısız olması üzerine malları Halife Hâdî’nin emriyle müsadere edilmiştir.
Abdullah b. Mübarek muhtemelen Mübarek et-Türkî’nin oğludur. Halife Mehdî Türkistan hanlarına elçiler gönderip onları İslâm’a davet etmiş, onlardan bir kısmı bu teklifi kabul edip Müslüman olmuşlardır. Yakubî, Râfî b.Leys’e yardım eden Karluk Yabgusu’nun Halife Mehdî vasıtasıyla Müslüman olduğunu söyler.
İbnü’l-Esîr de olayları anlatırken Oğuzların bir kısmının İslâmiyeti kabul ettiğinikaydeder.Şaş halkı da III.(IX) yüzyılda Müslümanlığı kabul etmiştir.Müslümanlarla Bizans kuvvetleri arasındaki mücadele Suğûru’ş-Şâmiyye ve Suğuru’l-Ceziriyye denilen Tarsus, Adana, Maraş ve Malatya sınır hattı boyunca devam ediyordu. Müslümanlar buralarda kalelere askerî birlikler yerleştirerek Bizans topraklarına saldırıyorlardı. Abbasî Halifesi Hârunur -reşîd bu hudud bölgesini 786-87 yılında Avasım adı verilen müstakil bir bölge haline getirdi.

Abbasîler Devri Türk-Arap İlişkileri (Devam)


Ebû Ca‛fer el-Mansûr devrinde 756-57 yılında Malatya’ya yerleştirilen Horasan’lı
askerler arasında muhtemelen Türkler de vardı. 758-760 yıllarında da Adana’ya Horasan’lı
birlikler yerleştirildi. 778-80 yılında Hasan b. Kahtabe’nin Bizans’a karşı düzenlediği bir
seferde çeşitli bölgelerden gelen gönüllüler yanında Horasan askerleri de vardı.
Hârunur-reşîd’in kumandanlarından Herseme b. A’yen de Ebû Süleym Ferec etTürkî’yi
Tarsus’un tahkimiyle görevlendirilmişti(171/787). Buraya yerleştirilen askerî
birlikler arasında üç bin kişilik Horasan kuvvetleri de vardı.90796-97 yılında Ayn-ı
Zarba’nın(Anazarva) tahkim ve imar edilmesinden sonra buraya da Horasanlı askerler
yerleştirildi.91 Ebû Süleym Ferec et-Türkî’nin Suğûr bölgesindeki şehirlerin tahkim ve imarı
ile görevlendirilmesi ve büyük ölçüde Horasan’dan getirilen birliklerin buralara
yerleştirilmesi dikkat çekicidir. Horasanlı bu askerler arasında İranlılar(Farslar) yanında
Türkler’in de olduğu rahatlıkla söylenebilir. Burada Türk kumandanlarından sadece bir
kısmını zikrettik. Hiç şüphesiz bunların maiyyetinde kalabalık Türk kitleleri vardı. Horasan,
Mâverâünnehr, Azerbaycan ve Kafkasya Türkler’in yoğun olarak bulunduğu yerlerdir. Ayrıca
Ön Asya’daki büyük şehirlerde de Müslüman Türkler vardı. Ön Asya’ya gelen bu Türklerin
bir kısmı ülkelerine dönmüşlerdir. Ancak bir kısmı da Halife Mu’tasım’ın kendilerini himaye
etmesi sebebiyle onun hizmetinde kalmayı tercih ettiler.92
Hindistan’dan Hârunur-reşîd’e gönderilen elçilik heyeti halifenin huzuruna çıkınca
gözleri hariç her tarafı zırhla örtülü olan Türk askerleri saf tutmuş olarak saraydaki yerlerini
almışlardı. Bu da Hârunur-reşîd’in muhafız birlikleri arasında Türklerin de bulunduğunu
açıkça göstermektedir.93
Abbasî halifesi Me’mun Merv’de bulunduğu sırada meydana gelen olaylar ve siyasî
karışıklıklardan sonra Araplar ve İranlılara karşı fikirlerini değiştirmişti. Horasan’da iken
yakından tanıma imkânı bulduğu Türkleri askerî kabiliyetleri ve sağlam karakterleri sebebiyle
Arap ve İranlı askerlere karşı bir güven ve denge unsuru olarak hizmetine almaya karar verdi.
Me’mun devrinde kardeşi Mu’tasım hilâfet ordusunda Türkleri istihdam etmeye çok önem
verirdi. Mu’tasım Türkistan’a adamlarını gönderip Türk gulamlar getirdi. Yakubî, Ca‛fer elHuşşekî’den
naklen şu bilgileri verir: “Me’mun halifeliği sırasında Mu’tasım beni Türk
gulamları satın almak için Semerkand’a Nûh b. Esed b. Saman’ın yanına gönderdi. Her yıl bir
miktar Türk toplayıp Mu’tasım’a gönderiyordum. Böylece Me’mun’un hizmetinde yaklaşık
üç bin Türk askeri görev aldı.94 Horasan vâlisi Abdullah b. Tâhir hilâfet merkezine bölgenin
haracını gönderirken Oğuzlar’a mensup iki bin esiri de yollamıştı.95Oğuzlar arasında
Tolunoğulları hanedanı’nın kurucusu Ahmed b. Tolun’un babası Tolunda vardı. Me’mun
Merv’den Bağdad’a dönmesinden sonra Hilâfet ordusunda bulunan Türklerin sayısında büyük
bir artış gözlendi. Me’mun meydana gelen bazı isyanların bastırılmasında özellikle Türk
kumandanlarından yararlanmıştır.96 Bunlar arasında Eşnâs et-Türkî ve Said b. Sâcûr
zikredilebilir. Mu’tasım, Me’mun’un emri üzerine dört bin Türk askeriyle yola çıkıp Mısır’da
vuku bulan bir isyanı bastırmıştır.97 Eşnâs et-Türkî’de 830 yılında Nevşehir yakınlarındaki
Sündüs adlı bir kaleyi ele geçirmiştir.98
Me’mun Türklere ordusunda yer vermeye başlamasıyla hilafet ordusundaki Türklerin
hem nüfuzu hem de sayısı artmıştır. Abbasî tarihinde ilk defa Me’mun zamanında Türklerin
halifenin yanında seferlere katıldığı ve isyanların bastırılmasında görev aldığı görülmektedir.
Me’mun’un 833 tarihinde ölümü üzerine yerine kardeşi Mu’tasım-Billah geçti. Onun
halife olmasında Türklerin önemli rol oynadığı görülmektedir. Me’mun Türklerden askerî
birlikler teşkili için Mu’tasım’ı görevlendirmişti. Bu sebeple hilafet ordusundaki Türk askerler
Mu’tasım’ın emrinde veya onun vâli olduğu bölgelerde faaliyette bulunmuştu. Afşin, Eşnaz,
Boğa el-Kebir ve Inak et-Türkî gibi kumandanlarda ordu içinde söz sahibi olmuşlardı. Bunlar
Mu’tasım’ın veliahdlığı ve hilâfet makamına geçişinde önemli rol oynadılar.99 Mu’tasım
halife olunca önemli görevlere bu Türk kumandanlarını getirmişti. Samerra’yı kurup devlet
merkezini ve Türk askerlerini oraya nakletmesi de onlara duyduğu güveni göstermektedir.
Mu’tasım’ın halifeliği döneminde Araplar ve İranlılar yönetimdeki nüfuzlarını büyük
ölçüde kaybetmişler, orduda egemen unsur olan Türkler devletin mukadderâtına tesir edecek
seviyeye gelmişlerdi. Kaynaklar Mu’tasım devrinde Türk ordusunun sayısı hakkında 18.000
ile 70.000 arasında farklı rakamlar vermektedir. Bununla beraber hilâfet ordusunda görev alan
Türklerin sayısının 20-25.000 civarında olduğu aileleriyle beraber 70.000’e yaklaştığı tahmin
edilebilir. Türklerin ordudaki sayı ve nüfuzunun artması ve onların Bağdat’taki faaliyetleri
halkı rahatsız etmeye başlayınca Mu’tasım hilâfet merkezini nakledecek bir yer aradı ve
Samerra’da karar kıldı (835). İnşaatın yürütülmesini Türk askerlere tevdi etti ve şehir kısa
zamanda tamamlandı. Burada Türkler için geldikleri bölgeler esas alınarak ayrı ayrı
mahalleler kuruldu. Yakubî, Samerra’nın kuruluşuyla ilgili olarak şunları kaydeder:
“Mu’tasım ağabeyi Me’mun zamanında Semerkand’a Nûh b. Esed’in yanına Türk kölesi satın
almak için adam gönderirdi. Ben her sene ona bir miktar köle getirirdim. Böylece,
Me’mun’un sağlığında Mu’tasım’ın yanında 3000 kadar Türk memlûkü (gulamı) toplandı.
Hilâfet kendisine geçince Türkleri toplamakta ısrar etti. Bağdat’ta halkın elinde bulunan Türk
kölelerinden bir kısmını satın aldı. Bağdat’ta satın aldığı köleler arasında Nuaym b. Hazım’ın
memlukü Eşnâs, Sellâm b. el-Ebras’ın memlûkü İnak, Âl en-Nuaym’ın memlûkü zırhçı Vasif,
Zü’r-Riyâseteyn Fazl b. Sehl’in memlûkü Sîmâ ed-Dimaşkî vardı. Arapça bilmeyen bu
Türkler hayvanlarına binip sürdükleri zaman sağlarındaki ve sollarındaki halka çarpıyorlar,
ayak takımı onların üzerine hücum edip bazılarını dövüyor, bazılarını öldürüyordu. Kanları
heder oluyor, kendilerine tecâvüz edenlere birşey yapamıyorlardı. Bu durum, Mu’tasım’ın
canını sıktı. Bağdat’tan çıkmaya karar verdi. Sâmarrâ adında bir kent inşâ ettirdi.
Sâmerrâ’yı inşa ederken Türklerin kesimlerini (iktalarını) bütün diğer insanların
kesimlerinden ayırdı. Onları başkalarından ayrı yerlere yerleştirdi. Müvelledlerden (ArapAcem
melezlerinden) hiçbir grupla düşüp kalkmıyorlardı. Onlara sadece Ferganalılar komşu
oluyordu. Eşnâs ve adamlarına Kerh denilen kesimi ayırdı. Onun yanına bazı Türk
kumandanları ile devlet adamlarını verdi. Ona mescitler ve çarşılar yapmasını emretti, Hakan
Urtuc (Artuk)’a ve arkadaşlarına el-Cevsak el Hâkânî’den sonraki yerleri ayırdı. Adamlarını
etrafında tutmasını ve halkla haşır-neşir olmalarına izin vermemesini emretti. Vasif ve
adamlarına el-Hayr denilen yerden sonraki kesimi ayırdı. Burada uzun bir duvar inşa ederek
adına el-Hayr Duvarı dedi. Bütün Türklerin ve Arapça bilmeyen Ferganalıların kesimleri
(iktaları) çarşılardan ve kalabalıktan uzakta, geniş caddelerle, uzun mahallelerle ayrıldı.
Kesimlerinde ve mahallelerinde onlarla düşüp-kalkan yabancı kimse bulunmuyordu. Sonra,
Türk cariyeler satın alıp bu Türkleri onlarla evlendirdi. Çocukları yetişinceye kadar onların
müvelledlerle (melezlerle) evlenmelerini ve sıhriyet kurmalarını yasakladı. Çocukları
yetiştikten sonra birbirleriyle evleneceklerdi. Türklerin cariyeleri için devamlı tahsisatlar
ayırıp adlarını dîvânlara (maaş defterlerine) kayd ettirdi. Bu Türkler’den hiçbirisi karısını
boşayamıyor ve ondan ayrılamıyordu.

Abbasîler Devri Türk-Arap İlişkileri (Devam)

Eşnâs et-Türkî için şehrin en batı kesimini ayırınca, adamları için de onun yanında yer
ayırdı. Bu yere Kerh adını verdi. Eşnâs’a tüccarların onlarla komşu olmalarına mani olmasını,
müvelledlerle arkadaş olmalarına müsaade etmemesini emretti.
Samerra’nın dördüncü caddesi Bergamış et-Türkî Caddesi adını taşıyordu. Burada
Türklerin ve Ferganalıların kesimleri bulunuyordu. Türklerin mahalleleri ayrı, Ferganalıların
mahalleleri ayrıydı. Türkler kıble tarafındaki mahallelerde, Ferganalılar onların hizasında
kuzeydeki mahallelerde oturuyorlardı. Her mahalle birbirinin hizasındaydı. Onlara kimse
karışmıyordu. Türkler’in evlerinin ve kesimlerinin doğudaki en uç kısmı Hazarlar’ın kesimleri
(iktaları) ile sona eriyordu. Bu cadde sonları Vasif ve adamlarına geçen Afşin’in iktaları
yanındaki el-Mâtîre’den başlıyor, Vâdî İbrahim ile bitişen vadiye kadar uzanıyordu. Beşinci
cadde Sâlih el-Abbasî Caddesi diye tanınır. Burada da Türklerin ve Ferganalıların kesimleri
vardır. Türkler ayrı mahallelerde, Ferganalılar ayrı mahallelerde otururlar…” (Şeşen,
İslamCoğrafyacılarına Göre Türkler, s. 185-186)
Böylece tarihe Samerra devri olarak geçen ve Türk hâkimiyetinin zirvede olduğu bir
devir başladı (836-892). Türkler sadece askerî sahada değil siyasî ve idarî sahada da önemli
görevler üstlendiler. Bu durum Arap unsurunda tahrikleriyle halifeleri rahatsız etmeye ve
onlara karşı tedbir almaya sevketti. Samarra devri boyunca sürüp giden bu mücadelelerin
sonunda halifeler askerî ve siyasî kudretlerini Türk birlikleri de sayıca üstünlüklerini, buna
bağlı olarak kuvvet ve nüfuzlarını kaybettiler.
Türkler’e karşı başlatılan hareketin hedefi Mu’tasım idi. Onu iktidardan uzaklaştırarak
Türk nüfuz ve hâkimiyetini kıracağına inanan Arap unsurlar Abbas b. Me’mun’u hilâfet
makamına geçirmeye çalıştılarsa da bu ihtilal teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı.
Mu’tasım’ın yerine geçen oğlu Vâsık da Türkleri destekledi ve onların devlet yönetimindeki
nüfuzlarını arttırmalarını sağladı (847). Vâsık’ın veliahd tayin etmeden ölümü üzerine kardeşi
Mütevekkil, Abbasî devlet adamlarına rağmen Türkler’in desteğiyle hilâfet makamına geçti.
Ancak o kendini iktidara taşıyan Türkler’e karşı kuşku ile bakıyordu. Devletin en güçlü devlet
adamlarından Inak et-Türkî bir hileyle katledildi (849). Mütevekkil Türkler aleyhindeki
faaliyetlerine devam ederek onları muhafız birliklerinden uzaklaştırmaya, sayılarını azaltmaya
ve hatta onların yerine orduya başka unsurlar almaya başladı. Mütevekkil’in kendileri
aleyhindeki bu faaliyetlerinden rahatsız olan Türkler onu öldürmeye kalktılar ancak yine bir
Türk olan Boğa el-Kebir’in müdahalesiyle başarısız oldular. Ancak daha sonra Boğa es-Sağir,
Musa b. Boğa el-Kebir, Hârun b. Suvartegin, Bagir et-Türkî gibi Türk kumandanlar Halife
Mütevekkil’i katlettiler (861). Bu olay Türkler’in Abbasî halifeliğinde iktidarı tamamen ele
geçirdiklerini ve kendilerine mâni olacak bir gücün bulunmadığını gösterir.
Mütevekkil’den sonra hilâfet makamına yine Türkler’in desteğiyle Muntasır geçti.
Ancak o da kendini iktidara taşıyan Türkler hakkında olumlu şeyler düşünmüyordu.
Muntasır’ın ertesi yıl muhtemelen Türkler tarafından zehirlenerek öldürülmesi üzerine yine
ordudaki nüfuzlu Türk kumandanların baskısıyla Musta’în halife seçildi (862). Musta’în,
Vasif et-Türkî ve Boğa’nın tesiri altında idi ve onlara en ufak bir müdahalede bulunamıyordu.
Sonunda Mustain hilâfetten çekildi ve Mu’tez halife ilân edildi (866). Ancak o da Türkler’e
güven duymuyor ve onlardan çekiniyordu. Vasif et-Türkî ile Boğa’nın katledilmesine rağmen
Halife Mu’tez hala Türklerin baskısı altında bulunuyordu. Türk askerleri maaşlarının
verilmemesini bahane ederek isyan ettiler ve halifeyi saraydan zorla çıkarıp hilafetten
çekilmek zorunda bıraktılar. Mu’tez devri Türkler’in siyasî sahada en belirgin şekilde
varlıklarını hissettirdikleri buna karşılık kendilerine muhalif güçlerin de toparlandıkları bir
devirdir.
Mu’tez’in yerine halife olan Mühtedi büyük ölçüde Sâlih b. Vasif et-Türkî’nin
tesirinde kaldı. Halifeliğe eski itibarını kazandırmak isteyen Mühtedi devlet yönetiminde Türk
nüfuzunu kırmak istediyse de başarılı olamadı, hem makamını hem de hayatını kaybetti.
Yerine geçen Mu’temid devrinde de Türk nüfuzu devam etti. Ancak askeri sahada kontrol
Türklerin elinde olsa da siyasî ve idarî alanda bir baskı unsuru olmaktan çıktılar. 889-90
yılında hilafet merkezinin Samerra’dan tekrar Bağdat’a nakledilmesi Abbasî Devleti’nde Türk
nüfuzu’nun zayıflamasına sebep olmuştur. Fakat bir müddet sonra Halife Radî-Billah İbn
Râik el-Hazârî’yi geniş yetkilerle emîrü’l-ümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden
kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tüzün’ün emîrül-ümerâ olduğu dönemde de devam etti.
945 yılında Bağdat Şiî Büveyhîler tarafından işgal edildi. Abbasî halifeliği bir Türk hanedanı
olan Selçuklular tarafından yıkılmaktan kurtarıldı.
Arapların askerî meziyetlerini kaybettikleri bir dönemde Türk askerlerinin İslâm
devletinin hizmetine girmeleri, askerî ve idarî hayata canlılık kazandırmaları Allah’ın
Müslümanlara büyük bir lütfu olarak değerlendirilmektedir. Bundan sonra da onların ahfadı
hilâfet ordusunun muharip kısmını teşkil etmiş, yukarıda anlatıldığı gibi birçok isyanın
bastırılmasında önemli görevler üstlenmiş ve İslâmiyet ve hilâfetin koruyucusu olmuşlardır.

İslamiyet Öncesi Türklerde Resim
Eski Türk resim sanatı; Budizm, Maniheism ve İslamlık dönemi olarak üç din çerçevesi içindeki eserleri içine alır. Böylece resim, sekizinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıl sonuna kadar bin yıldan fazla bir zamana yayılmaktadır. Eski Türk resminin asıl temsilcileri, sanata çok yatkın olan Uygur Türkleridir. Eski Uygur kentleri harabelerinde bulunan sekiz ve dokuzuncu yüzyıllardan kalma Budist ve Maniheist duvar resimleri ile minyatürler Türk resminin bugüne kadar bilinen en eski örnekleridir. Bunlarda rahipler, vakıf yapanlar, müzisyenler tasvir edilmektedir. Kompozisyon sıralama halinde ve simetrik bir düzene göredir. Koyu mavi ve kırmızının çok olduğu parlak renkler kullanılmıştır.

İnsan yüzüne bireyin özelliklerini vermek, yani portre yapmak sanatı, ilk defa 750′den sonra Türk duvar resimlerinde başlamıştır. O zamana kadar insan vücudunun diğer kısımları gibi yüz de şemalara göre çizilmiş ve resmin altına adı yazılarak ayırt edilmiştir. Fresklerde, resimlerini yaptırmak isteyen kimseler tasvir edilmiş, böylece çeşitli insan grupları Hint ve Çin rahipler, Toharlar, İranlılar ayırt edilebilmiştir. Uygurlar kendilerinden farklı insanlar üzerinde dikkatlerini toplayarak bunları tiplere ayırmışlar ve kendilerini de daha belirgin olarak görmeye başlamışlardır. Bu durum onlara portre sanatı yaratmak ve geliştirmek yeteneğini kazandırmıştır (Aslanapa, 1992, 90).

Portre benzerliği, aynı kıyafet ve duruşta yan yana sıralanmış rahip resimlerinde açıkça bellidir. Bunların yüzleri, çeşitli insanları göstermektedir. Diğer resimlerde kendini belli eden bu portre sanatı bireysel düşünce bakımından çok önemli bir ilerlemeyi gösterir. Portre sanatının doğmasında eski geleneklerin de rolü olmuştur. Kök-Türklerde ve Uygurlarda eskiden bengü adı verilen hatıra taşlarına ölen kahramanın adı, ünvanı ve memuriyeti ile yaşı yazılarak ölümsüzleştirilmiştir. Uygurlarda bu düşünce sonradan etkisini göstermiş olmalıdır. Süs fresklerinde, Uygur prensleri çok gerçekçi olarak resmedilmiştir.

Uygurlar zamanından kalan minyatürler Maniheist kitaplardan sayfalardır. Bunlar kısmen dini, kısmen dünyevi sahneleri canlandırırlar. Bunlardan başka büyük resimli sayfalar ve sancaklar kalmıştır ki, bunlar Mani mabetlerinde saklanmış ve ayinlerde kullanılmıştır. Bu Uygur minyatürleri İslam minyatürünün kaynağı olmuştur.

Uygurlar, tipleri ayırmak, tarihlendirmek ve portre resimlerini oluşturmaktan başka ilah tasvirleri de yaparak her iki bakımdan Çin resmi üzerinde etkili olmuşlardır. Bunlardan başka, Uygur ressamları dokuzuncu yüzyılda yeni bir yöntem geliştirmişlerdir. Birçok küçük sahnelerle bir veya birkaç hikayeden oluşan, Tohar resimlerinden farklı olarak Uygurlar büyük ve sade kompozisyonlar oluşturmuşlardır. Renk olarak koyu lacivert ve açık yeşil yerine, kızıl kahverengi tercih edilmiştir (Aslanapa, 1992, 92).

Uygurlarda bu şekilde gelişmiş olan sanat gittikçe güçlenerek devam etmiştir. Uygur devleti dağılınca bu sanatçı Türklerin parlak mirası, yeni egemenlik kuran Moğollarla, Batı’ya ve İslam dünyasına geçmiştir.

Türklerin resim sanatındaki gelişimi, yeni ve farklı eser yaratmalarını sağlamıştır. Heykel ve resimdeki ayrıntılı tanımlama anlayışı, İslamiyetin kabulü ile yerini yeni anlayışlara bırakmıştır. Resimlerdeki insanları kişiselleştirme, her konuyla ilgili resim yapılması, yeni arayışlar yapıldığının göstergesidir. Türk resim sanatı kendi kendini geliştirmiştir. O dönem için örnek olmuş, etkisi bu güne kadar devam etmiştir.

Müslüman Araplarla Türkler arasındaki münasebetler

Hz.Ömer zamanında başlamış ve karşılıklı mücadele içinde süregelmiştir.
Türkler’in Emevîlerdevrine kadar küçük gruplar halinde topluca Müslüman olduklarına dair herhangi bir bilgi
tespit edilememiştir.
Emevîler devrinde çok geniş bir alanda İslâm hâkimiyeti sağlanmışsa da devletin takip
ettiği Arap milliyetçiliğine dayalı siyaset yüzünden idarî ve askerî kademede görevli çok az
sayıda gayr-i Arap unsur hizmete alınmıştır. Araplar devletin çeşitli nimetlerinden
yararlandıkları halde mevâli denilen gayr-i Arap unsur ikinci sınıf insan muamelesi görüyor
ve ganimetlerden daha az pay alıyorlar, buna karşılık daha çok vergi ödemek zorunda
bırakılıyorlardı. Sefer sırasında askere alınan gayr-i Arap kavimler savaştan sonra az bir
ganimetle ülkelerine gönderiliyorlardı.

·Muaviye'den itibaren halifelik babadan oğla geçmeye başlamış, böylece saltanata dönüştürülmüş-tür.
·Emeviler, Arapları üstün gören bir yaklaşıma sahip olmuşlar, Arap olmayan Müslümanlara değer vermemişlerdir.
·Emevi soyuna bağlılık göstermişler, Hz.Ali yanlılarına ve Hz.Muhammed soyundan olanlara iyi davranmamışlardır.
·Emeviler döneminde Müslümanların sınırları, İspanya'dan-Türkistan'a kadar genişlemiştir.
·İslam Kültür ve Medeniyeti , fetihlerle birlikte gelişmeye ve yayılmaya başlamıştır.
Türklerin İslamiyeti Kabulü

İslam dinini kabul etmeden önceki dönemde Türkler, Şamanist kültürün etkisindeydiler ve Gök-tanrı (Gök-tengri) dinini benimsemişlerdi. Bununla birlikte, zamanın koşullarına bağlı olarak değişik dönemlerde değişik dinlere bağlı kalmışlardı. Örneğin, Çin'de (386-556) bir devlet kurmuş olan Tabgaç ile 552-742 yılları arasında hüküm sürmüş olan Türk kökenli Göktürk devleti Budizm'i benimserken, Uygur döneminde (745-840) Türkler arasında Maniheizm yaygınlık kazanmıştır. Bunun yanında, kimi Türkler (Hazarlar) Museviliği seçmiş, Peçenekler, Kumanlar ve Bulgarlar gibi bir kısmı da Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Böylece, Türklerin Araplarla ilk karşılaştıkları tarihe kadar değişik dinleri kabul ettikleri söylenebilir.

Türklerin Müslümanlarla ilk temasları, 7. yy.'ın ortalarında, 642 yılındaki Nihavend Savaşını izleyen dönemde başlamıştır. Türk-Arap ilişkileri, Sasani Devletinin çöküşünden sonra yaklaşık yarım yüzyıl boyunca çekişmeli biçimde sürüp gitmiştir.

Türkler, Emeviler döneminin (661-750) başlangıcından itibaren İslam devletleri ve Arapların hizmetinde bulunmuşlardır. Ayrıca Türkler, Emevi devletinin çöküşü ve Abbasiler döneminin başlamasına neden olan ihtilal hareketi içinde önemli bir rol oynamışlardır. Aslında, 632 yılında Hicret'le birlikte İslamiyeti yaymaya başlamış olan Müslümanlar, Abbasi iktidarının başlangıcına (750) kadar geçen sürede genişleme faaliyetinin büyük bölümünü tamamlamışlardı. 634'te Arap Yarımdasını, 642'de Bizans ve Sasani topraklarını ele geçiren Müslümanlar, 656 yılında nüfuz alanlarını kuzeyde Kafkaslar ve doğuda da Ceyhun Irmağı'na kadar genişletmiş bulunuyorlardı. Türkler, 751 yılında yapılan Talas Savaşı'nda Çinliler'e karşı paralı askerler olarak Araplarla birlikte savaşmışlardı. Çinlilere karşı kazanılan bu zafer; Türk egemenliğinin Batı Türkistan'da sürmesini sağlarken Araplara Türklerle dostluk ilişkisini geliştirme fırsatı vermiş, bu ilişki ile birlikte Türkler de gittikçe artan biçimde İslamiyeti kabul etmeye başlamışlardı. Ayrıca Araplar, bu savaşı izleyen dönemde Orta Asya'nın Müslümanlaştırılması sürecini de başlatacaklardı. Bu arada, Müslümanlar Talas Savaşı ile Orta Asya'ya adım attıkları sırada Türklerin de bu bölgede Uygur Devleti'ni kurmakta olduklarını belirtmek gerekir. Uygurlar'dan ayrılan Oğuz Türkleri, savaş esiri ya da Müslümanların hizmetindeki askerler olarak İslam dünyasında yer alan ilk Türkler olmuşlardır.

İslam dinini kabul eden Türklerin sayısı gittikçe artmış ve Müslümanlık, 10. yy.'da Türkler arasında yaygınlık kazanmıştır. Fakat, Türklerin ilk kez ortaya çıktıkları ve ilk devletlerini kurdukları bozkırların Müslümanlaştırılması 14. yy.'a kadar sürmüştür. Böylece, Türklerin Müslümanlaştırılması yaklaşık 5 yüzyıllık bir süre almıştır. Orta Asya'da Arap yayılmasını izleyen dönemdeki Türk tarihine ilişkin en önemli gelişme, Türklerin önce İran ve ardından da Anadolu'ya göçleri olmuştur.

Bu noktada Türklerin, Arap baskısıyla karşılaşmasalardı, yerleşik hayata geçmeyip bozkırlarda göçebe olarak yaşamaya devam edecekleri ileri sürülebilir. Arapların baskısı karşısında Türklerin bir bölümü, yaşamlarını sürdürebilecekleri başka yerler bulmak zorunda kaldılar ve İslamiyeti kabul ettikten sonra da İslam'ın nüfuz alanını genişletmek üzere yeni topraklara akınlar düzenlemeye başladılar.

İslamiyeti kabul eden Türk toplulukları arasında yer alan Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular, Türk kökenli toplulukların gelecekleri ile ilgili olarak çok önemli bir rol oynadılar. Karahanlılar, İslam'ı kabul ettikten sonra Buhara ve çevresini alıp Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk devletini, Karahanlı devletini kurdular. Aynı dönemde, bir diğer Türk kökenli aile olan Gazneliler ailesi ortaya çıktı. Gazneliler, Afganistan ve İran Horasanı'nda etkili olup Kuzey Hindistan'ın Müslümanlaştırılmasını sağladılar. 10 ve 11. yüzyıllarda kimi Oğuz grupları Ceyhun Irmağı bölgesinden Horasan'a göç ettiler. 1035 yılında Selçuk Bey'in torunları Tuğrul ve Çağrı, diğer Oğuz gruplarıyla birlikte Ceyhun Irmağı'nı geçtiler. Bu gruplar, Selçuklu ailesinin tarihteki yerini almasından sonra Selçuklular olarak adlandırılacaktı. Horasan'ı hakimiyetleri altına aldıktan sonra Gazneliler karşısında 1040 yılında Dandanakan Savaşını kazandılar ve daha batıya ilerlediler. Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'ı aldı ve ardından da hilafet Selçuklular'a geçti. Tuğrul Bey'in halefi Alp Arslan (1063-1072), Bizans İmparatoru Romanos Diogenes'i 1071'de Malazgirt'te yendi. Bu zaferin ardından Selçuklular, Türkler'in Anadolu'da yerleşmelerini sağlamış oldular. Böylece, bu göçebe Türkler, yani Anadolu'ya geçen Oğuzlar, Büyük Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarını kurdular ve Kırım'dan Kuzey Afrika'ya, İran Körfezi'nden Viyana'ya kadar uzanan bölgede Türk uluslarının izlerini bıraktılar.

Orta Asya'da kalan Türk topluluklarına gelince, bunların izledikleri yolun, İslam dinini benimseyerek yerleşik hayata geçen ve çeşitli bölgelerde Müslüman Türk devletleri kurmuş olan Türk topluluklarının izledikleri yoldan farklı olduğu söylenebilir.

Kaynaklar :

Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, İstanbul 1984, s.77-78.
DOÇ. DR. MUHARREM KESİK
YRD.DOÇ DR.GAMZE KONA





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)