Thread Rating:
  • 13 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fetavay-i Hindiyye Namaz Bahsi 2.Bölüm
#1
Dini-1 
   

Fetavay-i Hindiyye Namaz Bahsi 2.Bölüm

14- HASTALARIN NAMAZI


Hasta olan bir kimse, ayakta durmaya gücü yetmediği za­man, —rükû´ ve secdelerini yaparak— namazını oturarak kıllar. HH-daye´de de böyledir.

«Gücü yetmeme» nin açıklanmasında, en sahih görüş: Ayakta durulunca, bir zarara uğranması halidir. Fetva da bunun üzerinedir. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Keza, bir kimse, hastalığının artmasından korktuğu; iyileş­mesinin gerileyeceği veya başının döndüğü zamanlarda da namazını oturarak kılar, Tebyîn´de de böyledir.

Ayakta durma yüzümden, ağrı veya acı duyan kimse de nar mazını oturarak kılabilir.

Ayakta durmaktan dolayı meşakket nev´inden bir şeyle karşıla­şan kimsenin, —sırf bu yüzden— ayakta durmayı terk etmesi, caiz olmaz. Kâfi*de de böyledir.

Bir kimse, namazın tamamında ayakta duramaz; fakat bir müddet ayakta durmaya gücü yeterse, o kimseye, gücü yettiği1 kadar ayakta durması emredilir.

Meselâ : Bir kimsenin ayakta tekbir almaya gücü yetse dex Kur-´ân okumak için ayakta durmaya gücü yetmese,. veya kıyamın bir kısmına gücü yetse; bu kimseye, tekbiri ayakta alması ve gücü yettiği kadar ayakta durması emredilir. Ve bu kimse, gücü yettiği kadar ayakta durur; âciz kalınca da oturur.

Şemsü´l - Eimme Halvânî : »Bu yol sahihtir. Bir kimse, şayet bunu terk ederse; ben onun namazının caiz olmayacağından korka­rım.» demiştir. Hulâsa´da da böyledir.

Bir şeye veya bir yere dayanarak ayakta durmaya gücü ye­ten kimsenin, namazı bu şekilde kılması gerekir. Sahih olan budur. Bu durumdaki bir kimse için, bundan başkası cai´z olmaz.

Keza, bir kimsenin bastonuna veya hizmetçisine dayanarak na­maz kılmaya gücü yeterse, bu kimse, namazını bunlara dayanarak kılar. Tebyîn´de de böyledir.

Evinde, ayakta namaz kılmaya gücü yeten bir hastanın, dı­şarı çıktığı zaman buna gücü yetmiyeceği olursa, bu durumda âlim­ler arasında görüş ayrılığı vardır. Beğenilen görüş ise, bu hastanın, namazını, evinde ve ayakta, kılmasıdır. Fetva da bu kavil üzere ve­rilir. Muzmarât´ta da böyledir.

0 Hasta olan şahıs, oturarak namaz kıldığı zaman, nasıl otur­mak kolayına geliyorsa, öyle oturur. Esahh olan budur. Sirâcül -Vehhâc´da da böyledir. Sahih olan da budur. Aynî´nin Hidâye Şer-hi´nde de böyledir.

Doğruca oturmaya gücü yetmeyen kimse, ya duvara veya bir adama dayanıp yaslanarak namazım kılar. Sahih olan budur. Bu kimsenin, namazı böyle kuması vacip olur. Zehiyre´de de böyiedir.

Muhtar olan kavle göre, yatarak namaz kılmak caiz olmaz. Tebyîn´de de böyledir.

Ayakta durmaktan, rükû´a eğilmekten ve secdeye varmak­tan âciz olan kimsenin, namazı oturarak kılmaya gücü yetiyorsa otu­rarak îmâ ile kılar. Secdelerini, rükû´Ianndan daha faz]a eğilmek sureti ile yapar. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer, her ikisi (rükû´ ve secde) müsavi bir şekilde yapılır­sa, namaz caiz olmaz. Bahrü´r - Râik´ta da böyledir.

Keza, rükû´ ve secdeden aciz olduğu halde, ayakta durma­ya gücü yeten kimsenin de namazını oturarak ve îmâ ile kılması müstehap olur. Bu kimse, şayet îma ile ayakta kılmış olsa, bize gö­re yine namazı caizdir, Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

îmâ ile namaz kılan kimse, sehiv secdelerini de imâ ile ya­par. Muhıyt´te de böyledir.

İmâ ile namaz kılan kimsenin, bir tahtayı veya bir yastığı, kendisine doğru kaldırıp, onun üzerine secde etmesi mekruhtur. Böyle yapan kimsenin durumuna bakılır : Eğer, bu kimsenin başı rükû´ için eğiliyorsa ve sonra da secdeler için daha fazla eğiliyorsa, namazı caiz olur. Hulâsa´da da böyledir.

Fakat, böyle yapmakla, o kimse, kötü bir iş yapmış olur. Muzmarât´ta da böyledir.

Hasta olan kimsenin, başı eğilmiyor da, tahtayı veya yastığı alnının, üzerine koyuyorsa, —namazı— caiz olmaz, Esahh olan gö­rüş buidur. Fakat, yastık yere konmuş ise ve hasta olan şahıs bunun üzerine secde ediyorsa, namazı caiz olur. Hulâsa´da da böyledir.

Alnında yara olmasından dolayı, alnını yere koymaya gücü yetmiyen kimsenin, imâ ile namaz kılması caiz olmaz. Bu kimse, burnu üzerine secde eder. Şayet, burnu üzerine secde etmeyip, imâ ile namaz kılarsa, namazı caiz olmaz. Zehiyre´de de böyledir.

Namaz kılacak kimsenin, oturmaya da gücü yetmezse, sır­tının üzerine yatar ve ayaklarını kıbleye doğru uzatır. Oturan kimse­ye benzemek için de başının altına bir yastık koyar. Böylece rük´û´ ve secdeyi, imâ ile yapma ihtimali güçlenmiş olur.

Bu »durumdaki bir kimse, yanı üzeri yatıp da yüzünü kıbleye çe­virirse, yine imâ ile kılması caiz olur. Fakat, birinci şekil daha ev­ladır. Kâfî´de de böyledir

Bu durumda, bir kimsenin, sağ; tarafına yatmaya gücü yet­mezse, sol yanı üzerine yatabilir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bu durumda da yüzü kıbleye dönük olur, Gunye´de de böy­ledir.

Bir kimse, sağlam bir halde namaza başlar, fakat sonradan, kendisinin ayakta durmasına mani olacak bir hastalık gelirse, bu kimse, namazını, oturarak rükû´ ve secdelerle kılar. Eğer buna da gücü yetmezse, namazını, oturduğu yerden imâ ile kılar. Buna da gücü yetmiyen kimse ise, namazını, yattığı yerden imâ ile kılar. Tebyîn´de de böyledir.

İmâmeyn´e göre : Oturduğu yerden, rükû´ ve sücûd ile na­maz kılmakta oları kimse, namaz İçinde sıhhata kavuşursa, kalan kısmım ayakta bina eder. Hidâye-´de de böyledir.

Namazın bir kısmını imâ ile kılıp,, sonradan rükû´ ve sucu­da gücü yeten kimse, bütün âlimlere göre, namazını yeniden kılar Hidâye´de de böyledir.

Bu, rükû ve secdelere gücünün yetmesinden sonradır. Fa­kat bir kimse, namaza başladıktan sonra ve namaz bitmeden önce güç kazanırsa, kalan kısmı bina etmesi sahih olur. CevheretÜ´n-Neyyire´de de böyledir.

îmâ ile namaz kumaya da gücü yetmiyen kimseden, nama­zın farziyyeti düşer. Zâhirü´r-rivâye de böyledir. Gözlerle ve kaş-larîa, imâ etmeye de itibar edilmez.

Bu kimsenin hastalığı sonradan hafiflerse, kılamadığı namaz­ları kaza edip etmiyeceği hususunda da ihtilaf edilmiştir: Bazıları: «Eğer bu kimsenin aczi, bir gün bir geceden fazla olursa, namazla­rını kaza etmesi gerekmez. Fakat, bundan az olursa, kaza lazım olur.» demişlerdir. Bayılma gibi... Sahih olan görüş budur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. Fetva da bunun üzerinedir. Zâîiiriyye´de de böyledir.

Bu hastalıktan dolayı ölen kimsenin üzerine, bir şey lazım . gelmez; fidye de gerekmez. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimse, oturarak dört rek´at namaz kılsa, dördüncü rek´-atte de otursa, teşehhüdden Önce kiraaltte bulunsa, ve rükû´ eylese; bu davranışı, ayakta durma yerindedir. Yani, fazla rek´ate kalkan kimse ne yaparsa, bu kimse de öyle yapacaktır. Fetâvâyi Kâdîhânî da da böyledir.

Hâvî´de : «Bu kimse, sehvinden dolayı secde eder.» denil­miştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, ikinci rek´atin ikinci secdesinden başını kaldırır­ken, kıyama niyyet etse ve okumasa; sonra da yanıldığını anlasa, döner; teşehhüdü okur ve sehiv secdesi yapar. Fetâvâyi Kâdihân´da da böyledir.

Oturarak namaz kılan hasta, dördüncü rek´atin son oturu­şunun secdesinden, üçüncü rek´at zannı ile başını kaldırsa, kıraat­te bulunsa ve imâ ile rükû´ yapsa ve secde etse, namazı fesada gider.

Şayet, bu kimse, üçüncü rek´ati, ikinci rek´at zannederek oku­maya başlasa, sonra da yanıldığını anlasa, teşehhüde dönmez; na­mazına devam eder. Namazın sonunda da sehvi için secde eder. Mu-hıyt´te de böyledir.

Tecrîd´de : «Hasta olan kimse, namaz kılarken, kıraat, tes-bihat ve teşe.hhüd gibi, sağlam kimselerin yaptıklarının hepsini yapar. Fakat, bunlardan aciz olursa, hepsini de terk eder.» denilmiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Hastanın, sağlamdan ayrıldığı noktalar, gücünün yetmediği şeylerdir. Hasta, gücünün yettiği hususlarda sağlam gibidir.

Hasta bir kimse, kıble istikametini bilir, fakat oraya dönmeye gücü yetmez ve kendisini kıbleye döndürecek bir kimse de bulamaz­sa, zahirür- rivâyede bulunduğu durumda namazım kılar. Ve o namazı iade etmez. Fakat, kendisini kıbleye çevirerek birini bulur­sa, münasip olan, o kimseden, kendisini kıbleye çevirmesini isteme­sidir. Bu durumda, böyle yapmaz da, kıble yönünden başka bir is­tikamete yönelmiş olarak namazını kılarse, bu namaz caiz olmaz.

Keza, hasla olan bir şahıs, pis bir döşekte veya yaygıda oturdu­ğu halde, temiz bir yaygı bulamaz veya temiz bir yaygı bulabildiği hailde, kendisini onun üzerine götürecek bîr kimse bulamazsa; bu şahıs, o pis döşek üzerinde namazını kı´ar. Eğer, döşeğini değişti­recek bir kimse bulunursa, bunu yapmasını o kimseden ister. Şa­yet, bunu talep etmeden, pis döşek üzerinde namaz kılarsa, bu na­mazı caiz o´maz. Muhıyt´te de böyledir.

Bir hastanın altında, pis bir örtü, pis bir çamaşır bulunur ve onun üzerine sereceği temiz bir örtü ayın anda kirlenecek olursa, bu hasta, bulunduğu hal üzere namazını kılar.

Keza, ikinci örtü (~ elbise) kirlenmiyecek olmasına rağmen, eğer onu değiştirmek çok zor olacaksa, yine namazını bulunduğu hal üzere kılar. Fetâvâyi Kâdînân´da da böyledir.

Bayılan kimsenin üzerinde, beş vakit namaz, kazaya kalmış olursa, ayılıncn onları kı´ar.

Fakat, bayılan kimse, baygınlık halinde, daha fazla namaz geçirmiş olursa, onları kaza etmez.

Delilik de, baygınlık gibidir. Sahih olan görüş budur. İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, burada, geçen vakitlerin çokluğuna rtibar olunur. Sahih olan görüş de budur. Ve bu, baygın­lık kesintisiz bir müddet devam ettiği zaman böyledir .

Fakat, baygın Kimse, ifakat bulup ayrıldığı zaman, bakılır : Bu kimsenin iyileşip ayılması, bilinen bir vakitte ise, meselâ : Sabah vakti hastalığı hafiflese, biraz İyileşip sonra yine baygınlık gelse, bu iyileşme haline itibar edilir. Daha önceki vakitlerin baygınlık hük­mü baygınlıkta geçen vakit bîr gün bir geceden az ise bozulur. Fakat, bu şahsın iyileşmesi, bilinen bir vakitte olmaz, aniden iyileşir ve sağlıklı olan kimseler gibi konuşur sonra da, üzerine yine baygınlık gelirse, bu şekildeki iyileşmeye itibar olunmaz. Teb-yîn´de de böyledir.

Bir kimse, yırtıcı hayvanlardan veya insanlardan korktuğu için bayılır ve bu baygınlığı, bir gün bir gece devam ederse, bü-ic-mâ´ bu kimseden kaza düşer.

Fakat, içki içen bir kimsenin, bir günden (azla bir müddette bile aklı b.´işma gelmezse, ondan kaza düşmez.

Bir kimse, her hangi bir ot kökünün suyunu ve}´a bir ilacı içe­rek bayılır veya aklı başından gider ve bu hâ! de bir günden faz´a devam ederse, İmâmeyn´e göre, yine bu kimseden-kaza düşmez.* Hu-lâsa´da da böyledir.

Bir gün bir guceden fazla uyuyan kimse, —uykudan ge­çen— namazların tamamını kaza eder.

Bir kimse, ramazanda oruç tutacak olursa, namazı oturarak kı­labilecek; oruç tutmadığı takdirde ise, namazı ayakta kılabilecek olsa; bu kimse, oruç tutar ve namazını oturarak kılar. Serahsî´nin Muhiyt´inde de böyledir.

Hasta bir kimse, hastalığının, namazını geri bırakacağı korkusu ile, bilerek veya bilmeyerek, namazını vaktinden Önce kıl­mış olsa, bu caiz olmaz.

Keza, kıraat etmeden veya abdestsiz olarak, bu düşünce ile namaz kılan hastanın, namazı da caiz olmaz.

Fakat, bu kimsenin kıraate gücü yetmezse, okumaksızın imâ ile namazını kılar.

Hasta olmasından dolayı, bir adamın kölesinin abdest al­maya gücü yetmese-, o köleye efendisi abdest aldırır. Şayet, hasta olan kölenin bir de hasta karısı o´sa, kölenin efendisi, o kadına abdest aldıramaz. Mııhıyt´te de böyledir.

Her hangi bir rüknü abdestli olarak kılmaya gücü yetmiyen kimseden, o rüknü —eda elmek vazifesi— düşer. Fetâvâyi Kâdîhân-tia da böyledir.

Meselâ : Secde etmeye gücü yetnıiyecek kadar, alnında ve burnunda yarası olan bir kimsenin, secde etmesi halinde, yarası ka-nayacak, secde etmezse yarası kanamıyacak olursa; bu durumda, o şahıs namazını, oturduğu yerde ve imâ ile kılar. Şayet, ayakta, kı­raat ederek kılar, rükû´ yapar ve sadece secdeyi terk ederse, bu şe­kilde kıldığı namaz da caiz olur. Fakat, önceki şekilde kılmak daha efrîaldir. Muhryt´te de böyledir.

Keza, bir kimsenin, namazı ayakta kılması halinde, kıraat cdemiyecek, idrarı akacak veya yarası kanayacak olur ve oturduğu zaman da bunlardan hiç biri olmayacak olursa, bu kimse, ayakta durmaz; namazını oturarak kılar. Sirâciyye´de de böyledir.

Düşman korkusundan dolayı veya dışarısı tamamen çamur olduğu veya yağmur yağarken, sahradaki küçük çadırının içinde doğrulmaya imkânı olmadığı zaman ayakta namaz kılmayı terk eden kimsenin oturarak namaz kılması caiz olur.

Hastalık halinde namazı kazaya kalmış olan kimse, bu na­mazı, iyi olunca kaza ederse, sağlam kimselerin kıldığı gibi kılarak kaza etmesi gerekir. Eğer, bu namazı Hastalar gibi kılarsa, caiz ol­maz. Meselâ : Hasta iken imâ ile veya oturarak kılabileceği nama­zı, iyileşince bu şekilde kaza etmesi caiz olmaz. Serahsî´nin Muhıyt´-inde de böyledir.

Sağlam iken kılamadığı namazları, hasta halinde kaza et­mek isteyen kimse, bunları hasta halinde kılmakta olduğu namazlar gibi, ya oturduğu yerde veya imâ ile kaza eder. Sirâc´yye´de de böy­ledir.

Namaz kılan kimsenin, başka bir imkanı olmadığı za­man: yanma bir adamın oturup, rükû´, secde ve benzeri şeylerde, yanıldığı /aman kendisine haber vermesini istemesi caiz olur. Gun-ye´de de böyledir.

Hasta olan bir kimsenin, cuma günü, öğle namazını .imam cum´ayı kılana kadar te´hir etmesi müstehaptır. Eğer, te´hir eUnezse, mekruh olur. Sahih olan budur. Mıızmarat´ta da böyledir. [1]



15- MİSAFİRİN (= YOLCUNUN) NAMAZI


Kendisinde, hükümlerin değiştiği mesafenin en azı, üç gün­lük yolculuktur. Tebyîn´de de böyledir. Sahih olan budur. Cevâhirü´I -Ahlatî´de de böyledir. [2]



Seferle Değişen Hükümler :


Seferle değişen hükümler şunlardır :

1- Namazın kısa kılınması,

2- Orucu yemenin mubah olması,

3- Mesh müddetinin üç güne uzaması,

4- Cum´a ve bayram namazlarının düşmesi,

5- Kurban kesmenin düşmesi,

6- Hür olan kadınların, mahremsin yola çıkamamaları, Itâbiy-ye´de de böyledir.

Sefer müddetinde, orta halli yolculuğa itibar edilir. O da, deve yolculuğu ve senenin en kısa gününde yaya yolculuğudur. Teb­yîn´de de böyledir.

Her gün, geceye kadar yo´ yürümenin şart olup olmadığı hususunda görüş ayrılığına düşülmüştür. Sahih olan ise, bunun şart olmamasıdır.

Meselâ : Bir kimse, sabahın erken saatinden Öğleye kadar yü­rüyüp, merhalesine varsa ve oraya konaklasa; orada yatsa ve gece-Jese; sonra ikinci ve üçüncü günlerde de böyle yapsa, bu kimse misafir (= yolcu) olur. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.

Sefer müddetince, gidilen vola itibar edilir. Bahrü´r -Râık´ta da böyledir.

Gidilmek istenilen yere ulaşmak için iki yol bulunsa, bu yollardan biri, geceli gündüzlü üç günlük, diğeri de bundan daha aşağı olsa, bize göre, uzak olan üç günlük yoldan giden kimse misafir (seferi, yo3cu) olur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir.

Fakat, bu kfmse kısa yoldan giderse, namazlarını tam kı­lar. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Bir yerin, hem sudan (denizden, ırmaktan), hem de kara­dan olmak üzere iki yolu bulunsa ve buraya, su yolu ile giden üç günde, kara yolu ile giden ise iki günde-varacak olsa; su yolu ile gi­den şahıs, namazlarını kasreder. (Dört rek´atli farzları ikişer rek´at kılar.) Karayolu ile giden ise kasretmez. (Tam kılar.)

Şayet, kara yolundan giden üç günde, su yolundan giden işe iki günde varsa; bu durumda da kara yolundan giden namazlarını kas­reder; su yolundan giden ise kasretmez.

Su yolunda da üç güne itibar edilir. Rüzgarın hızlı esmesi,, ya- • vaş esmesi veya tamamen durması halleri de müsavidir.

Dağda da durum aynıdır. Yani dağ yollarında da üç güne itibar edilir. Aynı mesafeye, kayalıklardan gidilip üç günden, önce varılsa j bile, üç güne itibar edilir.

Adet olan, yolculukla üç günlük mesafede bulunan bir yere-süratli yürüyen bir at Üe iki günde ve hatta daha az bir zamanda varılmış olsa bile, yine namazlar kısaltılırlar. Cevheretü´n - Neyyi-re´de de böyledir.

Misafire farz olan, dört rek´atli namazları ikişer rek´at kıl- ´ maktır. Hidâye´de de böyledir.

Bize göre, namazı kısaltmak farzdır.

Bir kimse eğer seferde dört rek´at kılar ve ikinci rek´atten sonra teşehhüd miktarı oturmuş olursa, —son iki rek´at nafile ol­mak üzere namazı caiz olur. Bu durumda, bu kimse, selamı te´hir ettiği için günahkâr olur.

Şayet, iki rek´at kıldıktan sonra oturmaz ise, namazı batıl olur. (Caiz olmaz.) Hidâye´de de böyledir.

Keza, bir kimse, bu durumda, iik iki rek´atte veya bunların birinde, kıraati terk ettiği zaman, bize göre namazı bozulur. Tatar-hâniyye´de de böyledir.

Kasr (= Dört rek´atli farzları iki rek´at olarak kılmak), bü­tün misafirler (= yolcular) için sabittir. Yolculuk, ister ibadet yol­culuğu olsun, ister kabahat yolculuğu olsunJ bu mes´elede müsavi­dir. Muhıyt´te de böyledir.

Keza, yolculuğun at ile veya yaya yapılması da müsavidir Sünnetlerde kısaltma yoktur.

Bazıları : «Misafir, sünnetleri terk eder.» demişlerdir. Muhtar olan görüş ise : Sünnetlerin korku zamanlarında terkedilebilece&i emniyet ve istikrar zamanlarında ise kılınmalarının uygun olacağı­dır, Vecîzü´l - Kerderi´de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) : Bir yolcu, şehrinden ve şehrinin evlerinden çıktığı zaman namazını kısaltır.» demiştir. Gıyâsiyye´de de : «Beğenilen ve seçilen görüş budur; fetva da buna göredir.» denilmiştir. Tatarhânîyye´de de böyledir.

Bu hususta sahili olan, şu kavildir : Gerçekten, ancak şeh­rin ma´mur olan yerlerini geçip çıkmaya itibar olunur.

Ancak, şehrin etrafında bulunan bir köy veya müteaddit köy­ler şehre bitişini şlerse, bu takdirde, o köylerin geçilmesine İtibar olunur. Şehre bitişmeyen köy ise, bunun hilaf madır. Ve, bu durum­daki köy, geçilmeden de kasr-i salât yapılır. (= namaz kısaltılır.)

Keza, bir kimse, şehrine döndüğü zaman, şehrin ma´mur yerle­rine ge-meden, namazlarını tam kılamaz.

Bir kimse, şehrinden çıkmadıkça, sadece —sefere— niyyet et­mekle misafir olamaz. Fakat, sadece niyyet etmekUe mukîm olur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Seferin başlamasında, kişinin çıktığı tarafın ma´mur yerle­rini geçmesine itibar olunur.

Bir kimse, şehrin, kendisinin çıktığı tarafının ma´mur yerlerini geçmiş olsa fakat bu durumda, şehrin baksa bir tarafının evleri­nin hizasında bulunmakta olsa, yine namazını kısaltarak kılar. Teî>-yîn´de de böyledir.

Bir kimsenin çıktığı tarafta, önceden şehre bitişik iken daha sonra ayrılmış bulunan bir mahalle var ise, bu kimse, mahal­leyi geçene kadar, namazını kisaltamaz. Hulâsa´da da böyledir.

Sefere çıkan bir kimseye, misafire tanınan ruhsatın tanın­ması için, o kimsenin üç günlük yolculuğa kasdetmesi gerekir. Böy­le olmazsa, ;bu ruhsat, kendisine katiyyen tanınmaz. Niyyeii olmadan dünyayı dolaşmış olsa bile, durum yine aynıdır. Niyyet etmeden, yi-

tiğini arayan veya alacağını toplayan kimselerin yo-culuklan da böyledir.

Kasıtta, zamanın galebesi kâfidir. Kişinin zanm, misafir olaca­ğına, yani üç günlük yola gideceğine galebe çalarsa, bu şahıs misa-fir olur. Bu hususta, kişinin kesin bilgi sahibi olması şart kılınma­mıştır. Tebyîn´de de böyledir.

Yolculukta, bir kimsenin niyyet ehli olması da şart kılın­mıştır. Meselâ ; Bir çocuk veya bir hırisıtiyan yola çıksalar; iki gün yol yürürseler; sonra çocuk bulûğa erse; hıristiyan da raüslüman ol­sa, bu durumda, çocuk namazı tamam kılar; müslüman olan kimse ise kısaltır. Zâhidî´de de böyledir.

Bir beldede, on beşgün veya daha fazla ikamete niyyet edil­medikçe, seferin hükmü kaybolmaz. Hidâye´de de böyledir.

Bu hüküm, üç gün yol yürünmüş olduğu zaman geçerlidir. Fakat, üç günlük yol yürümemiş o5an bir kimse, geri dönmeye az~ metse veya ikamete niyyet etse, —kişi sahrada olsa bile— mukîm olur.

1- Yolculuğu terk etmek. Meselâ : Bir kimse, yolculuğu de­vam ettiği halde, ikamete niyyet etmiş olsa bu sahih olmaz.

2 - Yer Selahiyeti, Meselâ : Bir kimse, bir yere yerleşmeden —karada veya denizde veya çölde— ikamete niyyet etse, bu sahih olmaz.

3- Yerin bir olması,

4 - Müddetin bir olması,

5- Kişinin re´yinde hür olması. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Şemsü´l - Eimme Halvâni: «Müslüman askerler, bir yerde kalmaya kasdetseler de yanlarında taşımakta oldukları haymalarını Cçadırlanm), inmiş bulundukları sahraya kursalar ve orada onbeş gün kalmaya azmetseler; yine de bu durumda mükîrn olamazlar. Çünkü : Taşınabildikleri için, o çadırlar, mesken hükmünde değil­dirler. Muhıyt´te de böyledir.

Müteahhirin âlimleri, çadırlarda yaşryan a´rabîler, türk-menler ve göçebeler hakkında; onların niyyetleri sebebi ile mukim olup olamıyacakları konusunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Bu hususta, İmâm Ebû Yûsuf (R.AJ´tan iki rivayet vardır; İkinci rivayette değil de, birinci rivayette : «Onlar mukim olurlar.» demiştir. Fetva da bunun üzerinedir.

Şayet, on beş günden az ikamet etmeye niyyet ederlerse, na­mazlarını noksan kılarlar. (Yâni, mukim sayılmazlar.) Hidâye de de böyledir.

Bir kimse, bir işini görmek için geldiği Mr şehirde, on beş gün kalmaya azmi ve niyyeti oimadan ve İşinin bitmemesi yüzün­den, senelerce kalmış oİsa bile namazlarını kısaltarak kılar. Tehrib´-de de böyledir.

Haccetmek için yola çıkmış bulunan kimseler, Bağdad´a vardıkları zaman ikamete niyyet etmeden, arkadan gelecek kafileyi beklemek ve onlar gelene kadar yola çıkmamak azminde olsalar; . o kafilenin gelip, kendileri ile Bağdat´ta birleşerek yola çıkmaları Üe, kendilerinin buraya gelmeleri arasında da on beş gün veya daha fazla vakit olduğunu da bilseler, bu kimseler namazlarım tam kılar­lar.

Bu kimseler, eğer Mekke ve Mina veya Küfe ve Hıyre gibi her biri kendi başına bir yer olan, iki ayrı yerde onbeş gün kalmaya niyyet etmiş olsalar, bu kimseler mukim sayılmazlar. Ancak, bu iki yerden biri, ıdiğerine bağlı ve orada oturanlara cum´a kılmak vacip ise, bu kimseler, bu durumda mukim sayılırlar.

Bu kimseler, on beş gün ikamete niyyet etseler ve bu müddeti de, —önbeş gündüzü bir köyde, onbes geceyi de diğer köyde olmak üzere— iki ayrı köyde geçirecek olsalar, mukim sayılırlar. Gecele­mek niyyeti ile girilmiş olunan köyde —ikinci köye Önce girilmiş olması sebebi ile mukim olunmaz. Hulâsa´da da böyledir.

Menâsik isimli kitapta : «Ayın başında Mekke´ye giren ve ayın ortasına kadar orada ikamete niyyet etmiş olan hacıların bu niyye­ti, —Arafat´a muhakkak çıkacak olmalarından dolayı sahih olmaz. Çünkü şart tahakkuk etmez.

«Bu mesele, İsâ bin Ebân´ın fıkıhla uğraşıp, bu ilimde derinleş­mesine sebep olmuştur.» denilmiştir.

Aslında îsâ bin Ebân, hadîs ilmi ile iştigal´ediyordu. Fıkıh ilmi­ne geçişini şöyle anlatıyor :

Ben Zil~hicce´nin başında Mekke´ye girdim. Yanımda bir de/ arkadaşım vardı. Bir ay ikamete azmeyledim ve namazımı tamam kılmaya başladım Ebû Hanîfe (R.A.) ´ıûn arkadaşlarından bazdan bana mülâki oldular ve : «Hatâ ettin; çünkü sen Mina ve Arafat1» çıkacaksın.» dediler. Arafat´tan döndüğüm zaman, arkadaşını çıkma hazırlığına başladı. Ben de ona arkadaşlık etmeye azmeyledim ve namazımı kısaltmaya başladım. Yine, Ebû Hanîfe (R.A.)´nin arka­daşı bana : «Hata ettin, çünkü sen Mekke´de mukimsin. Buradan çıkmadığın müddetçe misafir olamazsın.» deldi. Ben de : «Bir mese­lede iki yerde hata ettim.» dedim. Ve İmâm Muhammed (RA.) ´İn meclisine giderek fıkıhla meşgul olmaya başladım. Bu mesele Bah-rü´r - Kâık´ta zikredilmiştir.

Dâr-ı harbte bir şehri kuşatan veya İslâm diyarında eş kıya­ları, isyankârları kuşatmış oîan kimseler, orada on beş gün kalmaya niyyet etseler bile, namazlarını kısaltmazlar. Çünkü durumları, kaç­makla durmak arasında mütereddittir. Bu kimseler, karşı taraftaki kimselerin evlerinde oturuyor olsalar bile, durum yine aynıdır. Ti-muriâşî´de de böyledir.

Bundan dolayı, bilginlerimiz : «Bir tüccar ihtiyaç için bir şehre gitse ve gerekli şeyleri alabilmek için orada on beş gün kal­maya niyyet etse, bu kimse de mukim sayıhnaz. Çünkü, tereddütlü* dür ve niyyetinde karar yoktur. îşi bitip gidecek rru\ yoksa işi bitme-yip orada kalacak mı, belli değildir.

Yukarıda söylenilen şeyler, bir yere gitmek ve yolculuğun ruh-. satında faydalanmak isteyip de, asıl gideceği yere değil de daha uzak bir yere niyyet eden kimsenin sözüne karşı bir hüccettir. Bu kimsenin böyle yapması galattır ve niyyeti boş bir niyyettir. Mi´râ-cü´d - Ddrâye´de de böydedir,

Küffâr memleketine, emniyyet (= güvenlik) içinde giren bir kimse, orada ikamete niyyet eylemiş olsa, bu niyyeti sahih ölür. Hulâsa´da da böyledir.

Bir kimse, küffâr memleketinde müslüman olsa ve kendisi­ne islâmiyet öğretilmiş bulunulsa; bu arada kâfirler onu öldürmek için arasalar, o da üç günlük yol gitmek üzere firar etse, bu durum­da o kimse —muhtelif yerlerde bir ay veya daha fazla kalmış olsa bile misafir olur. Çünkü bu şahıs, kâfirler için muharip olmuş­tur.

Keza, müste´men olan bir kimse 15= dar-ı harbde kendisin» emân verilmiş olan kişi) de gadre uğradığı veya ölmümü istendiği zaman durum yine böyledir. Bu durumda olan bir kimse, bir küffâr şehrinde yaşarken, kendisini yakalayıp öldürmek isteseler, o da bir yere gizlenmiş olsa, namazlarını tamam kılar. Çünkü, bu kimse o memleketten çıkmadan misafir sayılmaz, orada mukimdir.

Keza, küffar şehirlerinden bir toplum, müslüman olsa ve ehl-i küfür de onlara harb açsa, müslüman olan kimseler orada bulunduk­ları müddetçe namazlarını tamam kılarlar. Keza, kâfirler galip gel­seler de, müslümanlan bir günlük mesafedeki bir yere sürseler, müslümanlar yine namazlarını tamam kılarlar. Ancak, bu durumda üç günlük mesafede olan bir yere gitmeyi murad ederlerse, namaz­larını kısaltırlar. Şayet, kendi şehirlerine geri gelirlerse, yine na­mazlarını tamam kılarlar.

Müşrikler, müslümanlan yenseler ve şehirlerinde kalsalar; son­ra müslümanlar oraya geri dönseler ve o şehir müşriklerden boşal-sa; müslümanlar o şehri yurt veya menzil edinseler ve orada bir baskı ve zahmet kalmasa, bu şehir, dârü´l - İslâm olur. Ve, müslü-manlar, orada namazlarını tamam kılarlar.

Ancak, müslümanlar, bu şehri yurt edinmek istemezler ve eğer bir ay kalıp, İslâm diyarına gitmek üzere oradan çıkacaklarsa, bu durumda, bu şehirde namazlarını kısaltarak kılarlar. Muhıyt´te de

böyledir.

Küffâr memleketinde esir olan bir kimse, esaretten kur­tulsa ve bir mağara veya benzeri bir yeri on beş günlük vatan edin-se, bu kimse, orada mukim sayılmaz. Huiâsa´da da böyledir.

Tecnîs´de : «İslâm askerleri, kâfirlerin elinden, bir şehri al­salar, eğer orayı yurt edinirlerse, orada namazlarım tamam kılarlar. Fakat, orayı yurt edinmeyeceklerse, bir ay veya daha fazla orada kalmak isteseler bile, namazlarını misafir olarak kılarlar. Bahrü´r -Râık´ta da böyledir.

Başkasına tabi olan her şahsın, tabi olduğu kimseye itaat etmesi gerekir. O ikamet edince mukim; o sefere çıkınca da misafir olur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Asker, şehirde olan komu´tanımn ikamet niyyeti sebebi ile, sahrada bilemukim olur. Kâfi´de de böyledir.

Aslolan : İkameti, kendi arzusu ile mümkün olan kimsenin, ile mukim olmasıdır. Kendi arzusu ile ikameti mümkün olmayan bir kimse, niyyeti ebebi ile mukim olamaz.

Meselâ : Yolculukta, kocası ile beraber olan bir kadın, efendi­si île beraber olan bir köle, hocası ile beraber olan bir talebe, iş vereni ile beraber olan bir işçi, komutanı ile beraber olan bir asker, İçendi niyyeti ile mukim olamaz. Zâhirü´r-rivâye budur. Muhıyt´te de böyledir.

Kendisine, mehr-i muaccele ödenmiş olsa bile, kadın, koca­sına tabi olur. Fakat, mehr-i muacceli verilmemiş ise, duhulden ön­ce kocasına tabi değildir.

Asker, emiri (= komutanı) tarafından yidirilip içiriliyorsa, ona tabidir. Tebyîn´de de böyledir. Fakat, asker, rızkını kendi maların­dan temin ediyorsa, onun niyyetine itibar olunur. Zahîriyye´de de böyledir.

Borcundan dolayı hapsolunan kimse, eğer fakirse alacaklı­sının niyyetine itibar olunur. Fakat, borcunu ödemesi istenilen kim­se zenginse, borçlunun niyyetine itibar olunur. Fakat, bu kimse, borcunu ödemeye azmetmemiş olursa, o zaman, bu kimse de fakir gibi olur. Muzmarât´ta da böyledir.

«Yolculuk esnasında, iki´ efendisi bulunan kölenin, efendi­lerinden birisi ikamete, diğeri de sefere niyyet etse, köle, ikamet niyyet eden efendisine hizmet ettiği gün, namazını tam kılar; diğe­rine hizmet ettiği gün ise, namazını kısaltır.

Köle, bu durumda, günlük hizmeti müşterek yapıyorsa, aslına itibar ederek, namazını tam kılması münasip olur.» denilmiştir.

Köle, bu durumda, ihtiyaten ve şüpheye mahal kalmaması için, her iki rek*a*t başında oturur. Gıyâsiyye´de de böyledir.

Metbû ( = tabi olan kimse), tabi olduğu kimsenin ikamete niyyet ettiğini bilmezse, bu durumda aslolan, onun mukîm olma­sıdır. «Mukim olmaz» deyinlerde vardır. Esahh olan da budur. Çün­kü, bir şeye, bilmeden önce hükmetmekte, zorluk ve zarar vardır. Bu ise şer´an yasaktır.

Efendisi ile birlikte sefere çıkan bir köîe, efendisine sorar, =o da —niyyetinin ne olduğunu— bildirmezse, köle, namazmı tamam kı­lar.

Eğer bu köle, iki rek´at başında oturmadan bir gün namaz kı­lar, sonra da efendisi ona, yolculuğa çîktığı andan itibaren sefere niyyet etmiş olduğunu haber verirse; asloîan, bu durumda bu köle­nin, o namazları iade etmemesidir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böy­ledir.

Köle, efendisine ve bir cemaate imam olduğu zaman, iki rek´ati kılınca, efendisi ikamete niyyet etse> bu niyyeti, hem kendisi hakkında hem de köfesi hakkında samlı olur. Bu hususta cemaatin durumu ise açıklanmamıştır.

İmâm Mubammed (R.A.) ´e göre, köle, iki rek´at kılar ve selam veımesi için, misafirlerden birim ileri geçirir." Sonra, köle üe efen­disi kalkıp namazlarını tamamlarlar.

Köle, efendisinin niyyetini nasıl bilebilir

Bu konuda bazıları: «Efendi, kölenin hizasına kalkar; önce iki parmağını kaldırıp onlarla işaret yapar; sonra da dört parmağını kaldırıp onlarla işaret yapar.» demişlerdir. Muhiyt´te de böyledir.

Seferi bir imâmın arkasında, seferi olarak namaz kılmaya başlamış olan bir misafir, namaz içinde ikamete niyyet etmiş olsa, bu kimse o namazı yalnız başına tamamlar. Bu kimse, mesbûk bir muktedî olsa bile durum aynıdır.

Bu kimse, lâhık olur ve imâm namazı bitirdikten sonra, niyyet ederse, namazını —dört rek´ate— tamamlamaz. Fakat, imâm nama­zını bitirmeden önce, niyyet etmiş olan kimse, bunun hilâfmadır. (Yani o namazını tamamlayabilir.)

Lâhık, —vaktin içinde— ikamete niyyet ettikten sonra konu­şursa, namazı dört rek´at kılar; vaktin dışında ise iki rek´at kıllar. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

"Bir kimse, seferî olarak namaz kılarken vakit çıkmış olsa ve bu kimse, vakit çıktıktan sonra —namaz içinde— ikamete niyyet etse, bu namaz dört rek´ate çevrilmez. Hulâsa´da da böyledir.

Misafir olan bir kimse, selamdan sonra ve sehiv secdesin­den Önce, —imâma uymaya— niyyet etse, o kimsenin, bu namazla ilgili aiyyeti sahih olmaz. Çünkü, imânı namazdan çıktıktan sonra, o kimse ndyyet etmiş olur. Ve bu kimseden sehiv secdeleri de sakıt olur. Bu, İmâm Ebû Haffiife (R.A.T ve İmâm Efcû Yûsuf (R-AVilın görüşleridir.

Bu kimse, eğer sehiv Isecdeüerine dönerse, ikamete niyyeti sahih ve namazı da dört rek´at olur. Secdesi namazın içinde olmuş olur," Ve bu sebepten dolayı namazı bata! olur.

Bu kimse, eğer sehiv secdesini yaptıktan sonra, ikamete niyyet ederse, bu niyyeti sahih olur. Namazı da dört rek´at olur. Bu durum­da, T-^sehiv için— iki secde yapmış olması ile bir secde yapmış
Bu kimsenin, sehiv secdesinde ikamete niyyet etmesi de sahih olur. Çünkü o, sehvi için secdeye döndüğü vakit, namazın hürmeti geri döner ve o kimse, namaz içinde niyyet etmiş gibi ölür.

Misafir olan kimse, namazını vaktin başında kılmış ve sonra da mukim olmuş bulunsa, namazı değişmez. Fakat, bu kimse, na-mazını kılmamış oîur ve vaktin sonuna kadar ikamete niyyet eder-´ se, namazı tamam kıllar. Şayet, bu durumda, namazın tamamını d ğil de, bir kısmını kılacak kadar vakit kalmış olur ve niyyetini de o zaman yaparsa, namazım iki rek´at kılar. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse, öğe namazını kılar ve vakit çıkmadan da yolcu­luğa çıkarsa; sonra da vaktinde ikindiyi kılar ve güneş batmadan da yolculuktan vaz geçerse; bundan sonra da öğle ve ikindiyi afo-destiz kıldığını hatırlarsa, öğleyi iki, ikindiyi dört rek´at kılar.

Bir kimse, mukim iken, öğle ve ikindiyi kılmış olsa, sonra da yolculuğa çıksa, güneş batmadan önce de bu namazları abdestsû kıldığım hatırlasa; öğleyi dört, ikindiyi ise iki rek´at olarak kılar. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Misafir olan bir imâm, misafirlerden meydana gelen bir cemaate namaz kıldırırken, abdesti bozulsa ve cemaatten birini ye­rine geçirse, bu kimse de ikamete niyyet etse, arkasında bulunan cemaatin, farzlarında bir değişiklik olmaz.

Fakat, -ilk imâm, abdesti bozulmadan veya abdestî bozul­duktan sonra fakat camiden çıkmadan önce ikamete niyyet etse, kendisinin de, cemaatın da farzı dört rek´at olur. Zâhîriyye´de d* böyledir.

Bir misafir, diğer bir misafire uysa ve imâm olan kimsenin abdesti bozulsa, yerine de mukîm bir imâm geçirse, misafir oîan kimsenin namazını dört rek´ate tamamlaması lazım gelmez. Serâh sî´nin Muhıyt´inde de böyledir,

Mukim bir imâma uyan misafir, namazını tamam kılar. Şayet, bu namazı bozulursa, —tek başına— iki rek´at kılar. İmâmın arkasında, nafile kılan seferinin, namazının bozulması halinde, onu dört rek´at kılması gerekir. Tebyîn´de de böyledir.

Misafir olan bir imâmın, cemaate : «Ben misafir imamım, siz namazınızı tamamlayın» demesi müstehap olur. Hidâye´de de böyledir.

Halîfe, misafir olduğu zaman, namazını seferi olarak kılar. Zehıyre´çfe de böyledir.

Cum´a günü, zevalden önce veya sonra yolculuğa çık­mak mekruh değildir. Namaz vakti çıkmadan, şehirden çıkamıyaca-ğuıı bilen bir kimsenin, Cum´ayı kılması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin Cum´ayi kılmadan gitmesi mekruh olur. Serahsî´nin Mu-hiyt´inde de böyledir,

Kadın, mahremsiz olarak, üç günlük veya daha fazla mesa­fedeki bir yolculuğa çıkamaz. Aldı yetmeyen çocuk mahrem olmaz. Deli de mahrem olmaz. Aklî muvazenesi yerinde olan yaşlı kimse mahrem olur. Muhıy´te de böyledir.

Misafir (= yolcu), kendi şehrine girdiği zaman, ikamete niyyet etmese bile, namazlarını tam kılar. Yolcunun kendi şehrine, isteği ile veya bir ihtiyacından dolayı girmiş olması halleride müsa­vidir. Cevheretü´n - Neyyîre´de de böyledir.

Bütün âlimlerin görüşüne göre, vatan üç nev´idir :

1- Vatan-ı Aslî (= Asıl vatan) : Bu, bir kimsenin doğduğu veya evlendiği yerdir.

2- Vatan-i Sefer (= Yolculuk vatanı) : Buna, vatanı ikâme de denir. Seferi bir kimsenin on beş gün veya daha fazla kalmaya

niyyet ettiği yer, demektir.

3- Vatan* Süknâ : Bir kimsenin, içinde on beş günden daha az kalmaya niyyet ettiği yerdir.

Âlimlerimizden, tahkik ehli olanlara göre ise :

Vatan iki nev´i­dir :

1- Vatan-ı Aslî,

2 - Vatan-ı ikâme, Vatan-ı süknâ, vatan iti­bar edilmez. Sahih olan budur. Ktfâye´de de böyledir.

Bir kimse, aile - fertleri ile vatan-ı aslîsinden ayrılıp, ikin­ci bir vatan-ı asli edinirse, birinci vatan-ı asli, vatan-ı aslî olmak-tan çıkar.

Fakat, bir kimse, vatan-ı aslisinden ailesi Üe birlikte ayrılmaz; ancak ikinci bir yerde yeniden aile edinirse; önceki vatan-ı aslisi, vatan-ı asliHkten çıkmadığı gibi, bu şahıs, her iki asli vatanın­da da namazını tamam kılar.

Vatan-ı asli, yolculuk yapmakla veya vatan-ı ikamet üe, va­tan-ı asillikten çıkmaz. Vatan-ı ikame ise, yolculuk yapmakla veya ikinci bir vatan-ı ikame ile, vatan-ı ikame olmaktan çıkar. Vatan-ı ikame, vatan-ı asli ile de, elbette vatan-ı ikame olmaktan çıkar. Tebyîn´de de böyledir. 0 «Ailesi ve eşyası ile birlikte başka yere göçen kimseler için, geride bıraktıkları vatan-ı asli sayılır.» denilmiştir. Buna İmâm Muhammed (R.A.), Kitab´mda işaret etmiştir. Zahidi´de de böyledir.

Vatan-ı asli´nin sabit olması için, bil-icmâ, oraya yapılan yolculuğun eski olması şart değildir, Muhıyt´te de böylödir.

Yolculuğun önce olmasının vatan-ı ikame´nin şartlarından olup olmadığı hususunda da iki rivayet vardır :

1- Vatan-ı ikame, ancak yolculuktan üç gün sonra olur.

2- Sefer tekaddüm etmez; bir kimsenin kendisi ile ailesi ara­sında üç günlük mesafe yoksa, vatan-ı ikame de olmaz. Sirâcü´l -Vehhac´da da böyledir. Bu, Zahiru r - rivâyedir. Bahra´r - Râık ta ve Şerhü´l-Münye´de de böyledir.

Misafir t = yolcu) hırsızlardan veya yol kesicilerden kor-karsa, arkadaşlarını beklememesi ve namazını tehir etmesi de caiz olur. Çünkü, bu durum, kendisi için mazerettir. FetâvâyiJl - Garâib´-de de böyledir. [3]



Gemide Ve Hayvan Üzerinde Kılınan Namazlarla İlgili Hükümler

Hayvan Üzerinde Kılınan Namaz :


Şehir haricinde, hayvan üstünde, nafile bir namazı, —hay­van, hangi tarafa giderse gitsin, kiîmak caizdir. Serahsî´nin Muhıyt´-inde de böyledir.

Bu kimse, bu nafile namazı, hayvanın gittiği yöne doğru kılmazsa, namazı caiz oîmaz, Sarâcül - Vehhâc´da da böyledir.

EbûHanife (R.AJ´ye göre, şehirde, hayvan üzerinde namaz kılmak caiz olmaz. Serahsî´nîn Muhıyt´inde de böyledir,

Şehir haricinde, hayvan üzerinde namaz kılmak hususunda misafir olanlarla, mukim bulunanlar müsavidir. Sahih olan budur.

Meselâ : Bir kimse, yiğitini aramak için şehir haricine çıksa da, hayvanı üzerinde nafile namaz kılsa, bu şahıs misafir olmasa bile, namazı caiz olur. Muhiyt´te de böyledir.

Hayvan üzerinde, namaz imâ ile kılınır. Hulâsa´da da böy­ledir.

Huccet´de : «—Hayvan üzerinde namaz kılan kimse— eğerin veya semerin üzerine oturur. Kıraat ederek, rükû1 ve secdeleri ya­parak, teşehhüdü okuyarak namaz kılar ve selam verir.» denilmiş­tir. Tatarhânİyye´de de böyledir.

Bu kimse, secdelerini rükû´dan daha aşağı —eğilerek— yapar. Yürümekte olan hayvanın üzerinde bulunan bir şeyin üstüne başını koymaksızm imâ üe namazını kılar veya hayvanını durdura­rak kılar. Hulasada da böyledir.

Hayvanın üzerine konulmuş olan bir şeyin üzerine veya eğer üzerine secde etmek caiz olmaz. Bahrü´r - Râıkta da böyledir.

Hangi hayvan olursa olsun, üzerinde namaz kılan kimse, imâ ile kılar. Sirâcü´I - Vehhâc´da da böyledir.

Hayvan üzerinde nafile namaz kılmakta olan kimsenin, na­maza başlarken, kıble istikâmetine dönüp dönmemesi müsavidir. Muhıyt´te de böyüedir.

Hayvan üzerinde namaz kılan kimseler, namazlarını. tek başlarına kılarlar; cemaatle kılacak olsalar, sadece imâm olan şahsın namazı caiz olur; diğerlerinin namazları caiz olmaz.

Şehir haricinde, hayvan üzerinde —nafile— namaz kılan kimse, hayvanını sürebilir mi

Şeyhü´l - İslâm, Şerhü´l - Siyer´inde : «Meselenin tafsilâtı şu­dur : Eğer hayvan kendi basma yürüyorsa, onu sürüp sevketmek doğru olmaz. Fakat, hayvan kendiliğinden yürümüyor da sahibi sü­rüyorsa, onun namazı fasid olur mu Bu kimse eğer yanında bulu­nan kamçı ile vurarak sürüyorsa, namazı fasid olmaz. Çünkü bu, amel-i kalîMir.» demiştir. Zehiyre´de de böyledir.

Bir kimse, şehir dışında hayvan üzerinde namaz kılmaya başlasa da, namaz bitmeden şehre girmiş olsa, âlimlerin çoğuna gö­re, bu kimse, hayvanından iner ve namazını yeride tamamlar. Alınıp kabul edilen görüş budur. Gıyâsiyye´de de böyledir.

Yerde başlanılan bir nafile namazı, bir hayvana binerek ta­mamlamak caiz olmaz.

Fakat, bir hayvan üzerinde başlanılmış olan nafile namazın, ondan inilerek tamamlanması caizdir, Mütûn´da da böyledir.

Aynı hayvan üzerinde bulunan iki kişiden biri, diğerine uy­muş olsa, kıldıkları nafile bir namaz ise, caiz olur. Sirâciyye´de de böyledir.

Bu kimselerin, ikisinin de bir mahmil (= devenin üzerine konulup, içine oturulan sandık veya sepet gibi şeyler) de olması ile mahmilin ayrı ayrı taraflarında bulunması arasında bir fark yoktur. Çünkü, bu durumda, aralarında ikamete mani bir hal yoktur. Ve bu durumda cemaatle namaz kılmaları caizdir. Eğer, başka başka hay­vanların üzerinde bulunurlarsa, o zaman cemaat olmaları caiz ol­maz. Çünkü, iki hayvan arasında yol vardır. Ve bu yol, iktidânm sıh­hatine manidir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Özürsüz olarak, hayvan üzerinde farz namaz kılmak caiz de­ğildir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Keza, vitir namazları, nezredilmiş (= adanmış) namazlar ile cenaze namazları da mazeretsiz olarak,- hayvan üzerinde kılın­mazlar. Mazeretsiz olarak, hayvan üzerinde tilâvet secdesi de yapıl­maz. Aynî´de de böyledir .

Bu namazları, hayvan üzerinde kılmayı meşru kılan maze­retler şunlardır :

Hayvanından inmesi halinde hayatından korkması, Elbisesini veya hayvanını, hırsızın çalmasından korkması, Vahşi hayvanın kendisini yemesinden korkması, Düşmandan korkmak,

Hayvanın serkeş olup, onun, yardımcı olmadan bindirmemesin­den korkmak,

Kişinin, inince geri binmeye gücü yetmiyecek kadar yaşlı olup, bindirecek başka bir kimsenin bulunmaması,

Her tarafın çamur olup, inecek kuru bir yerin bulunmaması, gibi şeylerdir. Muhıyt´te de böyledir.

Yerin çamur olmasındaki ölçü, bu çamurun çok cıvık olup, üzerine düşen şeyi veya basılınca ayağı, içinde kaydedecek şekilde olmasıdır.

Fakat, böyle olmaz da, yer sadece çamurla ıslanmış olursa, bu durumda, hayvan üzerindeki kimse, inerek namazını yerde kılar.

Bir kimse, hayvan üzerinde kıînıış olduğu bir namazı, inme im­kanı bulduğu zaman iade eylemez. Slrâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Ma´zur olan bir kimse; eğer hayvanını durdurma imkanı bulursa, durdurur ve namazım imâ ile kılar. Eğer, bu durumda, hay­vanını durdurmadan kılarsa, namazı caiz olmaz. Muzmarât´ta da böyledir.

Araba üzerinde kılman namaz, eğer arabanın bir tarafı hayvanın üzerinde ise (yâni, hayvan arabada koşulu ise), hayvan yürüsün veya yürümesin— hayvan üzerinde namaz kılma hükmün­dedir. Ki, bu hükümler yukarıda geçmiştir.

Eğer, arabada hayvan koşulu değilse, bu şerir hükmündedir.

Ke/â, mahmilin altına bir odun konularak, mahmil yere konul­muş olsa, yani yerde dursa ve hayvan üzerinde olmasa, bu durum­da, mahmil de yer hükmündedir. Tebyîn´de de böyledir.

Hayvanın üzerinde pislik bulunması, namaza zarar ver­mez. «Pislik eğer üzengide ve eğerde olursa, namaza mani olur» de­nilmiştir. «Üzengilerde olursa namaza mani olmaz.» diyenlerde olmuşsa da, esahh olan bunun asla mani olmamasıdır. Aynî´de de böyledir. [4]



Gemide Kılınan Namaz :


Gemide namaz kılan kimse, gücü yettiği kadar namazını ayakta kılar.

Müstehap olan, güç yetmesi halinde farzları gemiden çıkıp —karada— kılmaktır. (Gemi rıhtımda olduğu zaman.) Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir

Bir kimse, gemi giderken, ayakta kılmaya gücü yettiği hal­de, namazını oturarak kilsa, bu namaz —mekruh olmakla beraber— caiz olur. Bu imâm Ebû Hanîfe Hazretleri´ne göredir. Diğer iki ima­mımıza göre ise, bu namaz caiz olmaz. Şayet, gemi gitmiyor yani demirlemişse, bu durumda oturarak namaz kılmak —bil-iemâ— caiz olmaz. Tezhîb´de de böyledir.

Gemide namaz kılan kimse, şaye£ gemi nehrin kenarında bağlanmış bir şekilde iken, ayakıta durarak namazını kılmış ise, bu namazı caiz olur.

Eğer gemi durmuyor ve ondan çıkmak mümkünse, o geminin içinde namaz kılmak caiz olmaz. Serahsî´nin Muhıyt´inde de boyler­dir.

Denizin ortalarında demirlemiş olan gemi sallanıyorsa, —esahh olan kavle göre, rüzgâr gemiyi şiddetle sallıyorsa— bu du­rumdaki gemi, yürüyen gemi gibidir. Timurtâşî´de de böyledir.

Gemi sallanırken, bir kimse ayakta namaz kusa, eğer başı dönerse, bu kimsemin oturarak namaz kılması caiz olur. Hutâsa´da da böyledir.

Bir kimse, gemide namaz kılmaya başlarken yönünü kıble­ye dönmesi lazımdır. Kâfî´de de böyledir.

Gemide namaz kılan kimse, gemi döndükçe yönünü kıbleye doğru çevirir. Bu kimse, gücü yettiği halde, yönünü kıbleye çevir­mezse, namazı caiz olmaz.

Gemide namaz kılan kimse, rükû´ ve secdelere gücü yettiği hal­de, imâ ile namaz kılarsa, bu namazı caiz olmaz. Âlimlerin ammesi­nin kavli budur. Muzmarât´ta da böyledir.

Bir kimse gemide ikâmete niyet etmekle mukim olmaz.

Keza, geminin sahibi ve gemide çalışan kimseler, ancak ge­mi bir şehre veya köye yakın olursa, o takdirde, aslî ikametleri se­bebi ile mukim olurlar. Muhıytte de böyledir.

Velvâliciyye´de ; «Bir kimse, denizin kenarında ikâmet ha­linde iken namaza başlamış olsa da, rüzgâr onu yürütüp götürse, bu. kimse de sefere niyyet etse, yine namazını mukim gibi kılar.» denil­miştir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ´a göredir. Huccet´de : «Fetva, Ebû Yûsuf (R.A.) ´un kavli üzeredir, ihtiyata uygun olan budur.» de-niümiştir.

Itâbiyye´de : «Bir misafir ( = yolcu) şehrin haricinde gemide namaza başlamış olsa da, gemi şehre girene kadar, devam etse, bu kimse namazını tamam kılar.» denilmiştir. Tatarhânİyye´de de böy­ledir.

Bir gemide bullunan cemaat, diğer bir gemide bulunan imâ­ma ikamet edemezler; Boneleri halinde namazları caiz olmaz. Fa­kat gemiler, yan yana iseler bu durumdaki -iktidalan caiz olur. Hu-lâsa´da da böyledir

Nevâzil´de : «Gemilerin birbirine yakın olmasındaki ölçü : Hiç zahmetsiz, geminin birinden inip, diğerine binilmesi halidir. Bu durumda, iki ayn gemideki cemaatin, bir imâma uyarak namaz kıl­maları caiz olur.» denilmiştir. Tatarhânîyye´de de böyledir.

Nehrin kenarında bulunan bir kimse, nehrin kenarında du­ran geminin imânıma, veya aksi olur, yani gemide bulunanlar, neh­rin kenarındaki imâma, uyarsa, bakılır : Eğer> aralarında yol varsa veya .nehirde insanlar bulunuyorsa, iktida caiz olmaz. Fakat, bunlar bulunmamakta ise, iktida caiz olur.

Bir kimse, rıhtımda durarak, gemideki imâma uyarsa, bu kimseninüctidası caiz olur. Fakat bu şâhıs imâmın ön tarafında bu­lunmakta olursa, iktidası caiz olmaz. Muhiyt´te de böyledir.

Bir kimse, namaz kılmakta iken, gemiyi —bir yere veya bir şeye— bağlarsa, namazını yeniden kılar. Çünkü, yaptığı bu iş, amel-i kesir´dir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir. [5]



16- CUMA NAMAZI


Cum´a namazı, farz-ı ayındır. Tehzîb´de de böyledir. [6]



Cuma Namazının Vücubunun Şartları :


Bir kimseye, cum´a namazının farz olması için şu şartlar vardır :

Hür olmak,

Erkek olmak,

Mukim olmak»

Sıhhatli olmak,

Bu dört şart, Kâfî´de zikredilmiştir.

Yürümeye gücü yetmek. Bu şart, Bahrü´r - Râık´ta zikre­dilmiştir.

Cum´a namazı, köleye, kadınlara, yolculara, hasta olanlara farz değildir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir. .

Cum´a namazı, bil-icmâ sürekli oturan t=: kalkmaya gücü yetmiyen felçli) kimselere de farz değildir. Muhıyl´te de böyledir.

Bu şekilde kötürüm olan bir kimseyi, mescide götürecek. bir kimse bulunsa bile, kendisine cum´a namazı farz değildir. Zâhi-ûî´de de böyledir.

Kör olan kimseye de, cum´a namazı farz değildir. Kör olan kimseyi, elinden tutup camiye götürecek bir kimse olsa bile, bu kim­seye cum´a farz olmaz.

Şiddetli yağmur ve zalim hükümdardan gizlenmek de, bir kimseden cuma´nın farziyetini düşürür. Fethül - Kadîr´de de böy­ledir.

Bir köleyi, efendisi cum´a namazından, cemaatten ve bay­ram namazından men edebilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Mescidin kapısında, efendisinin hayvanını beklemekte olan kölenin durumu hakkında ihtilâf vardır. Esahh olan, o kölenin bu hayvanın muhafazasını temin ettiği zaman, cum´a namazını kılma­sıdır. Aynî´nin Hidâye Şerhin´de de böyledir.

Müste´cirin (= icarlayanın, ücretle adam tutup çalıştıran kimsenin, iş verenin), icarladığı i~ ücretle tuttuğu, çalıştırdığı, iş­çi) kimseyi, cum´a namazını kılmaktan men etmeye hakkı vardır. Bu, İmâm Ebü´l - Hafs´ın kavlidir.

Ebû Ali ed-Dekfcâk ise : «iş verenin, işçiyi cum´a namazını kıl­maktan men etmeye hakkı yoktur. Ancak, ücretle tutulmuş olan kimsenin, namazla uğraşmak ve —mescit uzaksa— gidip gelmek için kaj´bettiği zaman kadar, ücretinden kesebilir. Ücretle çalışan bu kimsenin de, namazla meşgul olduğu zaman karşılığı olan ücreti istemeye hakkı olmaz.» denilmiştir. Muhiyt´te de böyledir. Metinle­rin zahirine göre, Dekkâk´ın kavli daha kuvvetli ve daha doğrudur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Kendisine, cum´a namazı kılmak farz olmayan bir kimse, şayet cum´ayı kilmiş olsa, bu, vakit namazının yerine geçer ve caiz olur. Kenz´de de böyledir. [7]



Cuma´nınt Edasının Şartları :


Bu şartlar, namaz kılan şahsın dışında olan şartlardır:

1- Cuma kılınan yerin şehir olması :

Zahirü´r- rivâyede Şehir : KendisindeMüftî (= fetva veren), kadı (*= hâkim — hüküm veren) bulunup, hadlerin ikame edildiği (= verilen cezaların yerine getirildiği) ve binalarının da Mina bina­ları kadar olduğu yerdir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. Hulâsa´-da ise : İtimat bu kavü üzeredir.» denilmiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Hadleri ikamenin = verilen cezalan infaz etmenin) mana­sı :Bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve seîahiyet bulunmasıdır. Gryâsiyye´de de böyledir.

Cum´a namazı, .şehirde caiz olduğu gibi, finâ-i mısr´da da a: izdir.

Finâ-i mısr : Şehrin mühim işlerini yürütmek için hazırlanmış, şehre bitişik yer, meydan, demektir.

Bir kimsenin, ikamet ettiği oturup durduğu) yer ile şe­hir arasında, ekin tarlaları veya hayvan otlakları gibi aralıklar bulu­nursa, bu durumda olan kimselere, cum´a namazı farz olmaz. Buhâ-ra´da Kal´ denilen mevki böyledir.

Bu gibi yerlerde bulunanlara -^ezan sesini işitmekte olsalar bi­le cum´a namazı farz değildir,

Bftr ok atımı mesafe, bir veya birkaç mil mesafe bir şey değil­dir, Mâfâsa´da da böyledir.

Bu kavli, Fakih Ebû Ca´fer, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf (R.A.) ´tan rivayet etmiştir. Şerosül - Eimme Halvânî´nin ihtiyarı da budur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Cum´a günü şehre gidip, orada kalmaya niyyet eden köy­lülerin de cum´a namazım kılmaları lazımdır. Çünkü, o kimse, o gün şehir halkından birisi gibi olmuştur.

Fakat, bu kimse, o gün şehirden çıkmak niyyetinde olursa, cum´a vaktinden önce de çıksa, sonra da çıksa, o kimsenin cum´a namazı kılması lazım gelmez.

Ancak, bu kimse, buna rağmen cum´a namazım kılarsa, sevap . kazanır, Fetâvâyi Kâdîhân´da, Tecnfe´de ve Muhıyt´te de böyledir.

Üzerlerine cum´a farz olmayan köylüler ve bâdiyeliler, cum´a günü öğle namazını, ezan okuyup, kamet getirerek, cemaatle kılarlar.

Misafir (= yolca) olanlar ise, cum´a günü öğle namazlarını şe­hirde tek tek kılarlar.

Şehirde —mukim— oldukları halde, cum´a namazını kılmamış bulunanlar da, öğle namazlarını tek tek kılarlar.

Hapiste olanlar ve hastalar da, cum´a günü öğle namazım ce­maatle kılamazlar. Şayet kılarlarsa mekruh olur. Fetâvâyi Kâdîhân´­da da böyledir.

Halife veya Hicaz Emîri´nin, hacc mevsiminde, Mina´da cum´a kıldırmaları caiz olur. Ancak, Hacc Emîri´nin burada, cum´a kılması Cai/ olmaz. Hacc Emiri´nin mukîm veya misafir olması da müsavidir. Ancak, Hacc Emîri, cuma hususunda, Irak Emîrindön veya Mekke Emîrinden izin almış bulunuyorsa, bu durumda cum´a kıldırması caiz olur. «Hacc Emiri mukim ise caiz olur.» diyenler ol­duğu gibi «Misafir ise —asla— caiz olmaz.» diyenler de olmuştur. Sahih olan ise, önceki görüştür. Bedâî´de de böyledir.

Hacc mevsiminin dışında ise bu caiz olmaz._ Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Arafat´ta cum´a namazı kılınmaz.´Bu hususta ittifak vardır. Kâ-ff.de de böyledir.

Bir şehirde, bir çok yerde cum´a namazı kılınabilir. Bu, İmâm-ı A´zam (R.AJ ve İmâm Muhammed (R.A.) ´in kavlidir. Bu ka­vil, esahhtır. İmâm Serahsî: «Gerçekten sahih olan kavli budur.» de­miştir. İmâm-ı A´zam (R.A.)´m yolu da budur. Bizim ihtiyarımız da budur. Balırü´r - Râık´ta da böyledir.

Cum´a günü, şiddetli yağmur yağması halinde, insanlar, cum´aya gidip gitmeme hususunda, bir genişlik ve serbestlik için­dedirler.

Her hangi bir yerde, cuma´nm caiz olup olmadığı hususunda bir tjereddüt meydana gelirse, (bulunulan yerin şehir olup olmadığı hakkında veya başka bir durumda) mukim olan, cum´a ehlinin, cum´a namazından sonra, öğle namazı niyyeti ile dört rek´at namaz kılmaları münasip olur. Bir kimse, böyle yapmakla, —eğer cum´a yerini bulmamış olursa—, kesin olarak vaktin farzı uhtesinden düş­müş olur. Kâfî´de de, Muhıyt´te de böyledir.

Kılınan bu dört rek´at namaza nasıl niyyet edileceği, husu­sunda görüş aynîığı vardır. «Bu namazı kılan kimse, üzerinde olan son öğle namazı kılan, kimse, üzerinde olan son öğle namazı niyyeti ile kılar.» denilmiştir. En güzeli budur. îhtiya´ta uygun olan ise : «Niyyet ettim, vaktine erişip de —henüz— kılmadığım son öğle na­mazına» demektir. Gımye´de de böyledir,

Fetâvâyi Âhu´da : «Cum´a namazından sonra kılınan dört rek´atıte, bizim memleketimizde uygun olan, dört rek´atin hepsinde de Fatiha ve zamm-ı sûre okumaktır, denilmiştir. Tatarhâniyye´de

2- Cum´amn edasının şartlarından bM de sultandır.

Cum´a namazını, ister âdil olsun, ister zâlim bulunsun, hü­kümdar f — veUyyü´1-emr) küdırır. Nisâb´dan naklen Tatarhânlyye´-de de böyledir.

Cum´a namazını, veliyyü´l-emr´in emrettiği, em´r, kadı veya hatipler de kıldırabilir. Aynî´nin Hidâye Şerhi´rade de böyledir.

Sultanın veya vekilinin emri ve izni olmadan, cum´ayı kıl­dırmak caiz olmaz. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Cum´a günü, bir kimsenin, imâm hazır iken, ondan izin al­madan hutbe okuması caiz olmaz. Ancak, imâm izin verirse, o kim­senin hutbe okuması caiz olur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Emir hasta olursa, emniyet işleri ile görevli kimsenin, on­dan izin almadan cum´a namazını kıldırması caiz olmaz; bu izni al­mışsa caiz olur. Câmhı´l - Cevânû´den naklen Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir beldeye kadı olarak tayin edilmiş bulunan kölenin, cum´a namazı kıldırması caizdir. Hulâsa´da da böyledir.

İdaresi altındaki insanları, emirler gibi idare etmekte olan ve huyca da emirlere benziyen ve devlet başkanından berat alma­mış .bulunan bir mütegalibenin arkasında, cum´a namazı kılmak caiz olmaz.

Bir kadın devlet başkanı olduğu zaman, onun emri ile cum´a namazı kıldırmak caiz olur. Fakat, kendisi cum´a namazı k.ıl-dıramaz. FethU´l - Kadîr´de de böyledir.

Zamanımızda [8] tam yetkisi bulunmayan, buna izinli ol­dukları, beratlarında veya ahidlerinde yazılı olmayan valiler ve em­niyet amirleri, cum´a namazını kıldıramazlar. Ancak, bu izne sahip oldukları zaman küdırabilirler. Giyâsiyye´de de böyledir.

Bir şehrin valisi Ölürse, cenaze namazını yakîni kıldırır. Fakat, cenaze namazını emniyet amiri veya kadı kıldınrsa, bu da caiz olur. Şayet, bunlardan hiç biri orada hazır bulunmazsa, insan­ların seçtiği birisinin bu cenaze namazını kıldırması da caizdir. Sirâciyye´de de böyledir.

Cuma kıldırmaya izni bulunan bir imâm olmadığı zaman, cemaatin üzerinde görüş birliği ettiği bir kimsenin imâm olup, cuma namazını kıldırması sahih olur. Tehzîb´de de böyledir.

Bir devlet başkanı vefat ettiği zaman, onun tâyin etmiş olduğu valilerin ve müslüman´arın işlerini yürüten — âmirlerin, azledilmedilderi müddetçe, cum´a namazı kıldırmaları caizdir. Se-rahsl nin Muhıyt´inde de böyledir.

Emrin, hutbe okumak için yerdiği izin, cum´a kıldırmak için de geçerli bir izindir. Cum´ayı kıldırmak için verdiği izin ise, hutbe okumak için de geçerlidir. Hatta, emîr bir kimseye: «Hutbe oku, fakat namazı kıldırma.» demiş olsa bile, bu emirle, yine de na­maz kıldırması caiz olur. Zahidi´de de böyledir.

Bir çocuk veya bir nasrânî (=hıristiyan), bir şehre vali tayin edilmiş olsa, daha sonra da, çocuk bulûğa erişse veya hıristi-yan müslüman olsa, yeniden izin almayınca, cum´a kıldiramazlar. Ancak, devlet başkanı onlara: «Büüûğa erince veya müslüman olun­ca hutbe okuyun.» demişse, bunlar cum´a kıldırabilirîer. Tehzib´de de böyledir.

Bir hükümdar, yolculuğa çıktığı zaman, köylerde insanları toplayıp, cum´a namazı kıldıramaz. Fakat, hükümdar kendi şehirle­rinden bir şehre varırsa,— misafir olduğu halde — kıldırdığı Cum´a namazı caiz olur. Çünkü, kendisinin emri ile, başka birinin cum´a kıldırması caiz olunca, kendisinin kıldırması —_elbette — daha evlâ olur.

Bir şehrin imâmı, başka bir şehre tayin edilse, o şehrin in­sanları bu imânını kendilerine düşman olması sebebi ile veya buna benzer bir halden dolayı şehirden kaçsalar; sonra da geri toplan­mak isteseler, bu durumda onlar, imâmı tayın etme yetkisinde olan idareciden (devlet başkanından) izin almadıkça toplanmazlar. Faldh Ebû Ca´fer: «Bu hüküm, o imâmın, insanlar herhangi bir — meşru´ — sebeple men ettiği ve o yerin şehiiüikten çıkmasını uygun görüp, istediği zaman — geçerli — olur. Fakat, imâm, inadından dolayı veya o insanlara zarar vermek maksadı ile men ediyorsa, bu durumda o insanlar, toplanırlar ve bir imâmın arkasında cum´a na­mazlarını da kılarlar. Zahiriyye´de de böyledir.

Azledilen bir imâm, azil yazısı gelene kadar veya önüne ikinci bâr emirin geçmesine kadar, cemaate cum´a namazı kıldıra-bilir.

Azil yazısı geldikten veya yerine diğer bir emirin geldiğini bil­dikten sonra, cum´a namazı kıldırmış olsa, bu namaz batıl olur. Fe-tâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Cum´a imâmı namaza başladıktan sonra, yeni bir vali gel­miş olsa, bu imâm devam edip namazını tamamlar. Hıuâsa´da da böyledir.

Küffârm idaresi altında bulunan bir memlekette, rhüslü-manlarm cum´a namazı kılmaları caizdir.

Buradaki müsîümanlarm rızası ile, bir hakim de hüküm vere bilir.

Fakat, böyle bir beldede yaşayan müslüman] arın, kendilerine, müslüman bir vali aramaları lazımdır. Mi´râcü´d - Dirâ´ye´de de böyledir.

3- Cum´anın edasının şartlarından: birisi de öğle vaktinin girmiş olmasıdır :

İmâm-ı Azam (RA.)´a göre, cum´a namazı.kılınırken, teşeh­hüt miktarı oturacak kadar bir vakit geçtikten sonra, öğlenin vakti çıkmış olsa, cum´a namazı fesada gider.

Bu durumda, iki namazın arasında bulunan ayrılık ve farklılık­tan dolayı da, cunı´anm üzerine, öğle namazı bina edilemez. Teb-yîn´de de böyledir.

İmâma uyan bir kimse, cum´a namazında uyuduğu zaman, vakit çıkacak olsa, bu muktedî´nin cum´ası fesada gider. Fakat, vakit çıkmadan, imâmın namazı bitmiş olsa ve muktedî bu sırada uyan-sa, cum´a namazını tamamlar. Muhıyt´teıde böyledir.

4- Cum´aınn edasının şartlarından birisi de namazdan önce hutbe okumaktır.

0 Cum´a namazı hutbesiz kılınsa veya vakit girmeden Önce, hutbe okunmuş olsa, caiz olmaz. Kâfî´de de böyledir.

Hutbenin farzları ve sünne-Çleri vardır.

Hutbenin ilki fara vardır :

1- Vakit.

2- Afllahû Teâlâyı zikretmek. [9]



Vakit :


Hutbenin vakti, zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hutbe­nin, zevalden Önce ve namazdan sonra okunması caiz olmaz, Aynî´-de de böyledir. [10]



Allahu Teâla´yı Zikretmek :


Hutbede hamd (= Allahu Teâlâ´ya hamdetmek, «elhamdü lillah» demek) veya ,tehlîll (= Milâhe illallah demek) veya teşbih (== sübhânallah demek) kifayet eder. Mütûn´da da böyledir.

Bunların kifayet ötmesi, hutbe kastı ile söylenmeleri- halin­dedir. Fakat, bir hatip, aksiran bir kimse için : «elhamdülillah» de­se veya mücib-i hayret bir şey için : «sübhanalîah» veya «lâilâhe il-tallah» demiş olsa, bunlarm hutbe yerine geçmiyeceği hususunda iema´ vardır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bir hatibin, yalnız başına hutbe okuması veya —sadece— kadınlara karşı huflbe okuması caiz olmaz. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Hutbe, bir veya iki kişiye karşı okunur; namaz da, üç İdşi ile kılmırsa, bu durum caiz olur. Hulâsada da böyledir.

Uyuyanlara veya sağırlara karşı okunan hutbe caiz olur. Ay-nl´de de böyledir. [11]



Hutbenin Sünnetleri


Hutbenin on beş sünneti vardır :

1- Temizlik.

Cünüp ve abdestsiz olan kimselerin hutbe okumaları mekruh­tur.

2- Ayakta durmak.

Fakat, bir kimsenin oturarak veya yan yatarak hutbe okuması da caiz olur. Fetâvâyi Kadîhân´da da böyledir.

3- Hatibin, yönünü cemaate çevirmesi,

4- Hatibin, hutbeden önce: «Euzü billahi mine´ş - şeytânİ´n»-cim» demişi.

5- Hatibin, hutbesini cemaate duyurması,

6- Hatibin hutbeye, Allahu Teâlâ´ya hamd-ü sena ile başlama­sı,

7 - Allahu Teâlâ´ya, sânına lâyık bir şekilde övgüde bulun­mak,

8- Şehadet kelimelerini okumak,

9- Peygamber (S.A.V.) Efendimize, salat-ü selâm getirmek.

10- Cemaate öğüt ve nasihatta bulunmak.

11 Bir miktar Kur´an okumak.

Hutbede Kur´an okumayı terk etmek, kötülüktür. Hutbede oku­nacak Kur´ân´m miktarı ise, ya kısa üç âyet veya uzun: bir âyettir. ´

12- Hamd-ü senayı ve salât-ü selâmı, ikinci hutbede, tekrar okumak.

13- Müslümanlara, bolca duâ etmek.

14- Her iki hutbeyi de hafif (kısa) okumak. Hutbe, uzunca bir sûre okuyacak miktar ve müddette olmalıdır. Hutbeyi uzatmak mekruhtur.

15- İki huitbe arasında drurmak.

Zâhirii´r - rivâyede, iki hutbe arasında üç âyet okuyacak miktarda okumak sünnettir. Sirâcü´l - Vehhâe´da da böyledir.

Şemsü´l - Eimme Serahsi : «İki hutbe arasında oturma mik­tarı, her uzvun yerli yerine oturup, karar bulması ve yerleşmesi ha­lidir.» demiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Muhtar olan kavil, Şemsül - Eimme Serahsî´nin kavlidir. İki hutbe arasında oturmayı terk etmek kötülüktür. Esahh olan bu­dur. Gunye´de de böyledir.

Hutbe´den önce oturmak sünnettir. Aynî´de de böyledir.

Hatipde aranılan şart, cum´a namazını kıldırmaya ehil ol­masıdır. Zâhidi´de de böyledir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimize iktidâen, hatibin minber üzerinde bulunması da sünnettir.

Hatibin, hutbe okurken sesini yükseltmesi ve birinci hutbe­yi, ikinciden daha açık ve yüksek sesle okuması müstehabtır. Bah rü´r - Râık´ta da böyledir.

Münasip olan, ikinci hutbeye: «el-hamdü lillahi nahmedühû veneste´inüh» diyerek başlamak ve Hülefâ-i Râşldin´i ve diğer saha­beleri anmak ve «Allah cümlesinden razı olsun» demektir. Güzel olan budur ve Tecnîs´de de böyledir.

Hatibin hutbe esnasında hutbe harici bir sözle konuş­ması mekruhtur. Ancak, emr-i bil-ma´ruf maksadı ile konuşması müstesnadır; bu mekruh olmaz. Fethü´l - Kadîr´de de böyledir.

Cum´a namazını hatibten başka bir şahsın kıldırması mü­nasip olmaz. Hutbeden sonra, imâmın abdesti bozulmuş oüsa, eğer halife var ise, yerine birini geçirmesi caiz olur; aksi takdirde caiz olmaz. Fakat, imâmın abdesti, namaza başladıktan sonra bozulmuş olursa, dilediği gibi yapar. Tehzib´de de böyledir,

İmâm hutbeye çıktığı zaman, namaz kılınmaz vç konuşul-

maz.

İmâmeyn´in kavillerine göre, imâm minbere çıktığı zaman ve hutbeye başlamadan önce, namaz kılmakta bir beis yoktur. Ayrıca, imâm hutbeyi bitirip, de namazla meşgul olmaya başlamadan ön­ce namaz kılmakta da bir beis yoktur. Kâfi´de de böyledir.

Bu esnada, insanların konuşmaları, teşbih okumaları, ak-

sırıp ,da «el-hamdü lillah» diyene «yerhamü kal lalı» demeleri, selam almaları mekruh olur. Sirâcüİ - Vehhâc´da da böyledir.

Fakat, bu sırada fıkıh öğrenmekte, fıkıh kitablarına bak­makta ve onları yazmak da, bizim âlimlerimizin bazılarına göre bir beis yoktur. Fakat, bunları dili ile söylemedikleri zamandır. Bunları ancak´eliyle, başiyle veya gözü ile işaret edebilir. Bir kimsenin fena bir iş yaptığını görünce, onu eli ile nehyetmesi veya başı ile işaret edip, durumu haber vermesi gibi... Sahih olan kavle göre, bunda bir beis yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

Hutbe okunurken, Peygamber (S.A.V.) EfendimÜze selâvat getirmek mekruhtur. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Hutbeyi dinleme hususunda, imâmdan uzak olanlar da imâma yakın olanlar gibidirler ve her ikisi de susarlar. Muhtar olan görüş budur. Cevâhirül - Ahi ât i1 de de böyledir. Ehvat olan da bu­dur. Tebylr´de de böyledir

«Hutbe esnasında Kur´ân okunabilir.» diyenler de ol­muştur; fakat sahih olan susmaktır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Namazda haram olan şeyler, hutbede de haramdır. Meselâ: îmâm hutbe okurken yemek, içmek uygun değildir. Hulâsa´da da böyledir.

Erkekler için müstehab olan, yüzünü hutbe okuyana çe­virmektir. Bu hüküm, imâmın önünde onlar içindir. îmânım sağ ve solunda bulunan kimseler de, imâma yakın olurlarsa, hutbeyi din­lemeye hazır olmak için, imâma doğru dönerler. Hulâsa´da da böy­ledir.

Âlimlerimizin âmmesi, cemaatın hutbeyi, baştan sona ka­dar dinlemesinin uygun olacağını söylemişlerdir.

İmâma yakın olmak, uzak olmaktan daha efdaldir. Bilginleri­mizin sahih kavli budur. Muhıyt´te de böyledir.

Bir kimsenin, imâma yaklaşmak için, insanların omuzların­dan atlayarak ileri geçmesi mekruhtur.

Fakih Ebû Ca´fer, âlimlerimizden şöyle nakletmiştir: İmâm huttbe okumaya başlamışsa, ona yaklaşmak için insanların omuzla­rından atlayarak gitmek mekruhtur.

Ancak, imâm hutbeye başlamamışsa, böyle yapmak mekruh ol­maz. Çünkü: Sonradan geleceklere yer genişletmek için ve imâma yakın olmanın faziletinden dolayı, daha öncekilerin varmadığı boş yerlere gitmekte bir beis yoktur.

İmâm hutbeye başladığı zaman, camiye gelen kimsenin, boş oiari bir yere hemen oturması gerekir. Çünkü, bu durumda, o kimsenin yürümesi ve ileri gitmeye çalışması, hutbe okunurken bir iş, bir amel yapması demektir. Fetâvâyi Kâdiban´da da böyledir.

Fakat, bir soru sormak için, omuzlardan atlayarak, ileri gitmek, her hal-Ü kârda, bil-i´cmâ" mekruhtur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Mescidde, birden bir şey isteyecek olan kimsenin, insan­ların Önünden yürüyerek geçmeden ve omuzlarından atlamadan ve kimseyi sıkıntıya düşürmeden, istenilmesi gerek şeyi istemesinde bir 5eis yoktur. Ve bu şeyin verilmesinde de bir beis yoktur. Ancak, durum böyle değilse, mesçid içinde bir şey vermek hela! olmaz. Ve-cîzül Kerderi de de böyledir.

Hutfbe okanurken hazır bulunan bir kimse, isterse diz çö­ker isterse bağdaş kurar veya nasıl kolayına geliyor öyle oturur. Çünkü hutbe, hakikate amel yönünden namaz değildir. Muzmarât´ta da böyledir.

Fakat, müstehab olan, hutbe esnasında namazda otu­rulduğu gibi oturmaktır. Ml´râcü´d - Dİraye´de de böyledir.

Nafile namaz kılmakta olan kimse, hutbe okunmaya baş­lanınca, bu namazı iki, rek´atte keser. Eğer ilk rek´atte bulunuyorsa, secdeye varmadan namazını keser. Gunye´de de böyledir.

Bir kimse, cuma namazını kılarken, üzerinde sabah nama´ zının kaldığım hatırlasa, eğer cum´anın zayi olacağından korkmaz ise, cum´a namazını keser ve sabah namazını kılmaya başlar. Bu durumda, vaktin dar olması sebebi ile tertip düşer. Fakat, vakit zayi olacaksa, cum´a namazını tamamlar.

Ancak, vaktin değil de, cum´anın zayi olacağından korkarsa, Ebû Hanife IRA.) ile Ebû Yûsuf (R.A.)´a göre, sabah namazım kıl­maya başlar. İmâm Muhammet! (R.A.) ´e göre ise, cum´ayı ttamam- • lar. Mâ´râcü´d - 0irâye´de de böyledir.

Bir yay´a veya bir bastona dayanarak hutbe okumak mek­ruhtur. Hulâsa´d a da böyledir,

Kılıçla fethedilen her belde de, hatip hutbe okurken, kıhn-ca dayanır. Tehâvi Şerhi´nde de böyledir.

5 - Cumanın edasının şartlarından birisi de cemaattir.

Cemaatin en az miktarı, imâmdan başka üç kişidir. Teb-yîn´de de böyledir.

Bu cemaatin hutbe esnasında hazır bulunmaları şart değil­dir. Fethü´l - Kadir de ide böyledir.

îmâm, tek bir k&şiye kaşı hutbe okusa ve sonra da cemaat gelse ve cum´ayı kılsalar, bu caiz olur: Serasi´nih Mutoyt´inde de böyledir.

Bu cemaatin, imamlık için elverişli olması da şarttn-. Yani bunların çocuk ve kadın olmaları gerekir. Sadece kadın ve çocuklar­la kılınan cum´a sahih ollmaz. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyte-dir.

Cemaatin köleler, hastalar ve misafirlerle tamamlanması ile cum´a tamam olur. Ümmi ve ahraslarla tamamlanması halinde de durum böyledir. Serahsi´nin Muhıyt´tnde de böyledir.

İmâm, cum´a için tekbir, alsa fakat cemaat, imama uyup cum´ayı kılmaya başlamazsa, Asıl´da zikrolunduğuna göre, imâm rükû´dan başını kaldırmadan önce, cemaat kendisine uyarsa, cum´a sahih olur; uymazlarsa, namazı yeniden kılmak gerekir. Bunun ak­sine bir kavil yoktur. Gıyâsîye´de de böyledir.

Cemaat, imamla birldlkte tekbir alır, sonra ondan ayrılıp mescidden çıkar ve daha sonra da geri gelip, imâm başını rükûdan kaldırmadan önce, tekrar tekbir alırsa, cum´a namazı sahih olur. Serahsi´nin Muhıyt´inde de böyledir.

İmâm tekbir alırken, yanında bulunan vcabdestli olan ce­maat, kendisi ile birlikte tekbir almasalar, sonra da abdestleri bo-zulsa; bundan sonra başka bir cemaat gelse ve öncekiler çıkıp gitse, cum´a namazı istihsânen caiz olur.

Bu durumda, eğer öncekiler tekbir almış olsalar ve sonra da başkaları gelmiş olsaydı, onla-r tekbirlerini yenilerlerdi- Fetâvâyi Kâdihân´da da böyledir.

Eğer cemat, iftüıat tekbirinden sonra fakat secdeden ön­ce namazdan ayrılmış olursa, İmâm-ı A´zam´a (R.A.) göre, cuma sa­hih olmaz; diğer iki imamımıza göre ise, sahih olur. Thnurtaşî´de de böyledir.

Bu cemaat, rek´aıi secde ile kayıtladıktan sonra ayrılmış olursa, imamlarımızın üçüne göre de cum´a caiz olur. Muzmarat ta da böyledir.

6- Cum´anm edasının şartlarından birisi de izn-i ânıdır.

0 İzn-i ânı ; Umumî izin; cum´a kılınacak yerin herkese açık olması, Cum´a kılanan caminin kapısının açık olması; insanların oraya girmesi için umûmî izin bulunması ve bu camide ezan okun­ması, demektir.

Cemaat, camiye toplanmış ve caminin kapılarını üzerlerine ka­patarak cum´a namazı kılmış olsalar, bu cum´a caiz olmaz.

Keza, hükümdar,. hizmetkârlarını toplayıp evinde (sarayında) cuma kılmak istese; eğer evin kapısını açar ve herkesin girmesine izin verirse, —cemaat gelsin, gelmesin— bu cum´a caiz olur. Fakat, hükümdar evin kapısını açmaz ve kapıya bir kapıcı oturtursa, onla­rın cum´aları caiz olmaz. Muhiyt´te de böyledir.

Misafirin, kölenin ve hastanm, imâm olup cum´a namazını kıldırmaları caiz olur. Kudurî´de de böyledir.

Öğle namazını, özürsüz olarak cum´adan önce kılmak mek­ruhtur. Kenz´de de böyledir

Hastanm, misafirin ve hapis olan kimsenin, öğle namazını, imâm cum´ayı kılana kadar te´hir etmeleri müstehaptir; te´hir et­mezlerse mekruh olur. Kerdeii´nin Vecîz´inde de böyledir.

Bir kimse, öğle namazını kılar, sonra da gidip cum´a na­mazına yetişirse, —misafir, hasta veya kölb olmak gibi— bir özrü olsun veya olmasın, daha önce kılmış olduğu Öğle namazı batıl olur. Fakat, imâma yetişemez veya evinden, imâm cum´ayı bitirdikten sonra çıkmışsa, kıldığı öğle namazı, bil-icmâ bâtıl olmaz.

Bu kimse, imâm namazda iken evinden çıkar fakat imâmın cum´a kıldırdığı yere varana kadar, imâm namazım bitirmiş olursa; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, bu kimsenin kılmış bulunduğu öğ­le namazı bâtıl olur. Diğer iki imamımıza göre ise, bâtıl olmaz.

Fakat, bu kimse, evindencum´a kılmayı murad etmeden çıkmış, olursa, namazı bil-icmâ* batıl olmaz. Kâfî´de de böyledir.

Bu kimse, eğer imâma yetişmeye gayret gösterir fakat, an­cak imâmın cum´ayı bitirmesinden hemen sonra, ona kavuşursa, yine namazı batıl oJmaz. Tebyîn´de de böyledir.

Öğle namazını evinde kılmış olan bir kimse, sonra da; imâ­ma yönciip gitse, imâm da namazı henüz kılmamış olsa, ancak bu şahıs, mesafenin uzaklığından dolayı imâma uyabileceğini ümid et­mese, Belh´li âlimlere göre, bu kimsenin namazı batıl olur. Sahih olan budur.

Fakat, bu kimse, bir özründen dolayı veya özürsüz olarak, imâ­ma yöneldiği halde, onunla namaz kılmazsa, namazının bâtıl olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Fakat, bu hususta sahih olan ka­vi!, namazın batıl olmamasıdır.

Bu kimse imâma yöneldiği zaman, orada insanlar olsa fakat bu insanlar, imâm namazı.tamamlamadan çıkmış bulunsalar; bu du­rumda da görüş ayrılığı vardır. Sahih olan, bu durumda, bu kimse­nin öğle namazının batıl olmasıdır. Kifâye´de de böyledir.

İmâma yetişmek için sa´yde (gayrette, sür´at göstermede), o kimsenin evinden ayrılmasına itibar edilir. Muhtar alan kavle gö­re, bu kimse, evinden ayrılmadan imâm namazı bitirmişse, bu şah­sın knmış bulunduğu Öğle namazı batıl olmaz. Fethü´l - Kadîr´de de böyledir.

Bu kimse, öğle namazım kıldıktan sonra mescidde otursa, bil-ittifak, imâmla beraber namaza başlayana kadar namazı bâtıl olmaz. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Hasta olan bir kimse, evinde öğle namazını kıldıktan son­ra, kendisinde bir hafiflik bulup mescide gitse ve cum´ayı kıîsa, ön­ce kılmış bulunduğu Öğle namazı nafileye döner. Nihâye´de de böy ledir.

Cum´aya, teşehhüdde veya sehiv secdesinden yetişmiş olan kimse, İmâmı A-´zam (R.A.) ile İmâm Yûsuf (R.A.)´a göre, cum´asını tamam lar.

Bir şehirde Özürsüz olarak —cum´a günü— öğle namazı kılmak mekruhtur.

Özürlü kimselerin de, cum´a günü öğle vaktinde, —ister imâ­mın namazından önce olsun, ister sonra olsun— cemaatle namaz kılmaları mekruhtur.

Cum´a kılmaya mani bir hâl olduğu zamanlarda da, cemaatle öğle namazı kılmak mekruhtur. Fakat, köylüler, kerâhetsiz olarak, ezanla ve kametle, —cum´a günü— öğle namazını cemaatle kılabilir­ler. Kâdihân ve diğerleri böyle zikretmişlerdir. Şerhü Muhtasaru´I -Vlkâyc´de de böyledir.

Cum´a günü, ilk ezan okunduğu zaman, alış verişi terk et­mek ve camiye yönelip gitmek icabeder.

Tahâvî : «—îlk ezan okununca— camiye gitmek vaciptir. Minber ezanı vaktinde de alış veriş mekruhtur.» demiştir.

Hasan bun Ziyâd ise : «Muteber olan, minarede okunan ezan­dır;» demiştir. Esahh olan, zevalden önce okunan ezanların hiç biri­ne itibar olunmayacağıdır. Burada mu´teber olan da, zevalden son­ra okunan ilk ezandır. Bu ezan, ister minareden okunsun, isterse içeriden okunsun, müsavidir. Kâfî´de de böyledir.

Bize ve f akihlerin ammesine göre, mescide giderken, sür´at-li yürümek ve koşmak vacip değildir. Bunun, müstehap olup olma-" dığmda da görüş ayrılığı vardır. Esahh olan ise, camiye sakinlik ve vakar üzi*e yürüyüp gitmektir. Gunye´de de böyledir.

Hatip minbere oturduğu zaman, önünde ezan okunur. Hut­be tamam olunca da kamet getirilir. Adet böyle cereyan edegelmiş-tir. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Cum´a namazı iki rek´attir. Her iki rek´atinde de Fâtihâ ve sûre açıktan okunur. Serahsî´nin Muhıyf ilnide de böyledir.

Bir kimse, cum´a namazında tekbir aldığı halde, izdi­hamdan dolayı secde etmeye gücü yetmezse, bu şahıs, insanlar kal­kana kadar bekler; şaye.t, bir aralık boş yer bulursa secde eder. Bu durumda, bir başka şahsın sırtına secde etmek de caizdir. Ancak, secde edilebilecek boş yer var iken, başkasının sırtına secde etmek caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdihân´da da böyledir.

Kalabalık ve izdiham fazla olur ve secde edilecek yer bu­lunmazsa; bu durumda secde etmeye gücü yetmeyen kimse, imâm selam verene kadar durun Bu durumda bu kimse Iâhik ölür. Na­mazını okuınaksızin tamamlar. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Cum´a günü, cum´a namazını kılarken abdesti bozulan, kimse, —namazının kalan kısmını— kaza ederken serbesttir; dilerse gizli okur. Bu durumdaki şahıs, sabah namazının farzını münferi­den (— yalnız başına) kılan şahıs gibidir. Hulâsa´da da böyledir.

Cum´a namazına hazırlanan kimsenin, güzel koku sürün­mesi, varsa en güzel elbisesini gitmesi müstehaptır.

Cum´a günü, beyaz elbise giymek ve ön safta oturmak da müs-tehaptir. Mi´râcü´d - Dîrâye´de de böyledir. [12]



17- BAYRAM NAMAZLARI


Esahh olan kavle göre, bayram namazları vaciptir, Serahr sî´nin Muhiyt´inde de böyledir.

Ramazan bayramında, erkeklerin gusletmeleri, misvak kuV-lanmaîarı ve güzel elbise giymeleri müstehabtır. Gunye´de de böyle­dir.

Bu elbise taze olabileceği gibi, temizce yıkanmış bir elbise de olabilir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Keza, gümüş yüzük takınmak, güzel koku sürünmek, erken­den uyanıp kalkmak, saıdaka-i fıtri sabah namazından Önce vermek, mahalle mescidine yaya olarak gitmek ve dönüşte başka yoldan gel­mek müstehaptır. Gunye´de de böyledir.

Cum´aya ve bayram namazlarına —gücü yeten kimsenin-— binekle gitmesinde de bir sakınca yoktur. Bununla beraber yürüye­rek gitmek daha efdaidır, Zahîriyye´de de böyledir. .

Ramazan bayramında, namazgaha çıkmadan önce; üç, beş, yedi veya daha çok veya daha az hurma yemek müstehabtır. Hurma­sı bulunmayan kimse, tatlı olan şeylerden dilediğini yiyebilir. Kenz´-de de böyledir.

Bayram namazından önce, hiç-bir şey yememek de günah değildir. Fakat, bir kimse, bayram namazından sonra, akşama kadar hiç bir şey yemezse mes´ul olur ve cezalanır.

Kurban bayramı da Ramazan bayramı gibidir. Ancak, Kurban bayramında, bayram namazı kılmana kadar, bir şey yemek terk edi­lir. Gunye´de de böyledir.

Kübrâ´da : «Kurban bayramında, namazdan önce, bir şey yemenin mekruh olup olmadığı hakkında iki rivayet vardır. Aslında, bu mekruh değildir. Ancak, bir şey yememek müstehaptır.» denil­miştir. TatarHâniyye´de de böyledir.

Bir kimsenin, Kurban bayramında, ilk yediği şeyin kurban eti olması müstehabtır. Bu. Allah´ın bir ziyafetidir. Hidâyc Şerhi´ Ayni´de de böyledir.

Mescit ne kadar geniş olursa olsun, namazgaha çıkmak sün­nettir. Âlimlerin ekserisinin görüşü budur. Sahih olan da bu görüş­tür. Muzmarât´ta da böyledir.

Bayram namazım iki ayrı yerde kılmak caizdir. İmâm Mu-hamiTicd (R.A.) ´e göre ise, bayram namazlarının üç yerde kılınması da caizdir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) göre ise, bu caiz değildir. Mu-hiyt´te de böyledir.

Bayramlarda, namazgaha minber çıkarmak, bazı âlimlere göre mekruhtur; bazılarına göre ise mekruh değildir. Fetâvâyi Kâdî-hân´da da böyledir.

Sahih olan ise, namazgaha minber koymanın, mekruh ol­mamasıdır. Garâib´de de böyledir.

Namazgaha, sakin bir edâ ile, vakarla ve yürüyerek gitmek ve gözleri bakılması uygun olmayan şeylerden çevirmek münasip olur.

Kurban bayramında, yolda giderken, mescide veya namaz­gaha varıncaya kadar, açıktan tekbir almak güzeldir. Muhtar olan kavil de budur.

Ramazan bayramında ise, tekbirler açıktan alınmaz. Muhtar olan ve kabuü edilen görüş de budur. Giyâslye´de de böyledir.

Müstehap olan da, bu tekbirlerin gizli olmasıdır. Cevhere-tü´n - Neyyire´de de böyledir.

Kendisine, cum´a namazını kılmak, farz olan herkese, bay­ram namazlarını kılmak vaciptir. Hidâye´de de böyledir.

Hutbe hariç olmak üzere, cum ada şart olanlar,, bayram na­mazlarında da şarttır. Hutbe, bayram namazlarında farz değil, sün­nettir.

Hutbe okunmasa bile, bayram namazları caiz olur. Hutbenin, bayram namazlarında, namazdan önce okunması da caizdir. Fakat, bu mekruh olur. Serhsî´nin Muhıyl´inde de böyledir.

Bayram hutbesi/ namazdan önce okunmuş ise, namazdan. sonra tekrar iade edilmez. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bayram hutbesi, namazdan önce okunmuş ise, namazdan sonra tekrar iade edilmez. Fetâvâyi Kâdihânda da böyledir.

Bayram namazından eve dönünce, dört rek´at namaz kıl­mak müstehaptır. Zâd´da da böyledir.

Sabah namazım, bayram namazından önce kaza etmekte bir beis yoktur. Bir kimsenin, sabah namazım kılmamış olması, bay­ram namazının caiz olmasına mani olmaz.

Keza, bir kimsenin, kazaya kalmış olan bir namazını, bayram namazlarından önce kaza etmesi de caizdir. Ancak, bu namazı, bay­ram namazından sonra kılması daha uygun ve daha güzel olur. Ta-tarhâniyye´de de böyliedir.

Bayram namazlarının vakti, güneşin tam beyazlaşmasın­dan itibaren, zeval vaktine kadardır. Sirâeiyye´de de böyledir.

Kurban bayramını, erken saatlerde; ramazan bayramım ise, biraz tehirli kılmak efdaldir. Hulâsa´da da böyledir.

İmâm, bayram namazım iki rek´at kıldırır, imâm önce If-titâh tekbirüra alır. Sonra, sübhaneke*yi okur. Sonra üç defa tekbir alır. Sonra aşikar olarak Fâtîhâ ve Sûreyi okur. Sonra da, rükû a varmak için tekbir alir.

İkinci rek´ate kalkınca : Fâtdnâ ve sûre okuduktan sonra, üç defa tekbir alır. Dördüncü teldbirle de rükû´a varır.

Böylece, fazla tekbir sayısı altı olmuş olur. Bunlardan üçü bi­rinci rek´atte, üçü de ikinci rek´atîedir. Bayram namazlarında, üç de asîî tekbir vardır. Bunlardan biri iflitâh tekbiri, ikisi de rükû´ tek­birleridir. Bu durumda, iki rek´atte dokuz tekbir alınmış olmaktadır. Bu, İbn-i Mes´ûd (R.A.)´un rivayetidir. Âlimlerimizin alıp kabul et­tiği de budur. Tebyîn´de de böyledir.

Âlimlerimiz tde bununla fetva vermişlerdir. Giyâsiye´de de böyledir.

Ziyâdetekbirler arasında, eller bağlanmaz, salıverilir. Zahîriyye´de de böyledir.

İmâm, bayram namazından sonra iki hutbe okur. îki hut­be arasında, az bir miktar oturur. Bize göre, yeni çıktığı zaman, İmâm minberde oturmaz, Hidâye´de de böyledir.

İmâm, Ramazan bayramında hutbeyi, tekbir, teşbih, tehlil tahmid ve Peygamfber (5-A.V.) Efendimize salat-u selâm getirerek okur. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Hutbenin başında tekbir almak, ikinci hutbede ise yedi defa tekbir almak müstehaptır. Zâhidî´de de böyledir.

İmâm, Ramazan bayramı hutbesinde, cemaate fıtır sadaka­sını ve fil ir sadakasının : a) Kime vacip olduğu, b) Kime vermenin vacip olduğu, cî Ne zaman vacip olduğu, d) Ne kadar vacip olduğu ve, e) Neden vacip olduğu gibi beş hükmünden bahseder. Cevhere-tü´n - Neyyire´de de böyledir.

Kurban bayramında ise, hatip, tekbir alır ve teşbih okur. Sonra da insanlara nasihatta bulunur. Kurban nasıl kesilir Kurban nedir Nahr nedir Bunlar ve bunların hükümlerini anlatıp, öğretir. Tatarhânivye´de de böyledir,

İmâm, Kurban bayramı hutbesinde teşrik tekbirlerini de anlatıp öğretir. Zâd´da da böyledir.

İmâm hutbede tekbir aldığı zaman, cemaatte bunu bera­ber söyler.

İmâm, Peygamber (S.A.VJ Efendimiz´e salat-ü selam getirince, cemaat bunu, emre imtisal, ve susmanın sünnet olmasından dolayı, içinden okur. Zahirü´r- rivâyede, cemaat, tekbirleri de içinden okur. Çünkü «bunlarda susmak vaciptir.» denilmiştir.

Burada «susmak sünnettir.» denildiği gibi; «vaciptir.» ve «farz­dır» da denilmiştir. Bu üç kavilden meşhur olan ise, «hutbe oku­nurken susmanın vacip olması» dır. Huccet´ten naklen Tatarhâniy-ye´de de böyledir.

Göremedikleri bir imâma uymuş olan kimseler de, bayram tekbirlerinde ellerini kaldırırlar. Çünkü bu, muhalefetin en azıdır ve mütâbaattan hali olmamaktır. Giyâsiye´de de böyledir.

İmânı Muhammed (R.AJ, Cami1 isimli eserinde : «İmâmla birlikte bayram namazına başlayan ve İbn-i Mes´ud (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği tekbirleri bilen bir kimse, imâmın, bunlardan başka tekbir aldığını görürse, o imâma uyar. Fakat, imâm, fukahâ´-dan hiç kimsenin almadığı tekbirleri alırsa, bu kimse ona uymaz.» demiştir. Muhıyt´te de böyledir.

Bu hüküm, imâma yakın bulunup, onun aldığı tekbirleri işi­ten kimseler içindir.

Fakat, bir kimse, imâmdan uzakta bulunur ve tekbirleri biz­zat imâmdan değil de, tekbir getiren diğer kimselerden işitirse duyduklarının hepsini —sahabenin söylediğinden fazla bile-olsa söyler. Çünkü, bu tekbir getirenlerin galatları caizdir. Şayet, bir kimse, bu tekbirlerden birini terk ederse, ve terkettıği o tekbiri de imâm getirmiş olursa, bu caiz olur. Bedâi´de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), «Kebîr» isimli kitabında ; «İmâmla birlikte birinci rek´ate başlamış olan bir kimse, imâm, İbn-i Abbâs (R.A.)´m altı tekbirini almış olsa, imam kıraate baş­ladıktan sonra namaza girmiş, olan bu kimse İbn-i Mes´ud (R-A.)´un tekbirlerini biliyorsa birinci rek´atte kendi görüşüne uy­gun olan tekbirleri alır-. İkinci rek´atte ise imâmm görüşüne uyar.» demiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

İmâma, bayram namazlarının rükû´unda yetişen kimse ayakta iken tekbirini alır. Eğer, hem —ziyâde— tekbirleri almaya hem de rükû´a yetişmeye imkan varsa, bu tekbirleri de ayakta alır; bu mümkün değilse, rükû´a varır ve orada ellerini kafcurmaksızm tekbirlerle meşgul olur. Bu kavil lmânı-i -A´zam (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.)´in kavlidir. Sirâciil - Vehhâc´da da böyledir.

Bu durumda rükû´da tekbir getirenler, elieririi kaldırmaz­lar. Kâfi´de de böyledir.

İmâm, muktedî tekbirlerini tamamlamadan, rükû´dan ba­şını kaldırırsa, muktedî imâma tabi olarak başını kaldırır ve kalan tekbirleri de düşer. Sirâcü´I-Vehhâc´da da böyledir.

Eğer muktedî, imâma kavmede yetişirse, orada tekbirleri getirmez. Çünkü, o kimse, birinci rek´alî kaza ederken, orada bu tekbirleri de kaza eder. Bu kimse lâhık ise, tekbirlerini imâmın görü­şüne göre alır, Uyuyup uyanan bir kimse ise, tekbirleri imâm gibi alır. Çünkü, o kimse, mesbûkun aksine, imâmın arkasında gibidir. x Kâfî´de de böyledir.

İmâma, bayram namazının son oturuşunda, teşehhüdden sonra ve selamdan önce veya —ilk—selamdan sonra yetişen kimse ayağa kalkar ve namazını kaza eder. Âlimlerimiz : »Bu kavil imâm Ebû Hanife (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)´un kavlidir.» demiş­lerdir. Fakat, İmâm Muhammed (R.A.)´e göre, bu kimse, —cuma namazında olduğu gibi bayram namazına da yetişmiş oımaz. Bazı Mimler : «Bu kavil hilafsızdır ve sahihtir.» demişlerdir. Zahîriyye´-de de böyledir.

Enfâ´da : «Bayram namazlarının ikinci rek´atierinin tekbir­leri, vacip olan tekbirlerdendir. Çünkü bu, bayram namazı tekbir-lerindendir. Ve bayram namazı tekbirleri de vaciptir.» denilmiştir. Nâfî´de de bunun gibidir.

Keza, bu tekbirlerin lafızlarına riayet etmek de. vaciptir. İftitâh tekbirinde olduğu gibi... Hatta bir kimse, bayram namazla­rında Allahû Ekber yerine Allahû A zam veya Allahû Eceli demiş ol­sa, sehiv secdesi yapması gerekir.

Bayram namazının tekbirlerini unutmuş olan imâm, kıraate bu­lunmuşsa, artık bundan sonra veya rükû´da başmı kaldırmadan, bu tekbirleri alır. TatarhânÜyye´de de böyledir.

Ramazan bayramı namazı, ayın görülmemesi, imâmın zeval­den sonra hazır olması veya zevalden önce imâmın hazır olmasına rağmen, cemaatin gelmemesi, bulutlu bir günde kılman bayram na­mazının zevalden sonra kılındığının açığa çıkması gibi bir özürle, ilk gün edâ edilememişse, bir sonraki günden, daha sonraya tehir edile­mez.

îmâm, bayram namazını cemaate kıldırmış olsa ve cemaatten bir kısmı bu namSzı zayi etmiş olsalar, bunlar, vakit çıkmış olsa da olmasa da, onu kaza edemezler. Tebyîn´de de böyledir.

Kurban bayramı namazı, ilk gün, kılmaya mani bir özür bulunduğu zaman, imâm ve cemaat tarafından ikinci veya "üçün­cü günde de kthnabilir. Bundan sonra kılamazlar. Cevheretü´n - Ney-yire´de de böyledir.

Buradaki özür, kerahatı nefydir (mekruhluğu ortadan kal­dırmaktır.) Yoksa, Kurban bayramı namazı Özürsüz olarak üçüncü güne, bırakılmış olsa, namaz yine caiz olur. Fakat, bu kötü bir iş olur.

Ramazan bayramı namazını, özürsüz olarak, ikinci güne tehir etmek caiz değildir. Tebyîn´de de böyledir.

Bayramın ikinci gününde de, bayram namazının vakti, ay­nen birinci gündeki vakti gibidir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir imâm, Ramazan bayramını namazını cemaate küdırsa zevalden önce de, bu namazı abdestsiz olduğu halde kıldırdığını an lasa, namazı yeniden kıldırır. Bu durumu zevalden sonra anlamış olsa, bayram namazını bir gün sonra kıldırır. İkinci günde de, du­rumu zeval vakti çıkana kadar anlamamış olsa* bundan sonra bu namazı yeniden kıldırmaz.

Bu durum. Kurban bayramı namazında meydana gelmiş ve ze­valden sonra da anlaşılmış olsa, cemaat de kurbanlarını kesmiş bu­lunsalar, bunların kesmiş oldukları kurbanlar caiz olur. îmâm ve cemaat bir gün sonrayı beklerler ve bayram namazını kılarlar.

Keza, durum ikinci gün anlaşılmış olsa, imâmla cemaat bay­ram namazlarını, ikinci gün kılarlar. Bu gün de çıktıktan sonra, du-: rum anlaşılmış olsa, bayram, namazlarını üçüncü gün zevalden önce kılarlar. Üçüncü günden sonra anlaşılırsa, artık bayram namazını kılmazlar.

tmâm, bu durumu, bayramın birinci günü, zevalden önce an­lamış olursa, cemaati namaza çağırır. İmâmın durumu anlamasın­dan önce, kurban kesmiş olanların kurbanları caiz olur. İmâmın du­rumu bilmesinden sonra fakat yeniden bayram namazım kıldır­masından Önce, kurban kesmiş olanların kurbanları ise, —güneş zeval noktasına varıncaya kadar— caiz olmaz. Fetâvâyi Kadîhâıi´da da böyledir.

Bayram namazı ile cenaze namazı, bir araya gelmiş olsa önce bayram namazı, sonra da cenaze namazı kılınır; daha sonra ise hutbe okunur. Gunye´de de böyledir.

Arefe günü, insanların Arafat´taki vakfelerine benzemek için, bazı kimselerin bir yere .toplanıp durmaları hiç bir şey döğü-dir. Tebyîn´ıde de böyledir. [13]



Teşrik Günlerinde Alınan Tekbirler


Teşrik tekbirlerinin

1- Sıfatı,

2- Adedi ve mahiyeti,

3- Şartlan,

4- Vakti,

hakkında söylenmiş bulunan kelâm vardır ; [14]



Teşrik Tekbirlerinin Sıfatı


Gerçekten, teşrik tekbirleri vaciptir. [15]



Teşrik Tekbirlerinin Adedi Ve Mahiyeti :


Teşrik tekbirinin lafzı şudur :

«Allahü Ekber, Allahü Ekber, Lâ ilahe illallahü vallâhü Ekber, Allahü Ekber ve lÜIahil-hamd.»

Meali : «Alllah en büyük. Allah en büyük. Allah´tan başka ilâh yok. Allah en büyük. Allah en büyük. Ve hamd Allah´a mahsustur.» Teşrik tekbiri bir defa söylenir. [16]



Teşrik Tekbirlerinin Şartları :


a) Bu tekbirleri söylemek,

b) Teşrik tekbirlerinin söylendiği yerin şehir olması,

e) Teşrik tekbirlerinin, farz namazların arkasında söylenme­si... Bunlar, Teşrik tekbirlerinin şartlandır.

Teşrik tekbirlerini cemaatle hep birden söylemek inüste-haptıf.

İmâm-i A´zam (R A.)´a göre, teşrik tekbirlerini söylemek için, hür olmak ve saltanat şart değildir. Sahili olan da budur. Mi´râcü´d -Dlr&ye´de de böyledir. [17]



Teşrik Tekbirlerinin Vakti :


Teşrik tekbirlerinin vaktinin başlangıcı, arefe gününün sa­bah namazının sonrasıdır. Sonu ise, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) ´e göre, teşrik .günlerinin sonuncusunun ikindi namazının sonudur. Tebyîn´de de böyledir.

Bu hususta, fetfya ve tatbikat (amel) bütün şehirlerde ve bütün zamanlarda, bu iki imamımızın kavillerine göredir. Zâhidî´de de böyledir.

Münasip olan, teşrik tekbirini selamın hemen arkasından, söylemektir. Meselâ : Bir kimse selamdan sonra konuşmuş olsa ve­ya abdesti bozulsa, bu kimsenin üzerinden teşrik tekbirleri düşer. Tehzîb´de de böyledir.

Teşrik tekbirleri, vitir ve beyram namazlarının arkasından söylenmezler. «Bayram namazından sonra söylenmez.» kavli, Mtic-tebâ´dari naklen Bahir´de zikredilmiştir Belh´Bfer ise, bayram na­mazının arkasından teşrik tekbirini söylüyorlar. Çünkü o tekbir­ler, cemaatle söyleniyor; bayram namazları da, —cum´a namazları gibi— cemaatle kılmıyor.

Teşrik günlerinde, bir namazı unutan bir kimse, bu namazı aynı senenin teşrik günlerinde kaza etse, teşrik tekbirlerini de söy­ler.

Teşrik günlerinden önce kılamadığı bir namazı, teşrik gün­lerinde kaza eden kimse ise, teşrik tekbirlerini getirmez.:

Keza, bir kimse, teşrik günlerinde geçirmiş bulunduğu bir na­mazı, teşrik günlerinin halicinde veya bir sonraki senenin teşrik günlerinin içinde kaza edecek olsa, yine teşrik tekbirlerini söylemez,

Kadınlar ve misafirler, teşrik günlerinde bir imâma uymuş olsalar, bu sebeple teşrik tekbirleri onlara da vacip olur. Kadınlar, teşrik tekbirlerini gizlice söylerler.

Keza, mesbuk olan bir kimseye de, kazaya kalan rek´atlerini ta­mamladıktan sonra, teşrik tekbirlerini söylemek vacip olur.

Bir imâm, teşrik tekbirlerini terk edecek olsa, muktedî bundan söyler ve imâma bakar; eğer imâm bir şey yapacak olursa, tekbiri keser. Çünkü, bu tekbir de, binayı kesen şeylerdendir. Mes­citten çıkmak, kasden konuşmak ve abdesti bozmak gibi... Tebyîn´-de de böyledir.

İmâm, namazdan sonra ve tekbirden önce abdestini bozdu­ğu zaman, esahh olan bu tekbiri getirir. Abdest almak için çıkmaz. Hufitâsa´da da böyledir. [18]



18- KÜSÛF NAMAZI


Küsûf Namazı Güneş tutulduğu zaman kılman namaz) sünnettir. Zehıyre´de de böyledir.

Küsûf namazının cemaatle kılınacağı hususunda görüş bir­liği vardır.

Küsüf namazının nasıl kılınacağı hususunda ise ihtilaf vardır Bizim âlimlerimiz : «Küsûf namazı iki rek´attir. fler iki rek´atinde de, diğer namazlarda olduğu gibi bir rükû´ iki secde vardır. Küsûf namazını kılan kimse, bu namazda dilediğini okuyabilir.» demişler­dir. Muhıyt´te de böyledir.

Küsûf namazının her iki rek´atinde de, kıraati uzunca oku­mak efdaldir. Kâfî´de de böyledir.

Küsûf namazında sonra, güneş tamamen açılana kadar dua etmek de efdaldir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da.böyledir.

Kıraati uzatıp, duayı kısa yapmak veya duayı uzatıp, nama­zı kısa kılmak da caizdir. Bunlardan biri uzatılırsa, diğeri kısa tu­tulur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böylbdir.

tt Küsûf namazını, cemaatle, ancak cum´a namazını kıldıran imânı kıldırabilir; başkası kıldıranıaz.

Şemsü´l - Binime Halvânî : «Cum´a ve bayram namazını kıldı­ran imâm bulunmaz ise, bu durumda cemaat, tek tek, mescitlerinde bu namazı kılarlar. Ancak, cum´a ve bayram namazlarını kıldıran büyük bir imâm bulunur ve bu kimselere izin verip emrederse, bu durumda bu kimseler, kendi mescitlerinde ve kendi İmamları ile birlikte bu namazı cemaatle kılabilirler.» demiştir.

Küsûf namazında, İmâm Ebû Hanîfe´nin (R.A) kavline göre, açıktan okunmaz. Muhıyt´te de böyledir. Sahih olan da O´nun kav­lidir. Muzmarât´ta da böyledir.

Bizim görüşümüze (mezhebimize) göre, Küsûf namazında hutbe yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

Namazgahlarda ve camilerde küsûf namazı kılınabilir. Baş­ka bir yerde kılınması da caizdir. Fakat, efdal olan birinci kavildir.

Bu namazı, insanlar evlerinde teker teker kılmış olsalar, bu da caiz olur. Bir araya toplanıp, namaz kılmaksızm dua etmeleri de caizdir. Hızânetü´l - Müftîn´dc de böyledir.

Küsûf namazında, imâm dua için minbere çıkmaz. Tatar-hâniyye´de de böyledir.

İmâm, bu duada muhayyerdir. Dilerse oturur; yönünü kıb­leye çevirir ve böyle dua eder; dilerse ayağa kalkıp yönünü kıbleye döner ve böyle dua eder; dilerse de, yönünü cemaate dönerek dua eder

Cemaat ise, imâmın ettiği duaya «âmin» der.

Şemsü´l - Eimme Halvânî : «... Bu güzeldir. Fakat, imâm kalkıp, bastonuna veya yayını dayanarak dua ederse, önceki gibi, bu da gU-zel oîur.» demiştir. Muhıyt´te de böyledir.

Küsûf namazı, güneş açılana kadar kıhnmamışsa, güneş açıldıktan sonra kılınmaz.

Şayet güneşin bir kısmı açılmışsa, namaza başlanır. Eğer, bulut veya başka bir hâl, güneşi gizlerse namaza devam edilir.

Güneş, tutulmuş olduğu halde batarsa, dua bırakılır ve akşam namazı ile iştigal edilir.

Küsûf namazı ile cenaze namazı bir araya gdirse, önce cenaze namazı kılınır.

Şayet güneş, namaz kılmanın mekruh olduğu bir vakitte tutu­lursa, küsûf namazı kılınmaz. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir. [19]



Husuf Namazı :


Husuf (= ay tutulması) namazı da, iki rek´at olarak kılınır. Serahsî´nin Muhryt´inde de böyledir.

Keza, korkular şiddetlendiği; çok kuvvetli rüzgar estîiği; şiddetüi kar ve yağmur yağdığı; güneşin kızarıp, gecenin çok karan­lık olduğu; yaygın bir hastalık zuhur ettiği; zelzele olduğu; yıldıran­ların düşmeye başladığı; yıldızların söndüğü ve düşman korkusunun arttığrzamanlar da da iki rek´at namaz kılınır. Tebyîn´de de böyle­dir.

Bedâi´de : «Bu namazları, herkes kendi evinde kılar.» denil­miştir. [20]



19- İSTİSKA ( = YAĞMUR DUASI)


İmâmı Azam Ebû Hanîfe (R.A.) : «İsüskâ´da (=yağmur duasında) cemaatle kılınacak, sünnet bir namaz yoktur.» demiştir. Hidâye´de de böyledir.

İstiska´da hutbe okumak da yoktur. İstiska, ancak dua ve istiğfardır. Fakat, istiska´da namaz kılmakta da bir beis yoktur. Ze-hıyre´de de böyledir.

İmâmı A´zam Ebû Hanife (R.A.)´ye göre, istiska namazın­da, cübbeyi ters çevirmek de yoktur. Tebyîn´de de böyledir.

Ebû Yûsuf ve İmâm Muhanuned (R.A.) : «îstiska´da, ce­maat, imâmla birlikte çıkar ve iki rek´at namazı imam, cemaatlf beraber, açıktan okumak suretiyle kılar.» denıişüerdir. Muzmarât´ ta da böyledir.

Bu namazda, birinci rek´atte «Sebbihisme Rabbt kel - a´Iâ» sûresini, ikinci rek´atte de «Hel etâke hadlsü´l - ğâsiyeh» suresini okumak daha fedaidir. Aynî´de de böyledir.

îstiska namazından sonra, ayakta olarak iki hutbe okunur. Hatip yönünü cemaate çevirir. Yerde durur; minbere çıkmaz.

Hatip, iki hutbe arasında biraz oturur. Fakat, hatip dilerse, tek bir hutbe de okuyabilir. Cenâb-ı Hakka dua eder; teşbihte bulunur ve mü´min erkekler mü´min kadınlar için istiğfarda bulunur. lîâ-tip- yayına dayanır; hutbe okumak için ileri geçince, cubbesini ters çevirir. Bu, İmâm Muhanuned (R.A.) ´in kavlidir, fetva da bu kavle göredir. Muzmarât´ta da böyledir.

Imâm´ın, cubbesini ters çevirmesinin şekli : Eğer, imâmın üzerinde ridâ varsa ve bu ridâ dört köşeli ise, imâm bunun altını üstüne, üstünü altına çevirir. Eğer ridâ, nıüdevver t = yuvarlak) ise, imâm, bunun sağını soluna, solunu sağma çevirir. Fakat, bu durumda cemaat, ridâlarım çevirmezler. Muhıyt´te, Kâfî´de, Sirâcü´l Vehhâc´da ve Tuhfe´de de böyledir.

İmâm hutbeyi bitirince, arkasını cemaate ve yönünü kıbleye dö­ner. Hutbe´de de, duada da, imâm, ayakta olarak; cemaat de otur­dukları yerde dua ve istiğfarda bulunurlar. Tekrar istiğfar ve tev-be ederler.

Dua esnasında, ellerini semaya doğru kaldırırlar. Güzel olan bu­dur. Fakat, ellerini bu duada semaya doğru kaldırmasalar da olur. Şahadet parmaklan ile işaret etmek ve böylece cemaatin ellerini kaldırmış olmaları da güzeldir. Çünkü, duada, sünnet olan, elleri aç­maktır. İMuzmarât´ta da böyeldir.

İstiskâ hutbesi okunurken, cemaat susar ve hutbeyi din- * ler. Muhıyt´te de böyledir.

îstiska´da, imâmın cemaatle birlikte, üst üate üç gün dua­ya çıkmaları müstehaptır. Zâd´da da böyledir.

Ekseriyet, bu «üç gün üst üste çıkma» yi nakletmemiştir.

İmâm, istiska duası için, minbere çıkmaz.

Yağmur duasına çıkan cemaat,.yaya olarak ve eski elbisalerini giyerek çıkarlar. Veya yıkanmış elbiselerini veya yamalı elbiselerini giyerler. Bunları, Aziz ve Celil olan AUahû Teâlâ´ya karşı tevazu´, huşu ve tezellül maksadı ile yaparlar. Yağmur duasına, boyunları büyük bir vaziyette çıkarlar. Ve, yağmur duasına çıkmadan önce, sadaka dağıtılır. Zahîriyye´de de böyledir.

Tecrîd´de : «Cemaat, yağmur duasına çıkmayacak olursa, imâm, onlara, çıkmalarım emreder. Cemaatın, yağmur duasına, imâmdan izin almadan çıkmaları da caizdir.

Zimmîler, müslümanÜarla birlikte, yağmur duasına çıkamazlar. 0 Şayet,, zimmîler kendi başlarına, klişelerinde veya havra­ların da yağmur duası yaparlar veya bu maksatla sahraya çıkarlarsa, bun mani olunmaz. Aynî´de de böyledir.

Yağmur duası, ancak derelerin bulunmadığı, nehirlerin ol­madığı, kuyuların yok olduğu yerlerde yapılır. Bunlar bulunur fakat ihtiyaca kafi gelmezse, yine yağmur duasına çıkılabilir.

Fakat, dereleri, nehirleri ve kuyuları bulunup, bunların ihtiyaca kafi geldiği yerlerde, yağmur duasına çıkılmaz. Çünkü, yağmur du­ası, ancak şiddetli ihtiyaç ve zaruret zamanlarında yapılır. Muhıyt´te de böyledir. [21]



20- KORKU NAMAZI


Şüphesiz ki, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz zamanında, korku namazı meşru´ idi. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammet! (R.A.)´e göre, korku namazının meşruiyeti, Pey­gamber (S.A.V.) Efendimiz´den sonra da bakidir. Sahih olan da bu­dur. Zâd´da da böyledir.

Korku ziyadeleştiği zaman, komutan cemaati ikiye böler. Bir kısmını düşmana karşı gönderir; bir kısmını da arkasına alarak, namazı kıldırır. Kudûrî´de de böyledir.

Korkunun şiddetlenmesi : Hep birlikte namaz kılmak iste­dikleri ve namazla iştigal ettikleri zaman, düşmanın durumu görüp, birden hücum etmesinden korkulması halidir. Cevheretü´n - Neyyi-re´de de böyledir.

Bir topluluk, bir karartı görür ve onu düşman zannederek korku namazı kılarsa, sonra da bu zamları doğru çıkarsa, namazları caiz olur. Fakat, zanlannın aksisi çıkarsa, namazları caiz olmaz.

Ancak, birinci taife nöbetten döndükten sonra ve henüz diğerleri namaz kılmakla iken ve gelenler safları geçmedn durum açıklık ka­zanmış olursa, namaz kılmakta oLanîar, namazlarını bina ederler. Müstahsen olan budur. Fethüİ - Kadîr´de de böyledir.

Bu hükümlerin tamamı, cemaat hakkındadır. İmâma gelin­ce, onun namazı her halinde caizdir. Çünkü, onun namazım ifsad edecek bir şey bulunmamaktadır. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir. [22]



Korku Namazı Nasıl Kılınır :


Eğer, imâm ve cemaat seferi olur ve cemaat de imâmın ar­kasında namaz kılmak hususunda münazaa etmezlerse, imâm, onla­rı iki kısma böler. Bunlardan bir kısmına, düşmana karşı çıkmala­rını emreder. Diğer kısımla da, namazı tam olarak kılar.

Sonra, düşman karşısında bulunanlardan birine, imâm olması­nı emreder; o şahıs imâm olur ve diğerleri ona uyarak namazlarını ^marnlarlar.

Eğer, cemaat «biz seninle namaz kılacağız» diye münazaa eder­lerse, yine, imâm cemaati ikiye böler;, bir kısmını düşman karşısına gönderir ve kalan kısmı ile bir rek´af namaz kılar. Sonra, o bölük düşman karşısına gider; diğerleri gelerek imâma uyarlar. Bunlar gelene kadar, imâm oturup onları bekler. Ve onlarla da bir rek´at kılar. Teşehhüdü .okur ve selam verir. Arkasında bulunanlar ise, se­lam vermezler. Ve kalkıp düşmana karşı giderler. Sonra ilk gidenler gelirler, namazı kıldıkları yerde kıraatte bulunmadan bir rek´at daha kılarlar ve oturup teşehhüdü okuyarak selam verirler. Sonra da kal­kıp düşmana karşı giderler Daha sonra, ikinci taife namazgaha gelir ve okumadan ikinci rek´ati kaza ederler.

Eğer, hem imâm hem de cemaat, mukîm ve namazda dört rek´- atli bir namazda, bu iki grubtan biri, düşmana karşı gider; imâm da diğer grubla namaza başlar. Bu cemaat, imâmla birlikte iki rek´at namaz kılar ve teşehhüdü okurlar. Sonra bu grub düşmanın karşı­sına gider; düşmanın karşısındaki diğer topluluk gelir. İmâm, otu­rup, onların gelmesini bekler. Bu gelen cemaatle de iki rek´at namaz kılar. Sonra oturur, teşehhüdü okur ve selam verir. Bu ikinci ce­maat, selam vermeden kalkar ve düşmanın karşısına gider.

Sonra, ilk topluluk gelir; kıraatsiz olarak iki rek´at namaz kı­lar; oturup teşehhüdü okur ve selam verir. Sonra da düşmanın kar­şısına giderler.

Sonra da, ikinci cemaat gelerek, kıraatle birlikte iki rek´at na­maz kılarlar.

Eğer, imâm mukîm, cemaatin de, bir kısmı mukim, bir kıs­mı misafir ise; bu durumda, misafir olanlar da mukim gibidirler.

Eğer, imâm misafir, cemaat ise mukîm olursa; bu iki topluluk­tan birincisi, imâmla birlikte bir rek´at kıldıktan sonra düşman kar­şısına gider; ikinci topluluk gelir, onlar da imâmla birlikte .bir rek´­at kılarlar. Bu durumda imâm oturup selam verir. Sonra, birinci topluluk, namaz kılınan yere gelir ve üç rek´ati kıraatsiz olarak kı­lar. Çünkü onlar müdriktirler. Birinci topluluğun namazı tamam olunca, bunlar düşman karşısına giderler ve ikinci topluluk, namaz kılman yere gelir Bunlar, kılacakları ilk rek"atte Fâtîhâ ve sûre okurlar; diğer iki rek´atte ise, sadece Fâtihâ okurlar. Çünkü, bunlar ınesbûkturlai*.

Eğer imâm misafir, cemaatin de bir kısmı misafir, bir kıs­mı mukim olursa; imâm birinci grubîa bir rek´at kılar. Bunlar ıdüş-mana karşı giderler. İkinci taife gelir. îmâm bir rek´at de onlarla kılar. Misafir olanların, namazlarını tamamlamaları için, birer rek´-aeleri kılar. Mukim olanların ise, namazlarını tamamlamaları için, üçer rek´atleri kalır.

Sonra, bunlar düşman karşısına giderler. Birinci topluluk na­maz kılman yere geri gelir.

Bunların içinde misafir olanlar, kıraatsiz olarak birer rekat da­ha kılarlar. Çünkü onlar namazın başında müdrik idiler.

Mukim olanlar ise; zahirü´r - rivayede, kıraatsiz olarak üç. rek´at kılarlar.

Birinci topluluk, namazların tamamlayınca düşman karşısına gider. İkinci topluluk namaz kılınan yere gelir. Bunlardan da misa­fir olanlar kıraatsiz olarak birer rek´at kılarlar. Çünkü bunlar, na­mazın başlangıcında müdriktirler.

Mukim olanlar ise, zahirü´r - rivayede kıraatsiz olarak, üç rek´­at kılarlar.

Birinci topluluk namazlarını tamamlayınca düşmanın karşısına

döner.

İkinci topluluk, namaz kılınan yere gelir. Bunlardan misafir olanlar, birer rek´at kıraatle kılarlar. Çünkü bunlar mesbukturlar.

Bunlardan mukim olanlar da, üçer rek´at kılarlar. Bu durum­da ilk kıldıkları rek´atte Fâtihâ ve sûre okurlar. Çünkü bunlar mes-buk idiler. Diğer iki rek´ati ise, bütün rivayetlere göre sadece Fâtihâ okuyarak kılarlar.

Bu durumda, düşmanın kıbleye karşı yönelmiş olması ile kıble­ye arkasını dönmüş bulunması müsavidir. Muhıyt´te de böyledir.

Mukim olan bir imâm, dört rek´atli bir farzı kıldırırken birinci topluluk imâmla bir rek´at kılsa ve düşman karşısına gitse; sonra ikinci topluluk gelip, imâmla bir rek´at kılsa ve düşman kar­şısına gitse; sonra birinci topluluk tekrar gelse ve imâmla bir rek´at daha kılıp düşman karşısına gitse; sonra da ikinci topluluk tekrar

gelip, imâmla birlikte bir rek´at daha kıisa ve yine düşman karşısına gitse; burtlann hepsinin de namazları fesade gider.

Bunun aslı : Düşman karşısına dönüşler, yerinde olmadığı za­man, namazı bozarlar. Düşmanın karşısına, yerinde çıkılması ise, namazı bozmaz. Buna göre, komutan, şayet onları dört kısma böl­müş olur ve her toplulukla bir rek´at kılarsa; birinci topluluğun ve ikinci topluluğun namazları tasid olur. Üçüncü ve dördüncü toplu­lukların namazları ise sahih olur.

Eğer, ikinci topluluk döner, üçüncü ve dördüncü rek´atleri kı-raaısiz kılar; ilk rek´atı kıraatle kılar ve oturup selam verirse, nama­zı sahih olur.

Keza, dördüncü kafile döner de, üç rek´atı da kıraatle kılar, ´bir rek´ati Fatiha ve sûre ile kılıp oturur; sonra kalkar, bir rek´ati daha Fâtihâ ve sûre ile kılar oturmaz; sonra da üçüncü rek´ati sa­dece Fatiha okuyarak kılıp, oturur ve selam verirse namazı sahih olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Bu durumda, kendi takımının haricindeki bir takıma dahil olmuş olan kimse hakkındaki hüküm, sonradan girmiş bulunduğu takımın hükmü gibidir. Ancak, bu kimsenin, kendisinin dahil oldu­ğu topluluktan ayrıldıktan sonra, bu yeni topluluğa girmiş olması gerekir.

Bir kimse, Öğle namazını birinci toplulukla iki rek´at kılar ve bu topluluk düşman karşısına döndüğü halde o şahıs, üçüncü rek´a­tı kuana kadar geride kalır ve sonra düşmanın karşısına dönerse, aamazi, sahih olur. Çünkü o, her ne kadar ikinci kısma dahil olmuş­sa da, kendi topluluğundan ayrılmış olduğu için— onlardan sayıl­maz. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Akşam namazında, imâm, birinci topluluk ile iki rek´at kı­lar. İkinci taife ile ise bir rek´at kılar.

Hata etse de birinci topluluk ile bir rek´at kıisa ve onlar dönse; ikinci taife ile de bir rek´at kıisa, onlarda dönseler, sonra birinci taife ile bir rek´at daha kıisa, birinci taifenin namazı fasid olur; ikinci taifenin namazı ise caiz olur.

Bunlar iki rek´at daha kaza ederler. Bu rek´atlerin birinde kı­raatte bulunurlar, diğerinde ise okumazlar.

Şayet akşam namazında, imam, cemaatı üç bölük yapmış olsa da her birine bis er rek´at kıldırsa, birinci topluluğun namazı fasid ölür. İkinci ve üçüncü taifelerin namazları ise caiz olur.

Bu durumda ikinci topluluk, iki rek´at kaza eder ve ikinci rek´­ati kıraatsiz olarak kılar.

Üçüncü topluluk da, iki rek´at kaza eder ve ikisinde de kıraatte bulunur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Korku, (düşmandan olsun, vahşî hayvanlardan olsun müsa­vidir.

Korku, namazı kısaltmayı gerektirmez. Korku, ancak o namaz­da yürümeyi mubah kılar. Muzmarât´ta da böyledir.

Namaz halinde kıtal yapılmaz. Namaz içinde kıtal yapan kimsenin namazı batıl olur. Çünkü kıtal, namaz amelinden değildir.

Keza, korku namazı kılan bir kimse, düşman karşısından döner­ken, hayvanına binmiş olsa, namazı batıl olur. Cevheretü´n - Neyyî-re´de de böyledir.

Bu kimsenin, düşman karşısından dönüşünün, kıbleden düşman tarafına olması ile, düşmandan kıble istikametine olması müsavidir.

Yürüyerek veya denizde yüzerek namaz kılınmaz. Muzma­rât´ta da böyledir.

Eğer, yaya olarak düşmandan, kaçarken, namaz vakti girer ve namaz kılmak için, durma imkanı olmazsa, bize göre, bu durum­daki bir kimse namaz kılamaz; namazını te´hir eder.

Korku naraazmda yanılan kimse, sehiv secdelerini yapar. Mu-hiyt´te de böyledir.

Şayet harp şiddetlenir ve korku artarsa, müslümanlar, na­mazlarını, bineklerinin üzerinde tek tek imâ ile kılarlar. Kıbleye dönme imkanı olmazsa, istedikleri cihete yönelerek imâ ile, rükû´ ve .secde yaparlar. HSdâye´de de böyledir.

Bu durumda, harb çok şiddetlenir; düşmanlar hayvanların­dan inerek, ınüsiümanları namaz kılmaya bırakmazlarsa, onlar da savaşa devam edip, düşmana hücum ederler. Cevheretü´n - Neyyire´-de de böyledir.

Binüi olarak cemaatla namaz kılınmaz, ancak, imâm ve muktedî ayni hayvanda olurlarsa, imâma uymak sahih olur.

İmâ ile kılınan namaz, vaktinin içinde olsun, dışında olsun, özür zail olup gidince yeniden kılınmaz.

Yürüyen kimse, rükû ve secde etmeye güç yetiremez ise, imâ ile namaz kılar.

Binili olan kimse, eğer düşmanı arıyorsa, hayvan üzerinde na­maz kılamaz. Şayet düşman tarafından aranmakta ise, hayvan üze­rinde namaz kılmasında bir beis yoktur. Muhıyt´te de böyledir.

Bize göre, yerde kılma imkânı olan her durumda, binilî oîarak namaz kılmak, namazı ifsad eder. Muzmarât´ta da böyledir.

Korku namazı kılınırken, düşmanın çekilip gitmesi gibi bir sebepten dolayı emniyet hali hasıl olsa, bu, korku namazının, ta­mamlanması caiz olmaz. Bu namazı kılmakta olanlar, kalan kısmını emniyet üzere tamamlarlar.

Düşman dönüp gittikten sonra, —namaz kılanlardan— yönünü kıbleden çevirenlerin namazları fasid olur.

Düşman dönüp gitmeden Önce, yönünü kıbleden —korku namazından dolayı ve namaz esnasında— döndüren kimseler, düşman gittikten sonra da, namazlarının kalan kısımlarını, Ön­ce kıldıklarının üzerine bina ederler. Tatarhâniyye´de de böyledir.

İmâm Mtıhammed (R.A.). Ziyâdât isimli kitabında : «imâm, ve cemaat, mukim oldukları halde, öğle namazını, korku namazı olarak kılarlarsa, imâm, cemaatten bir topluluğa iki rekîat kıldırsa ve bunlar düşman karşısına gitseler, ancak içlerinden biri, gitmeyip imâmın arkasında kaİsa, bu şahsın namazı fasid olmaz. Lâkin, bu müstehap değildir.

Bu kimse, şayet imâmla birlikte üçüncü rek´ati kıldıktan sun-ra, yaptığı işin kötülüğünü anlasa ve üçüncü rek´atte veya dördüncü rek´atin ka´desinden önce kalkıp cepheye gitse, namazı sahih olur.» demiştir.

Keza bu kimse, İmâmla birlikte teşehhüd miktarı oturma­dan, selamdan Önce, ayrılıp cepheye gitse, yine namazı sahihtir.

Mukim olan bir imâmla, öğle namazı kılmaya başlayan cemaat, seferi olmuş bulunsa; bunlar, bir rek´at kılınca karşılarına düşman çıksa, namaz kılanlardan bir topluluk, ayrılıp düşmanın karşısına çıkar. Diğer topluluk ise, imâmla beraber kalıp, namazlarına devam ederler ve tamamlarlar.

Bu durumda, imâmla birlikte namaz kılan topluluğun, namaz­larının sahih olduğu ortadadır. İmâmdan ayrılmış bulunan toplulu­ğa gelince, şüphesiz ki bunlar, bir zaruretten dolayı imâmdan ayrıl­mışlardır.

İmâm, mukim olan bir cemaatle Öğle namazı kılmaya başladık­tan sonra, karşılarına düşman çıksa, iki rek´at kıldıktan sonra ce­maatten bir topluluk ayrılıp, düşmana karşı çıkarsa, bunların na­mazları bozulmaz. Fakat, bir rek´at "kılınca ayrılmış olurlarsa, na­mazları bozulur.

Şayet, cemaat üç rek´at kıldıktan sonra düşman karşılarına çı­karsa, cemaatten bir topluluk düşmana karşı çıkmak için ayrılır. Bu fasıl kitap´ta zikrolunmamıştır. Ve âlimlerin burada görüş ayrı­lıkları vardır. Bazıları : «Bu kimselerin, namazları bozulmaz.» de­mişlerdir. Çünkü, bu durumda, imamla birlikte iki rek´at kıldıktan sonra, imâm namazı bitirinceye kadar, onlar-da namazda gibidirler. Bu sebeple, o topluluğun ayrılması daha evladır. Muhıyt´te de böy­ledir.

Korku namazı, cum´a ve bayramlarda da caizdir. Sirâciy-ye´de de böyledir.

Bayram günü bir şehirde, bir komutanın karşısına düşman çıksa, komutanda, bayram namazını, cemaatle birlikte korku na­mazı olarak kılmayı murad etse, cemaati iki topluluğa ayırır. Her topluluk ile bayram namazının bir rek´atini kılar. Eğer imâm (ko­mutan), İbn-i Mes´üd´un görüşünü biliyorsa, her iki topluluğun gö­rüşü de, imâma muhalif olsa bile, birinci topluluk, ona birinci rek´­atte, ikinci topluluk ise, ikinci rek´atte tabi olur,

Ancak, bunlar, imâmın, sahabelerden hiç birinin kavlinde olma­yan bir şeyi yapmakta olduğunu ve dolayısı ile hata ettiğini kesin olarak bilirlerse, imâm namazı bitirdikten sonra ikinci topluluk ay­rılıp, düşman karşısına gider. Birinci topluluk gelerek, ikinci rek´-atlerinî kıraatsiz olarak kaza ederler, imâmın okuyacağı miktarda veyahut da ondan biraz az veya biraz fazla ayakta dururlar. Sonra, ziyade tekbirleri alıp, imâmın yaptığı gibi yaparak, namazlarını ta­mamlarlar. Ve düşman karşısına giderler.

ikinci topluluk gelir. Ve birinci rek´ati okuyarak kaza ederler. Sonra da tekbirleri alırlar. Rivâyetü´z Ziyâdât, Cami´, Siyerü´I Ke­bîr, Vahidî, Rivayettin - Nevâdir´de de böyle zikredilmiştir. Müstah-sen olan da budur.Muhît´te de böyledir. [23]



21- CENAZELER


Ölüme Hazırlanma


Ölüme yaklaşan bir kimse, sağ yanı üzerine kıbleye karşı çevrilir. Bu bir sünnetttir. Hidâye´de de böyledir.

Bu, ölmek üzere olan kimseye, bir zahmet olmayacağı za­mandadır. Eğer zahmet olacaksa, o şahıs hali üzere terkedilir. Zâhİ-dî´de de böyledir.

Ölümün yaklaşmasının alameti : Ölmek üzere olan kimse­nin ayaklarım salıvermesi, onları dikememesi, burnunun eğilmesi; gözle kulak arasının kararıp çökmesi; husyelerinin derisinin çekil­mesidir. Tebyîn´de de böyledir.

Yüzünün derisinin çekilip toplanması, yüzünde teattufün görülmemesi de, ölümün yaklaşmasının alamederindendir. Sİrâcü´l-Vehhâc´da da böyledir.

Ölmek üzere olan kimseye, şehadet kelimeleri telkin edilir.

Bu telkin şöyle yapılır : Gargara halinden Ccan boğaza gelme­den) önce, halet-i nezi´de, o kimsenin yanında, açıktan ve ona işittirecefc bir şekilde ; «Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Mu-hammeden Resûlullâh» denilir.

Şehadet kelimesi, bu kimsenin yanında tekrar edilir ve fakat: «Sen de söyle» denilmez. Söylemesi için de İsrar edilmez. Çünkü, reddetme korkusu vardır. Bu kimse, keMme-i şehadeti, bir defa söy­lerse, teükin .tekrarlanmaz; ancak başka bir söz söylenebilir. Cevhe-retü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bu telkin, bü-icmâ´ sünnettir. Fakat, bize göre, Zâhirii´r-rivayede, bir kimseye öldükten sonra telkin yapılmaz. Aynî´de de böyledir.

Biz bu telkini, ölürken ve defnedilirken söyleriz. Muzma-rât´ta da böyledir.

Telkin verene müstehap olan, ölenin meserreti ile suçlu du­ruma düşmemesi ve önün iyiliğine inananlardan olmasıdır. Sİrâ-cül - Vehhâc´da da böyledir.

«Ölümü- yaklaşan kimseden, küfrü icabettiren sözler sadır olursa, o kimsenin küfrüne hükmedilmez. Ve ona, müslüman mua­melesi yapılır.» demişlerdir. Fethül - Kadirde de böyledir,

Ifayırh ve salîh olan kimselerin, ölmek üzere olan kimse­nin yanında bulunmaları, rağbet edilen ve güzel görülen bir şeydir, ölmek üzere olan kimsenin yanında, Ya-Sîn Sûresini okumak müstehapür. îbn-i Emİrü´I - Hacc´m Münyetü´I - Musallî Şerhİ´nde de böyledir.

ölüme hazır bulunan kimsenin yanında, güzel koku bulun­durulur. Zâhidî´de de böyledir.

ölüme yakın olan bir kimsenin yanında, hayızlı ve cünüp kimselerin bulunmasında bir beis yoktur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimse öldüğü zaman, çeneleri bağlanır ve gözleri kapa-tiüır. Bu işi ailesi içinden en merhametlisi, en suhûletli bir şekilde ve gücünün yettiği kadar mülayim bir hareketle yapar. Ve, enliee bir bez parçası ile alt çenenin altından, başın üstüne doğru, çenelerini bağlar. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bu kimse, ölen şahsın gözlerini kapatırken : «Bismillah. ´Alâmillet-i ResûİHlâh (S.Â.VJ » der. Ve : «Allahümme yesslr aleyhi emrehû ve sehhffl aleyhi mâ ba´dehû ve esıdhü bi - likâike ve´c´al mâ haraca Ueyhi hayran mirama haraca anhü» der. Tebyîn´de de böyle­dir.

Bunların manası : «Allah´ın adıyla. Resûlullâh´m milleti (— di­ni) üzere.» ve : «Allah´ım bunun işini kolaylaştır. Bundan sonra da, buna kolaylık göster. Bunu, sana kavuşması sebebi ile saîd eyle. Çıkıp vardığı o yeri, çıkıp gittiği bu yerden daha hayırlı eyle.»

Bu kimse, ölen kimsenin masfallarım ovalar, yumuşatır. Kollarını yanlarına uzatır. Parmaklarını avuçlarına koyarak, ölünün parmaklarım açar ve uzatır. Uyluklarını ve bacaklarını güzelce uza­tır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Ölen kimsenin üzerinde olan elbiseleri çıkarmak, müste-haptır. Ve, bütün vücudunu kapatacak şekilde, üzerine bir Örtü ör­tülür. Başındaki şahıs, ölen kimseyi, yüksekçe bir tahta veya sedir üzerine uzatır. Yerin rutubetinin, ölen şahsa isabet etmemesi için böyle yapılır. Odanın kokusu değiştirilir.

Ölünün başındaki şahıs, ölen kimse şişmesin diye, karnının üze­rine ya bir demir parçası veya yaş toprak, çamur gibi bir şey koyar. Sirâcü´İ - Vehhâc´da da böyledir.

Ölen kimsenin, akrabalarına ve komşularına ölmünü haber vermek müstehaptir. Böylece, onlar o kimsenin, cenaze namazım kı-îanak ve ona dua ederek, hakkını eda etmiş olsunlar diye... Cevhere­tü´n - Neyyire´de de böyledir.

Bazı âlimler, bir şahsın ölümünü ilan için, sokakta bağır­mayı kerîh görmüşler; bazıları ise, bunda bir beis görmemişlerdir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Ölünün borcunu ödemeye ve onu borçtan kurtarmaya gay­ret göstermek müstehaptır.

Ölünün .teçhizine hemen başlanır; bu te´hir edilmez. Eğer, bir kimse aniden Ölürse, ölümü iyice anlaşılsın diye, bir müddet bekle­tilir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Yıkanmcaya kadar, ölünün yanında Kur´ân okumak mek-r´uhtur. Tebyîn´de de böyledir.

îmânı Muhammed CR.A.) : «Ölen bir kadının karnındaki ço­cuk hareket ederse, o kadının karnı yarılır; çocuk çıkartılır. Buna müsaade vardır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. [24]



Ölüyü Yıkamak


Ölüyü yıkamak, dirilerin üzerine vacip olan bir haktır. Bu, sünnet ve icma-i ümmetle böyledir. Nihâye´de de böyledir.

Fakat, bunu insanlardan bir kısmı yaptığı zaman, diğerlerinden mes´ûlîyet düşer. Kâfî´de de böyledir.

Vacip olan, ölüyü bir defa yıkamaktır. Tekrar tekrar yıkan­ması ise sünnettir. Ölüyü bir defa yıkamakla iktifa edilse veya ölü bir akar suya daldınlsa, bu da caiz olur. Bedâi´de de böyledir.

Bize göre, ölü yıkanmak istendiği zaman, iyice soyulur. Zâ-hîriyye´de de böyledir.

Üzerine ölü konulmadan önce, teneşir tahtası buhurlanır. Teneşir tahtasının etrafı, bir veya üç veyahut da beş defa tüt­sülenir; fazla tütsülenmez. Tebyîn´de ve Kenz Şerhi´nde de böyledir.

Bilginlerimizin bazılarına göre, ölüyü teneşir hatasına koy­manın şekli şudur : Ölü, bu tahtaya hastalık halinde olduğu gibi uzunlamasına konur. Sanki imâ ile namaz kılıyormuş gibi uzatılır. Bazı âlimlerimiz ise : «Ölü, teneşir tahtasına kabre konuyormuş gibi konur.» demişlerdir. Esahh oîan ise, hangi şekilde konması kolay oluyorsa, o şekilde konmasıdır. Zahîrfyye´de de böyledir.

Ölüyü yıkayan kimsenin, elini —bir bezle— örtmesi, müs-tehap olur. Böylece, bu el, yıkayıcının yardımcılarından başka kim­se tarafından görülmemiş olur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Ölünün, göbeğinden dizkapağma kadar olan yeri, bir bez ile örtülür. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Bu görüş sahihtir. Mezhebin zahiri : Uyluklarından başka, galiz yerlerinin kapanmasıdır ve bu sahihtir. Hidâye´de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) e gö­re : Ölüye istincâ yapılır. (Ön ve arka, avret yerleri temizlenir.) Se­rahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

İstincâ´nın şekli : Ölüyü yıkayan kimse, eline bir bez sarıp, onun. Önünü ve arkasını yıkar. Çünkü, avret mahalline el sürmek, ona bakmak gibi haramdır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Ölüyü yıkayan kimse, onun uyluklarına bakmaz. Keza, ölü bir kadını yıkamakta oüan bir kadın da, o kadının uyluklarına ba-kamaz. Tatarhâniyye´de de böyledir.

bulunursa, o Ölüyü yıkayan kimse, sonra ona namaz abdesti gibi abdest aldırır. Ancak, Ölü sabi olur ve namaz kılmamakta ço­cuğa abdest aldırılmaz. Fetâvâyî Kâdihân´da da böyledir.

Ölüyü yıkayan kimse, onu ellerinden değil, yüzünden yıka­maya başlar. Muhıyt´te de böyledir.

Yıkamaya, ölüye göre, onun sağ tarafından başlanır. Nite­kim o sağlığında, sağ tarafından yıkamaya başlardı. Ölüyü yıkayan, ona mazmaza ve istinşak yapmaz. (Ağzına, burnuna su vermez.) Fe-tâvâyi Kâdîhân´da´da da böyledir.

Bazı âlimler : «Ölüyü yıkayan kimse, parmağına ince bir bez sarar. Ve parmağanı ölünün ağzına sokarak, onunla dişlerini, dudaklarını, dilini ve diş etlerini temizler, mesh eder. Burun delik­lerini de, öylece parmağını sokarak temizler. Zâhîriyye´de de böyle-dh´.

Şemsu 1 - Binime Halvânî : «Bu gün de, insanların yaptığı budur.» demiştir. Muhıyt´te de böyledir.

Ölünün, başımn nıeshedÜmesi hususunda görüş ayrılığı var ise de, sahih olan görüş, onun başının da meshedilmesidir.

Ölüyü yıkayan kimse, ayaklarını yıkamayı te´hir etmez. Teb-yîn´de de böyledir.

Bize göre, Ölüyü sıcak su ile yıkamak efdaldir. Muhıyt´te de

böyledir.

Ölü yıkanacak su, sidr (= bir nevi buhur) ile, çöğen ile kay­natılır. Şayet, bunlar yoksa, saf su kaynatılır. Hidâye´de de böyle­dir.

Ölüyü yıkayan kimse, onun başım ve sakalım hatmi (= gü­zel kokulu bir ot) ile yıkar. Bu yoksa, sabun ve benzeri şeylerle yıkar. Çünkü, onJar da hatminin yaptığını yaparlar. Saçını da, o kim­senin hayatta iken yıkadığı gibi yıkar. Tebyîn´de de böyledir.

Şayet, bunlar yoksa, safi su kâfi gelir. Tahâvî Şerhi´nde´de boyledir.

Ölüyü yıkayan kimse, sonra onu sol tarafına yatırır. Onu, su ve sidr ile, suyun her taraf ma ulaştığım görene kadar yıkar.

Sonra sağ tarafına yatırır; sol tarafında olduğu gibi, iyice yıkar. Çünkü sünnet olan, sağ .taraftan başlamaktır.

Sonra, ölüyü oturtarak, kendisine yaslar; yavaş yavaş karnını mesheder. Kefenini pislendirmekten kaçınır. Şayet bir şey çıkarsa, onu temizler. Tekrar yıkamaz ve tekrar abdest aldırmaz. Sonra da, kefenini ıslatmaması için, ölüyü bir havlu ile kurular.

Ölünün saçı, sakalı taranmaz; tırnağı kesilmez; etek ve kol­tuk tıraşı yapılmaz. Bıyığı kısaltılmaz. Öldüğü zaman üzerinde ne varsa, öylece defnedilir. Serahsî´nin Muhıyfînde de böyledir.

Şayet, ölünün kırık tırnağı varsa, onun kopartılmasında bir beis yoktm*. Muhıyt´te de böyledir.

Akıntı olursa; ölünün ağzının, yüzünün üzerine, önüne ve arka­sına ve kulaklarına pamuk koymakta bir beis yoktur. Tebyîn´de de böyledir.

Ölü, suyun içinde bulunmuş, olsa bile, yine de yıkanır. Çün­kü, yıkama emri, insana yöneltilmiştir. Ancak, ölü sudan çıkarılır­ken, yıkama niyyeti ile, ileri geri hareket ettirilirse, yıkanmış sayı­lır, îlk durumda, bir insan fiili bulunmuyordu; böyle hareket etti­rilince mes´ele halledilmiş oldu. Tecnîs´de ve Serahsî´nin Muhiyt´in-de de böyledir.

Ölü tefessüh edip, bozulmuş olduğu için, el sürülmek imka­nı olmazsa, üzerine su dökmek kafidir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Hüküm itibariyle, kadın da erkek gibi yıkanır. Saçı ise, sağlığında olduğu gibi arkasına salıverilmez. Tatarhânîyye´de böyle­dir.

Doğumdan sonra sesi duyulan çocuğa isim verilir; yıkanır ve cenaze, namazı kılmir. Şayet çocuğun sesi duyulmaz, onda birhayat alameti olmazsa, bir beze sarılır ve cenaze namazı kılınmaz. Za­hir olmayan rivayette : «Bu durumda ki de yıkanır.» denilmiştir. Beğenilen de budur. Hidâye´de de böyledir.

İstihlâl : «Çocuğun, sesi veya hareketi ile bilinen haldir. Şayet, ebe veya anne, çocuğun canlı olduğuna şehâdet ederlerse, bu ikisinin şahidliği, o çocuğun cenaze namazının kılınması hususunda makbuldür. Muzmerfit´ta da böyledir.

A´zası tam olmayan düşük için, bil-iltifak, cenaze namazı kılınmaz. Muhtar olan rivayetlere göre yıkanır; bir beze sarılarak defnedilir Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bedenin çoğu veya yarısı ile beraber başı bulunursa yıka­nır; kefenlenir ve üzerine cenaze namazı kılınır. Muzmarâtta da böyledir.

Çok kısmının üzerine, namaz kılınmış olan bedenin, geride kalan az kısmı da bulunsa, onun üzerine namaz kılınmaz. İzah´da da böyledir.

Başsız olarak, yarısı bulunan veya tam ortadan uzunlama­sına parçalanmış olarak yansı bulunan bir ceset yıkanmaz ve üze­rine namaz kılınmaz. Bir beze sarılıp, öylece defnedilir. Muzmerât´-t´a da böyledir.

Bulunan cesedin, müslüman mı, kâfir mi olduğu bilinmese; eğer, üzerinde müslüman sıması olur veya islâm toprağında bulu­nursa yıkanır; aksi takdirde yıkanmaz. Mi´râcü´d - DSrâye´de de böy­ledir.

Müslüman ölüleri, kâfir ölüleri ile karışırsa,"eğer müslümafı ölülerin sünnet olmak, siyah giyinmek gibi bir alametleri olur ve onunla tanınabilip, kafirden ayıdediliyorlârsa, cenaze namazları kı­lınır. Böyle bir alamet olmadığı halde ölülerin ekserisi müslüman-sa, hep birlikte üzerlerine cenaze namazı kılınır. Namazda ve duada, müslüman niyyeti ile niyyet edilir ve müslümanlara ait mezarlığa defnedilirler.

Şayet, çoğunluk kafir ise, hiçbirinin cenaze namazı kılınmaz. Ancak yıkanırlar ve defnedilirler. Ancak, müslümanlar gibi yıkan­mazlar ve kefenlenmezler. Müşriklere ait kabristana gömülürler.

Eğer, müslüman ve kafir ölülerin sayıları eşitse, yine üzerlerine cenaze namazı kılınmaz. Definleri hususunda ise görüş ayrılığı var­dır. Bazıları : «Küffâr mezarlığına», bazıları da : Müslümanlara ait kabristana defnedilir.» dediler. Bazıları ise : «Yeni ve müstakil bir mezarlığa gömülürler.» dediler. Muzmarât ta da böyledir.

Ebeveyninden biri ile esir alınmış olan çocuk, ölmüş olur ve kendisi v%ya ebeveyninden birisi, müslüman olduğunu itiraf et­mişlerse, yıkanır. Büyük ana veya büyük baba ile beraber esir alın­mış bulunan esir çocuğun durumu hakkında ise ihtilaf vardır.

Fakat, çocuk tek başına esir alınmış ve sonra da ölmüş bulu­nursa; bu çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır. Zâhidî´de de böy­ledir.

Gemide öimüş bulunan bir kimse de, yıkanır, kefenlenir ve ağırlaş tırıl arak denize bırakılır. Mİ´racü´d - Dirâye´de de böyledir.

Muharebe halinde iken, öİdürüldükleri zaman, bağî´nin (= âdil hükümdaar karşı gelen kimsenin) ve yol kesen kimsenin, ölüsü yıkanmaz ve cenaze namazı küınma*z.

Hükümdar veya komutan, muharebeden el çektikten, kıtal bı­rakıldıktan sonra, bu kimselerden biri öldürülmüş olursa, yıkanırlar ve cenaze namazları kılınır. Güzel olan ve büyük âlimlerimizin.ka­bul etmiş bulundukları görüş budur.

Şehirlerde, geceleri silahlan ile eşkiyalık yapanlar da yol kesiciler gibidirler. Zehıyre´de de böyledir.

Münasip olan, cenazeyi yıkayan kimsenin temiz olmasıdır. Fetâvâyi Kâdîhân´cla da böyledir.

Cenazeyi yıkayan kimsenin, cünüp, hayızlı veya kâfir olma­sı da caizdir. Fakat bti, mekruh olur. MVrâcü´d - Dirâye´de de böyle­dir.

Ölüyü yıkayan kimsenin, abdestsiz olması, ittifakla mek­ruh değildir.

Cenazeyi, insanlar içinde ölüye akrabalık yönünden en ya­kın olan kimsenin yıkaması müstehaptır.

Şayet bu kimse, ölü yıkamayı bilmezse, onu, emîn ve verâ sa­hibi bir kimse yıkamalıdır. Zâhidî´de de böyledir,

Ölüyü yıkayan kimsenin, doğru sözlü, yıkama işini iyi bilen, —ölüde— gördüğü körü halleri gizleyen ve iyi halleri açıklayan bir kimse olması müstehaptır.

Ölüyü yıkayan kimse, şayet onda yüzünün nurlanması, güzel bir koku hasıl olması ve benzerleri gibi, mûcib-i hayret bir şey görürse; bunları diğer insanlara söylemesi müstehaptır. Fakat, onda, yüzü­nün kararması, kötü koku hasıl olması, suretinin bozulması, âzaları­nın değişmesi ve benzerleri gibi kötü haller görürse; bunları hiç bir kimseye haber vermesi caiz olmaz. Cevheretü´n - Neyyire´de de böy­ledir.

Ancak, Ölü, hem bid´at ehli hem de bid´ati açıktan yapan bir kimse ise, yıkayan kimsenin, onda gördüğü hoşa gitmeyecek hal­leri, insanların, o bid´atten uzaklaşması niyyeti ile, söylemesinde bir beis yoktur. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Ölüden çıkan fena kokuyu, onu yıkayan kimsenin ve yar­dımcısının duymaması için, onların yanma buhardanlık veya güzel koku konulması müstehaptır. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

En efdal olan, cenazeyi ücretsiz yıkamaktır.

Şayet, ölüyü yıkayan gimsenin ücret istediğinde, ölüyü yıkaya­cak başka kimseler de bulunursa, ona ücret vermek caiz olur. Yıka­yacak başka kimse bulunmadığı zaman, ölüyü yıkayan kimsenin üc­ret alması caiz olmaz. Zahîriyye´de de. böyledir

Erkek cenazeleri erkekler, kadınları da kadınlar yıkarlar. Bunlardan biri diğerini yıkayamaz.

Ölü &üçük olur da, henüz iştah ehlinden olmazsa, onu kadın yı­kayabilir.

Keza, Ölü aynı durumda küçük bir kız çocuğu ise, onu da erkeğin yıkaması caiz olur.

Zekeri kesilmiş ve hayaları burulmuş olanlar da, erkek gibidir­ler.

Bir kadının, kendi kocasını yıkaması caiz olur. Ancak, kocasının oğiu veya babası, kadını öpmek suretiyle, aralarında beynûneti ge­rektiren bir hadise, kocasının ölümünden sonra meydana geldiği za­man, bu kadının kocasını yıkaması caiz olmaz.

Bize göre; bir koca, karısını yıkayamaz. Strâcü´I - Vehhâc´da tfo böyledir.

Bir koca, karışım talâk-ı rlc´i üe boşadaktan sonra ölürse, kadın, iddetüi olduğu için kocasını yıkayabilir. Serahsî´nin Muhryt´-İnde de böyledir

Eğer koca, kadının, iddetinin sonuna doğru ölür ve öldük­ten sonra da kadının iddeti biterse, bu durumda da, kadın kocasını yıkayabilir. Tahavî´de de böyledir.

Bu hususta asıl kaide şudur : Sağ olmuş olsaydı, nikahı se­bebi ile karısı ile cima´ etmesi helâl olan bir erkek öldüğü zaman, karısının bu kimseyi yıkaması helâldir. Itâbîyye´den naklen Tatarhâ-niyye´de de böyledir.

Yahudi veya nasrânî olan bir kadın da, müslüroauı kadın gi­bi, müslüman kocasını yıkayabilir. Ancak bu, çok çirkin bir iş olur. Zâhîdî´de de böyledir.

Ölen bir kadım, zaruret halinde, mahremi olan erkek te­yemmüm eder. Fakat, erkek yabancı olursa, eline bir bez sarar. Kol­larına teyemmüm yaparken gözlerini kapar.

Keza, bir koca, karısına teyemmüm yaptırırken gözlerini kapa­maz. Kadının genç veya yaşlı olması arasında bir fark yoktur. Fetâ-vâyî Kâdîhân´da da böyledir.

Bir kimsenin ümm-i veledi, müdebbiresi, mükâtebesi veya cariyesi ölse, o kimse, bunlardan hiç birisini yıkayamaz. Bunun ak-sî de böyledir.

Bir erkek, kadınlar arasında öldüğünde, onu, rahm sahibi karışı veya cariyesi, eline bir bez parçası sarmadan teyemmüm eder. Bunlardan biri de bulunmazsa, diğer kadınlardan biri, eline bez sa rarak teyemmüm eder. Mi´râcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Bir kimse, yolculuk esnasında, kadınlar arasında ölse ve orada, bir de kafir erkek bulunsa; kadınlar, bu kâfire, ölünün nasıl yıkanacağını öğretirler ve ölüyü yıkaymcaya kadar, ölü ile onu baş başa bırakırlar.

Ancak, böyle bir kimse bulunmaz fakat dokuz yaşından aşağı olmasına rağmen, ölü yıkamaya gücü yetecek bir kız çocuğu bulu­nursa, ona, ölü yıkamayı öğretirler ve ölüyü yıkayana kadar, ölü ile baş başa bırakırlar.

Yolculuk esnasında, bir müslüman kadın, kafir kadınlar arasında ölse, aralarında bulunan dokuz yaşından küçük bir erkek çocuğu, erkek hakkında söylediğimiz şekilde, bu kadını yıkar. Muz-marât´ta da böyledir.

Bulûğ çağına yaklaşmış olan bir hünsâ-i müşkül, hiç bir er-, keği veya hiç bir kadım yıkayamaz. Hiç bir erkak veya hiç bir kadın da, hünsâ-i müşkil´i yıkayamaz. Hünsâ-i müşkîl, ancak elbisesinin dışından teyemmüm edilir. Zâhidî´de de böyledir.

Velîsi müslüman olan bir kafir ölürse, bu müslüman, onu yıkar, kefenler ve gömer. Ancak, onu pis bir çamaşırı yıkadığı gibi yıkar ve onu bir beze sarar. Bir çukur kazar; sünnete uygun olma­yan şekilde kefenler. Lahdi olmayan o çukura koyar; atar. Hİdâye´-de de böyledir.

Kâfir olan bir babaya, müslüman oğlunun ölüsünü yıkama­ması, başında durmaması ve o müslümanı, müslümanlann yıkaması münasip olur. Nihâye´de de böyledir.

Yolculukta ölen bir kimseye, yıkayacak su bulunmazsa, te­yemmüm yapılır ve o kimsenin cenaze namazı kılınır. Muhıyt´te deböyledir.

Bir kimse öldüğünde, su bulunmadığı için, ona teyemmüm yapılsa ve cenaze namazı kılınsa; sonra da su bulunsa, bu kimse tek­rar yıkanır ve cenaze namazı tekrar kılınır. Bu, Ebû Yûsuf (R.A.) ´un kavlidir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir. [25]



Ölünün Kefenlenmesi


Ölüyü kefenlemek farz-3 kifâyedir. Fethü´l - Kadîr´de de

böyledir.

Erkek için kefenin sünnet olan miktarı : İzâr, kamıys ve li-fâfedir. Zaruret halinde, —kamıys bulunmadığı zaman izâr ve li-fâfe kafi gelir. Kenz´de de böyledir.

İzâr : Ölüyü, baştan ayağa kadar örten bez parçasıdır. Lifâ-fe de izâr gibidir. Kamıys ise, boyundan itibaren, ayağa kadar olan bez parçasıdır. Hidâye´de de böyledir.

Kamıys, yakasız, telaşız ve kolsuzdur. Kâfi´de de böyledir.

Kefende imame (= sarık) yoktur. Zahirü´r - rivâye budur. Fatva da buna göredir. Mütehhirîn, âlim olan zatların kefenlenme-sinde, sarığı da güzel görmüşlerdir. «Bu âlimin sarığının ucu, haya­tında yaptığının aksine, yüzünün üzerine konur.» dediler. Cevhere­tü´n - Neyyîre´de de böyledir.

Kadın için, kefenin sünnet olan miktarı ise : Dır´izâr, hı-mâr, lifâfe ve hırkadır.

Hırka, göğüslerin bağlandığı bez parçasına denir,

Zaruret halinde— kadın için kafi gelen miktar ise : izâr, li-fafe ve himar´dır. Kenz´de de böyledir.

Hırkanın genişliği, göğüsten göbeğe kadar olan yer kadar­dır. Aynî Kenz Şerhî´nde ve Tebyîn´de böyledir.

Evla olan, hırkanın göğüsten kalçaya kadar olmasıdır. Cev-heretü^n - Neyyire´de de böyledir.

Zaruret olmadıkça, kadının kefenini iki parçaya, erkeğin ke­fenini de tek parçaya indirmek mekruhtur. Aynî Kenz Şerfıi´nde de böyledir.

Murahik sabi (= bulûğ çağına yaklaşmış erkek çocuk) ke­len hususunda, büyük erkek gibidir.

Mürahika kız (= bulûğ çağına yaklaşmış olan kız) ise, bâliğa kadın gibidir.

Bu durumda olmayan erkek çocuğun, kefeninin en az miktarı, bir parça bez; kızın ki ise, iki parça bezdir.- Tebyîn´de de böyledir.

Hunsâ olan şahıs ise, ihtiyaten kadın gibi kefenlenir. Ke­feninin ipekten olmasından, san boya ile veya zâ´feranla boyanma­sından kaçınılması icap eder. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Erkeğin kefenlenmesinde, sağlığında bayramlarda giydiği elbiseye bakılır. Yanî, —değerce— onun misli ile kefenlenir..

Kadınların ise, sağlığında, ana ve babasını ziyarete gittiği elbi­se nazar-ı itibare alınır. Yani, — değerce— onun misli ile kefenien­mesi evla olur. Zâhidî´de de böyledir.

Kefenin, çubuklu bir kumaştan olmasında veya kitan ve kasb denilen kumaşlardan yapılmasında bir beis yoktur. Kasb, yu­muşak bir kumaştır.

Kadınların kefenleri ipekten olabilir ve bir boya ile veya za´-feranla boyanabilir. Erkekler için bunlar mekruhtur. Kefenin, en uy­gun olanı, beyaz olanıdır. Nihâye*de de böyledir.

Kefenin, eski veya yeni olması müsavidir. Cevheretü´n -

Neyyire´de de böyledir.

Erkek için, sağlığında giymesi mubah olan her şey, kefenin­de de mubah olur. Hayatında mubah olmayanlar ise, ölümden son­ra, kefenlenmesinde de mubah değildir. Tahavî Şerhi´nde de böyle­dir.

Ölen kimsenin, mali çok ve veresesi az ise, onun, sünnet olan kefenle kefenienmesi daha evla olur. Eğer, durum bunun aksi ise, kifayet miktarı bir kefenle kefenienmesi daha evladır. Zahîriy-

ye´de de böyledir.

Kefen hakkında, vereseler arasında ihtilaf çıktığı zaman; .yani vereselerden bazıları: «İki kefen olsun», bazıları ise : «üç kefen olsun.» derse; sünnet oliduğu için, bu cenaze üç kefenle kefenlenir. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Erkeğin kefenlenme şekli : Önce lifafe serilir; üşürüne de izâr serilir. Sonra ölü, izânn üzerine konur ve kamıys (gömlek) giydirilir. Başına, sakalına ve vücudunun diğer yerlerine, hanut (deni­len güzel bir koku) sürülür, Muhiyt´te de böyledir.

Erkeklerin kefenine, zaferan ve vers (= güzel kokulu sarı bir ot) hariç, diğer güzel kokuların sürülmesinde bir beis yoktur.

Öien erkeğin alnına; burnunun, ellerinin, dizlerinin ve ayakları­nın üzerine kâfur konur.

Sonra, izârm sol tarafı, ölünün üzerine konur. Sonra da sağ ta­rafı ölünün üzerine atılır.

Lifâfe de" böyle yapılır. Muhıyt´te de böyledir.

Eğer, kefenin açılacağından korkulursa, o, bir şeyle bağla­nır. Serahsî´nin Muhiyt´finde de böyîedir.

Kadının kefenlenmesine gelince : Erkeklerde olduğu gibi, lifafe ve izâr serilir. Sonra, cenaze izâr üzerine konur. Ve dır´ı (= gömleği) giydirilir. Saçı iki bölük yapılarak, gömleğin üstünden göğsünün üzerine konur. Sonra da hımâr (= baş örtüsü) örtülür.

Daha sonrada, erkeklerde anlattığımız gibi, izâr ve lifâfe kapa­tılır. Daha sonra da, hırka göğüslerinin üzerine, kefenin üstünden bağlanır. Muhiyt´te de böyledir. .

Kefenler, ölüye sarılmadan önce, bir veya üç, veya beş, ve­yahut da yedi defa buhurlanır. Yedi defadan fazla buhurlanmaz. Ve tek sayı ile buhurlanır.´Aynî´de de böyledir.

Ölü üç defa buhurlanır :

1- Ruhu çıktığı zaman, kerîh kokuyu gidermek için;

2- Yıkanırken;

3- Kefenlenirken. Ölünün arkasından buhurlama yapılmaz. Tebyîn´de de böyledir.

Ölüyü buhurlama da, mahrem olanlarla, olmayanlar müsa­vidirler. Ancak, yüzlerini ve başlarım örterler. Cariye de, hür kadın gibi buhurlama yapabilir. Muhıyt´te de böyledir.

Kefen, varsa—ölünün şahsî malından yapılır. Ve kefen, borçlarından önce gelir. Kefen, Ölünün vasiyyetınden ve veresenin malım taksim etmesinden de önce gelir. Ve bu hallerde, sünnet mik­tarı kefen esas ahmr.

Ancak, bu kimse de; rehin gibi, teslim etmemiş fakat satmış bulunduğu mal gibi, cinayet işleyen köîe gibi, başkalarının hakkı olan bir şey varsa; bunlar biaynihi malmın üzerine tealluk etmez, (Onun mali sayılmaz.) Tebyîn´de de böyledir.

Malı olmayan bir kimsenin kefeni, nafakasının üzerine va­cip olduğu kimseye aittir. Bu, îmânı Muhammed (R.A.)fm kavlidir. İmâm Yûsuf (R.A.)´a göre ise, kefen, eğer kadın, kendisine mal bi-rakmışsa, koca üzerine de vaciptir. Fetva´da bunun üzerinedir. Fetâ-vâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir koca, geride mal bırakmadan ölür ve karısı da fakir-se, bil-icmâ´, onun kefenini ,temin etmek, kadına lazım gelmez. Mu­hıyt´te de böyledir.

Nafakası üzerine vacip olan bir kimsesi bulunmayan, fakir bir kimse öldüğü zaman, kefeni, beytü´l - mâl´den temin edilîr. Bey-cü´I - mâl´de de yoksa, o kimseyi müslümanlar kefenler. Eğer bunlar da kefen almaktan aciz olurlarsa yani kefen almaya güçleri yetmez­se, bunu halktan isterler. Zâhîdî´tde de böyledir.

İtâbiyye´de : «... Bu yolla da kefen bulunamazsa, bu cena­ze yıkanıp üzeri otla Örtülüp defnedilir ve cenaze namazı, mezarının üstünde kılınır.» denilmiştir. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Bir kimse, topluma ait. bir mescidde Ölse, cemaatten birisi ayağa kalkar ve para toplar. Yapılan harcamadan sonra, artan mik­tar olur ve bu paranın da küme ait olduğu bilinmezse, o para ile de başka bir muhtaç kefenlenir. Paranın sahibi bilinirse, iade edilir.

Kalan para ile kefen alma imkânı olmaz ise, fakirlere tasadduk edilir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Eğer, bir ölünün kefeni çalınırsa, malından ikinci bir kefen daha ahmr. Bu kimsenin malı taksim edilmişse —vasiyyetinin veril­diği kimselerle, alacaklıları hariç— vârisleri bu kefeni alırlar.

Bu kimsenin terekesi, (= bıraktığı mal) borcundan fazla de­ğilse, alacaklıları da, henüz alacaklarını almamış olurlarsa, önce ke­fen alınır. Fakat, alacaklılar alacaklarını almışlarsa, onlardan hiç bir şey geri alınmaz. Eğer bu cenaze, kokmaya başlarsa, bir tek kefene

sarılır.

Bir ölüyü, şahsî hayvan yer de, kefeni kalmış olursa, bu kefen terekesine geri verilir. Bu kefeni, bir başkası almış olursa veya bir yakını kendi öz malından bu şahsı kefenlemiş bulunursa, bu ke­fen, kefenleyen kimseye geri verilir. Mirâcü´d - Dirâye´de de böyledir. [26]



Cenazenin Taşınması


Cenazeyi, dönt erkeğin taşıması sünnettir. EM´l - Mekârim´-in Nikâye Şerkâ´nde de böyledir.

Cenaze tabuta konduğu zaman, dört tarafından, birerden dört kişinin tutarak taşımaları sünnettir. Cevheretün - Neyyire´de de böyledir.

Cenaze taşımada, birisi bizzat sünnet, diğeri de kemâl-i sün­net olmak üzere iki türlü sünnet vardır.

Bizzat sünnet: Dört kişinin, tabutu .dört tarafından tutup, her tarafından, birbirini takip ederek, onar adım taşımasıdır. Bu sün­net, cemaatin tamamı hakkında tahakkuk eder.

Kemâl-i sünnef e gelince, bu sünnet, ancak bir kişi hakkında ta­hakkuk eder. Bu kimse, cenazeyi sağ ön taraftan başlayarak sağ omuzunun üzerine ahr. Tatarhâfliyye´de de böyledir. Sonra, arka sağ taraftan, sağ omuzunaahr; sonra sol ön taraftan sol omuzuna alır; daha sonra da arka sol tarfatan, sol omuz üzerine alarak cenazeyi —böylece-- taşır, Tebyîh´de de böyledir.

Yerin darlığı veya buna benzer zaruretlerin dışında, cena­zeyi biri önde biri arkada olmak üzere, iki direğin arasında taşı­mak mekruhtur.

Tabutu el ile tutmada veya omuz basma koymada bir beis yok­tur. Tabut tahtasının yansını omuz başına, yarısını da boyun kökü­ne koymak mekruhtur. Tahâvî Şerhi´de de böyledir.

İstîcâbî : «Meme emen veya sütten kesilmiş olan veyaljut da daha büyük bulunan bir çocuk öldüğü zaman, onu, bir kişinin eîleri üzerinde taşımasında bir beis yoktur. Bu çocuğun cenazesini, insanlar böylece sıra ile taşırlar. Bir vasıtaya binip, çocuğun cena­zesini elleri üzerine almalarında da bir beis yoktur. Fakat, çocuk büyük olursa, cenazesi büyük adam gibi taşınır. Bahrü´r - Râik´ta da böyledir.

Cenazeyi taşırken, koşar gibi olmamakla beraber sür´atli yürümek lazımdır. Bu sür´atte ölçü, cenaze saîianmıyacak şekilde yürümektir. Tebyîn´de de böyledir.

Cenaze içinde yürüyenler arasında en ef dal olanlar, cena­zenin arkasında yürüyenlerdir. Cenazenin önünde yürümek de caiz­dir. Ancak, herkesten iteri gitmek ve cenazeden uzakta yürümek mekruhtur. Cenazenin sağından ve solundan yürümek de iyi değil­dir. Fethü´I - Kadîr´de de böyledir.

Cenaze götürülürken, ölünün başı ön tarafta oiur. Mırana-rât´ta ta böyledir.

Ölen kimse, komşu, akraba veya iyiliği şöhret bulmuş bir kimse ise, onun cenazesinin arkasından gitmek, nafile ibadetten daha efdaldir. Bahrü´r - Râik´ta da böyledir.

Cenazeye, bir şeye binmiş olarak gitmekte bir beis yoktur. Fakat, yaya gitmek daha efdaîdlr.

Bir şeye binilıi olarak, cenazenin peşinde giden kimsenm, onu geçmesi mekruhtur. Fetâvâyî Kâdîhân´da da böyledir,

Cenazede feryat- etmek, bağırmak, yaka-bağır yırtmak mekruhtur. Cenazede, ses çıkarmadan ağlamakta bir sakınca olma­makla beraber, sabretmek daha efdaldir. Tatarhâırfyye´de de böyle­dir.

Cenazenin ardından ateş veya mum yakmak da doğru de­ğildir. Bahrü´r Râik´ta da böyledir.

Kadınların, cenazeyi takip etmek üzere çıkıp, onun peşin­den gitmeleri uygun olmaz.

Cenazenin yanında feryad-ü figan edilirse, bunu yapanlar azarla­nır. Azarlanmasalar bile, bu hal her hangi bir kimsenin cena­zenin peşinden gitmesine mani olmaz. Bu cenazenin peşinde git­mekte bir beis yoktur. Çünkü, cenazenin peşinden gitmek, sünnet­tir. Başkasının bid´ati sebebi ile, sünnet terkedihnez.

Cenazede hazır bulunup, onun peşinden gidecek olan kimseler den başka, hiçbir kimse, cenaze için ayağa kalkmaz. îzâh´ta da böy­ledir.

Keza, cenaze, namaz kılınan yere getirildiği zaman, orada cemaat bulunmakta ise, bazılarına göre, burada oturanlar, cenaze, omuzlardan indirilip, musalla taşına konana kadar, oturmazlar. Sa­hih plan kavil de budur. Fetâvâyi Kâdihân:da da böyledir.

Cenazenin arkasında gidenlerin, üzerine düşen vazife sus­maktır. Bunların, yüksek sesle Kur´ân okumaları ve zikretmeleri mekruhtur. Tahâvî Şerhİ´nde de böyledir.

Cenazenin peşinden giden bir kimse, Alalhû Teââ´yı zikret­mek isterse, gizli ve sessiz olarak zikreder. Fetâvâyi Kâdîhân´da da bövledir.

böyledir.

Cenaze, kabre konmak üzere yere konduğu zaman, cemaa­tin oturmasında beis yoktur. Ancak, cenaze omuzlardan yere kon­madan oturmak mekruhtur. Hulâsa´da da böyledir,

Bu durumda, en efdal olan davranış, mezar toprakla dola­na kadar oturmanıaktadır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Cenaze, namazı kıldırılmak üzere indirildiği! zaman, başı batıya, ayaklan doğuya doğru gelecek- şekilde, kıbleye enlemesine konulur. Tatarhâniyye´de de böyledir.

Cenazeyi taşıtmak için, ücretle adam tutmak caizdir. Fetâ­vâyi Kâdîhân´da da böyledir. [27]



Cenaze Namazı


Cenaze üzerine namaz kılmak farz-ı hikâyedir. Erkek ol­sun, kadın olsun, insanlardan bir kısmı veya sadece biri, cenaze na­mazını kılarsa, diğer insanlardan mesuliyet kalkar. Şayet, hiç bir kimse bu cenazenin namazını kılmazsa, hepsi de günahkâr ölür. Ta­tarhâniyye´de de böyledir.

Cenaze namazını, imâm, yalnız başına da kılabilir. Çünkü, cenaze namazında cemaat şart değildir. Nihâye´de de böyledir.

Cenaze namazının şartı : Ölünün müslüman olması ve yı­kanması mümkün olduğu müddetçe, temiz (= yıkanmış) olmasıdır.

Ölü yıkanmadan defnedilmiş olur ve bu sçbeple yıkanma imkâ­nı olmazsa, cenaze namazı kabri üzerine kılınır.

Bir cenaze için, yıkanmadan önce namaz kılınmış sonradan da defnedilmiş bulunsa, birinci namaz fasid olduğu için, bu cenazenin namazı yeniden kılınır. Tebyîn´de de böyledir.

Cenaze namazının kılınması- için, Ölünün bulunduğu yerin, temiz olması şart değildir. Muzmarât´ta da böyledir.

Büyük, küçük, erkek, kadın, hür veya köle olsun, her müs-lümanın üzerine cenaze namazı kılınır. Ancak, âdil hükümete karşı gelen kimselerle, yol kesen kimselerin ve bunlara benzeyenlerin, ce­naze namazları kılınmaz.

Doğum esnasında Ölen çocuğun, eğer vücûdunun çoğu çık­mış ise, onun cenaze namazı kılınır. Eğer, vücudunun azı çıkmışken ölürse, onun cenaze namazı kılınmaz. Tam yarısı çıkmış olduğu za­man ölmüş olursa, ne yapılacağı hakkında kitapta bir şey söylen­memiştir. Bunun da kıyas üzre olması gerekir ki, biz onu, yarısı mevcut olan bir Ölünün cenaze namazının kılınması gerektiğine kı­yas eder ve onun da cenaze namazı kılınır, deriz. Bedfti´de de böyle­dir.

Küçük bir çocuk, küffar memleketinde, bir müsliiman as­kerin eline geçse ve bu askerin yanında ölse; elinde bulunduğu müs-lüman askere tabî olarak, onun cenaze namazı da kılınır. Muhıyt´te de böyledir.

İmâm Ebû Yusuf (R.A.) : «Bir şey çalarken öldürülen, hiç bir kimsenin, cenaze namazı kılınmaz.» demiştir. İzahta da böyle­dir.

Hataen kendisini öldüren bir kimsenin, cenazesi yıkanır ve namazı kılınır. Bunda ihtilaf yoktur. Hataen kendisini öldürme : Bir kimsenin, düşmanı öldürmek için vurmak istediği kılıcın, ha­taen kendisine değip, ölümüne sebep olması gibi bir haldir. Zehıyre´-de de böyledir.

İmâmı Azam (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.) göre, ken­disini, bile bile, kasden öldürmüş olan (= intihar eden) kimselerin de cenaze namazları kılınır. Esahh olan görüş de budur. Tebyîn´de de böyledir.

Kısas veya recm gibi. bir hak sebebi ile silahla veya başka bir şeyle Öldürülen kimseler de yıkanırlar ve cenaze namazları kı-Imir, Normal´ ölülere yapılan muameleler ona da yapılır. Zehıyre´de

de böyledir.

İmâmın (= deylet başkanının) astığı kimseler hakkında, İmâm Ebu Hanife (R.A.)´den iki rivayet vardır. Ebû Süleyman, İmâm-ı Azam {R.A.)´m : «O kimsenin cenaze namazı kılınmaz.» de­diğini rivayet etmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

İnsanlar içinde, cenaze namazını kıldırmaya en evla olan, eğer-orada hazır ise devlet başkanıdır. Şayet devlet başkanı hazır de­ğilse, kadı´nin, o da yoksa emniyet amirinin; o da bulunmazsa, mes­cidin imamının ve o da yoksa, ölünün en yakın arkabasınm, ölünün cenaze namazını kıldırması evlâdır. Ekseni´I - Mütün´da da böyledir.

Hasan´m rivayet ettiğine göre, İmâm-ı A´zam Öbû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur : «îmâm (~ devlet reisi) = halife) ora­da bulunuyorsa, en evlası, cenaze namazım onun kıkhrmasidir. Şa­yet, o yoksa, sırası ile şehrin imâmı vali - kaymakam), o da yok­sa kadı, emniyet âmiri, mescidin imâmı, ölünün en yakın, akrabası cenaze namazını kıldırır.» Âlimlerimizin çoğu bu kavli almışlardır. Ktfâye´de, Nihâye´de, MTrâcü´d - Dirâye´de de İnftye´de de böyledir.

Yakınlık, asabelik sırasına göredir. Baba ise, bu sıralama­dan müstesnadır. Çünkü bir kimsenin babası, —bu hususta oğlun­dan önce gelir. Hızânetü´l - Müftm´de de böyledir.

«Bu kavil, İmâm Muhammed (R.A.)´in kavlidir.» denilmiş­tir. Ve, diğer iki imâmıza göre, «—Bu hususta da— oğul, babadan daha evladır.» denilmiştir. Gerçekten, hepsinin de kavilleri sahihtir. Tebyîn´de de böyledir.

Kadınlar ve küçük çocuklar, cenaze namazı kıldıramazlar. Cenaze namazı kıldırma hususunda yakın akrabalar, uzak olan akrabalardan önde gelir.

Fakat, yakın akraba hazır bulunmaz ve onun gelmesinin beklen­mesi halinde vakit geçecekse, bu durumda, uzak olan akrabanın, cenaze namazını kıldırması evlâ olur. Bu durumda, bir kimse, ölü­nün yakın akrabasına bir yazı yazıp onu çağırmaya kalkarsa, uzak olan akraba o şahsa mani olabilir.

Şehirde bulunan bir hasta, hasta olmayan kimse gibidir. Dilerse cenaze namazını kıldırmak için öne geçer. Uzak akraba hasta olan o yakın akrabaya mâni olamaz.

Akrabaların yakınlık dereceleri müsavi olursa, cenazeyi yaşça büyük olanların kıldırması daha evlâ ve daha uygundur.

Her yönden aynı derecede bulunan, iki akrabadan biri, diğerinin izni olmadan, bir başka kimseyi —cenaze namazını kıldırması için— öne geçiremez. Eğer, her ikiside, öne birer adam geçirmiş olurlarsa, öne geçirilen kimselerden hangisi yaşli ise, cenazeyi onun kıldırma­sı evlâdır. Cevheretü´n - NeyySre´de de böyledir.

Kübrâ´da : «Ölü, sağlığında bir şahsın, cenaze namazını kıl­dırmasını vasiyyet etmiş oüsa; bu vasiyyeti batıldır, geçersizdir.» denilmiştir. Fetva da bunun üzerinedir. Muzmarât´ta da böyledir.

Bir köle ölse de, cenaze namazım kıldırmak hususunda, bu kölenin efendisi, babası ve oğlu arasında ihtilâf çıksa; kölenin baba-s> ve oğlu hür olsalar bile, cenaze namazını kıldırmakta efendisi hak sahibidir. Namazı, o kıldırır. Fetva bunun üzerinedir. Muzmarât´ta da böyledir.

Bize göre, ölümle vuslat sona ermiş olduğu için, kocanın vekalet hakkı yoktur. Câmiu´s - Sağtr´de de böyledir.

Şayet ölen bir kadının, başka bir yakını yoksa, onun cena­zesini, kocasının kaldırması evlâdır. Sonra komşusunun, sonra da yabancıların, bu kadının cenazesini kaldırma haklan vardır. Teb-yîn´de de böyledir.

0 Bir kadın ölmüş olsa ve o kadının kocası ve âkil bir oğlu bulunsa; velayet hakkı, kocasının değil, oğlunundur. Fakat, bu du­rumda, oğlanın, babasının önüne geçmesi mekruh olur. Münasip olan, babasını Öne geçirmesidir. Şayet, bu kadının oğlu, başka koca­sından ise, onun öne geçip, cenaze namazım kıldırmasında bir beis yoktur. Çünkü, bu durumda onun kıldırması, daha uygundur. Ve bu çocuğun, anasının kocasına ta´zim etmesi lazım gelmez, Bedai´de de böyledir.

Bir ölü üzerine, bir defadan başka cenaze namazı kılınmaz. Çünkü, cenaze namazında nafile meşru* değildir. îzâh´da da böyledir.

Bir Ölünün cenaze namazını, devlet reisi, vali, kadı veya mescidin imâmı kıldirmışsa, ölünün yakını yeniden cenaze namazı kılamaz, kıMıramaz. Çünkü, bunlar, bu cenaze namazını kıldırmaya, kendisinden daha lâyıktırlar. Fakat, bunlardan başka bir kimse bu cenazenin namazını kıldirmışsa, ölünün yakını bu namazı iade ede­bilir. Hulâsa da da böyledir.

Bir cenazenin namazını, ölen kimsenin yakını küdırmışsa, bundan sonra başka birinin de* bu ölü için cenaze namazı kıldırması caiz olmaz. Ancak, devlet başkanı bu kimsenin cenaze namazını kıl­dırmayı nıurad ederse, küdırabilir. Çünkü o, hak yönünden, velfden öncedir.

Bir Ölünün cenaze namazını, bir yakını kıldırmış olsa, aynı derecede olan diğer yakınlarının, yeniden cenaze namazı kıldırma hakları yoktur. Cevheretü´n - Keyyîre´de de böyledir.

Şayet cenaze namazını, cenazenin velisinden başka bir kim­se veya devlet başkanı kıldırmış olsa, velî dilerse bu namazı yeni­cen kıldırır. Hîidâye´de de böyledir,

Bir kimse, cenaze namazım kıldırsa, ölünün velisi de, bu imâmın arkasında olsa; fakat bu kimsenin namazı kıldırmasına gön­lü olmasa; eğer imâma uyup, onunla beraber bu namazı kılarsa, kı­lınan bu namaz caiz olur. Ve, velî bu namazı iade ermez.Şayet, cenaze namazım kıldıran imâm, abdes.tsiz olsa, bu cenaze namazım iade eder.

Eğer, imâm abdestli, fakat cemaat âbdestsiz ise, imâmın nama­zı sahih olur; cenaze namazı iade edilmez. Hulâsa´da da böyledir.

Ölünün hasta olan akrabası, oturduğu yerde, cemaat ise ayakta olduğu halde namaz kıldırmış olsa, bu namaz caiz olur.

Bir kimse, başka bir yerde ölse, sonra da ehli gelip, onu kendi beldelerine götürseler; eğer daha önce hükümdarın veya kadı´nın emri ile, bu cenazenin namazı kıhnmişsa, yeniden kılınmaz. Fetâvâ-yi Kâdîhân´da da böyledir.

Cenaze, akşam vakti hazırlanmış olsa, önce akşam namazı­nın farzı kılınır. Ancak, cenaze namazı, akşam namazının sünnetine takdim edilir. Yani, cenaze namazı, akşam namazının sünnetinden önce kılınır. Gtmye´de de böyledir.

Bir şeye- binili bir durumda cenaze namazı kılınmaz. Mu-hıyt´te de böyledir.

Hakikî ve hükmî temizlik, kıbleye yönelmek, avret yerlerini örtmek ve niyyet etmek gibi, diğer namazlarda olan şartlacenaze namazında da vardır.

Diğer namazların sıhhati için gerekli olan şartlar, cenaze nama­zı için de gereklidir. Bedai´de de böyledir.

Cenaze namazında imâm ye cemaat niyyet ederler. Cemaat: «Kıbleye dönülü olduğum halde, imâma uydum ve Allah´a ibâdet kasdi ile bu farzı edâ ötmeye niyyet ettim.» der. İmâmın, kalbi ile cenaze namazını kılmayı kasdetmiş olması da niyyet olarak sahih olur. Muktedî´nin, sadece «imâma uydum» demesi de caiz olur. Muz-marât´ta da böyledir.

Cenazenin hazır olması ve imâmın önüne konmuş bulun­ması da, cenaze namazının şartlarmdandır. Hazırda olmayan veya bir hayvan üzerinde bulunan cenazeye namaz kılmak sahih oÜmaz. Nehrü´l - Fâık´ta da böyledir.

Kadınlarla aynı hizada bulunma hali* hariç, diğer namazları bozan şevler, cenaze namazını da bozarlar. Zâhidî´de de böyledir.

Cenaze namazında, cemaat, yedi kişi olduğu zaman üç saf olurlar : Bunlardan biri, imâm olarak öne geçer; üçü onun arkasına, ikisi de bunların arkasına, diğer biri ise, en arkaya dururlar. Tatar-hâniyye´de de böyledir.

Cenaze, ister kadın, ister erkek olsun; imâm, namazını kıl­dırırken, o Ölünün göksü hizasına durur. En güzeli budur. Ancak, başka.bir hizaya durmuş olsa bile, kıldırdığı namaz, caiz olur. [28]



Cenaze Namazı Nasıl Kılınır


Cenaze namazı, dört tekbirle kılınır. Bu tekbirlerden birisi terk edilmiş olsa, namaz caiz olmaz. Kâfî´de de böyledir.

Cenaze namazı kılacak kimse, iftitâh tekbirini alır ve süb-haneke´yi okur. Sonra bir tekbir daha alır. Peygamber fS.A.VJ Efen­dimize salat okur; sonra bir tekbir daha alır. Ölü için ve bütün müs-lümanlar İçin dua eder.

Cenaze namazında okunması mecburi olan bir dua yoktur. Pey-yamber (S.A.V.) Efendimiz´in, cenaze namazında şöyle dua buyurdu­ğu rivayet olunmuştur. (= Ey Allah´ım!... Şağ olanlarımızı/ölü bulunanlarımızı; hazır olanlarımızı, gaib bulunanımızı; küçüğümüzü, büyüğümüzü, erkeği­mizi, kadınımızı bağışla.

Ey Allah´ım!... Bizden kimi yaşatırsan, müslüman olarak yaşat. Ve bizden kimi de öldürürsen, onu da imân üzere öMür.)

Ölen küçük bir çocuk ise, İmâmı A zam (R.A.) ´in, onun ce­nazesini kılarken, şöyle dua ettiği rivayet olunmuştur:

(= Ey Alah´im!... Bunu, bizim için önde gönderilmiş bir hayır kıl.

Ey Allah´ım!.1.. Bunu, bizim için, ebedî bir azık, bir menfaat kıl.

Ey Allah´ım!... Bunu, bizim için, şefaati kabul edilen bir şefaat­çi kıl.)

Bu duaları güzelce bilen kimseler, bunları okur. Şayet bunları iyice bilmiyorsa» bildiği başka duaları okur ve sonra dördüncü tek­biri alır. Sonra da iki tarafına selam verir.

Dördüncü tekbirden sonra ve selamdan Önce, hiç bir dua okun­maz. Cami´ Şerbi´nde de böyledir. Mezhebin zahiri de budur, Kâfî´de de böyledir.

Cenaze namazı kıldıran kimse, tekbirler hariç, diğerlerini içinden okur. Tebyîn´de de böyledir.

Cenaze namazında Kur´an okunmaz. Ancak, Fâtiha´nm dua niyyeti ile okunmasında bir beis yoktur. Fakat, Fâtiha´nın da Kur´­an rayyeti ile —cenaze namazında— okunması caiz olmaz. Çünkü, cenaze namazı dua yeridir; kıraat mahalli değildir. Serahsî´nin Mu-hıyt´inde de böyledir.

Cenaze namazında, iftitah tekbirinden başka tekbirlerde, el kaldırılmaz. Aynî´de de böyledir.

Bu hususlarda, imâm ile cemaat arasında bir fark yoktur. Kâfî´de de böyledir.

îki tarafa selam verirken, —selamda— cenazeye riiyyet edilmez. Ancak, sağ tarafa selam verilirken, sağ tarafta bulunan ce­maate, sol tarafa selam verilirken de, so] tarafta bulunanlara -—se­lam vermeye— niyyet edilir. Sirâcü´l - VeJıhacMa da böyledir.

Şayet, imâm, —cenaze namazında— beş defa ´tekbir alsa, muktedî ona tabi olmaz. O halde, ne yapar İmâm Ebû Hanîfe (R. A.) ´den rivayet edildiğine göre, o kimse, bekler ve imâmla birlikte selam verir. Sahih olan budur. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Cenaze namazında, imâm birinci tekbiri aldıktan sonra bir şahıs gelse; bu şâhıs, imâm1 ikinci tekbiri alana kadar bekler ve onunla birlikte tekbir alır. tmâm cenaze -namazını bitirince de, mes-buk, yedşememis bulunduğu tekbiri, cenaze kaldırılmadan önce alır. Bu, İmâmı A´zam Ebû Hanîfe CR.A.) ve İmâm Mıihammed (RA.)´in kavlidir.

tmâma; iki veya üç tekbir aldıktan sonra yetişmiş olan kimse de, keza böyle yapar. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Cenaze namazına, imâm dördüncü tekbiri alırken yetişen kimse, eğer imâm selâm vermemişse, Ebû Hanîfe (R.A.)´den gelen bir rivayete göre, bu tekbirle namaza girmez. Esahh olan ise, o kim­se bu tekbirle, cenaze namazına girer. Fetva da buna göredir. Muz-marât´ta da böyledir.

Bu şahıs, sonra, cenaze kaldırılmadan önce, arka arkaya ûç defa tekbir alır; dua okumaz. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Cenaze namazında, eller kaldırılmış olsa bilet omuzlara kon­maz. Zahirü´r - rivâyede böyle zikredilmiştir. Zâhîrîyye´de ise, «böy­le´ bir rivayet gelmemiştir.» denilmiştir.

Bir kimse, imâmla beraber bulunmasına rağmen, gaflet edip tekbir almaöuş olsa veya bu tekbirleri sonradan almaya niyyet et­se; bu kimse hemen tekbir alır. İmâmın ikinci tekbiri almasını bek­lemez. Çünkü, âlimlerimizin kavillerine göre, o kimse gücü yettiği müddetçe, imâma iştirak etmiş durumdadır. Kâdîhân´ın Camîmâmla birlikte iftitah tekbirini almış olan kimse, ikinci ve üçüncü tekbirleri almamış bulunsa; onları alır ve sonra da, imâmla birlikte dördüncü tekbiri ahr. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Sehven, üçüncü tekbirden sonra selam vermiş bulunan bir imâm, dördüncü tekbiri alır ve yeniden selam verir. TatarhânJyye´-de de böyledir.

Çok sayıda cenazenin toplanmış olması halinde, imâm mu­hayyerdir, isterse, bunların namazlarını ayrı ayrı kıldırır; isterse de, hepsine birden niyyet ederek bir cenaze namazı kıldırır. Mî´râcü´d-Dirâye´de de böyledir.

Cenazelerin ne şekilde konulacağı hususunda da, imâm ser­besttir : İsterse onları, yan yana tek hizaya kor ve kendisi de, onla­rın en ef dal olanının önüne durur; isterse, cenazeleri, kıble cihetine, bir biri arkasına kor ve bu durumda onları hayatta iken imâmın ar­kasında nasıl durur idi iseler, o şekilde sıraya dizer. Yani, en efdal-leri, imâma en yakın olur.

Cenazeler karışık olursa, imâmın önüne erkekler konur. Onların arkasına erkek çocuklar, onların arkasına da hünsalar ve onlar ar­kasına ise kadınlar konur. Kadınlardan sonra da, mürâhik kızlar di zilir.

Cenazelerin hepsi de erkek olursa, Hasan´ın Ebû Hanîfe XR.A.) ´-den rivayet ettiğine göre, en ef dalleri ve en yaşlıları öne konur.

Şayet, hür ve köle cenazeleri bir araya gelmiş olursa, meşhur olan kavle göre, hürlerin cenazeleri ön tarafa konulur. Fethül - Ka-dîr´de de böyledir.

İmâm, bir cenazenin namazını kumaya başladıktan sonra, başka bir cenaze gelmiş olsa, imâm, ilk cenazenin namazına devam eder. İkinci cenaze için ise, yeniden cenaze namazı kıldırmaya baş­lar.

Ve, ikinci cenaze imamının önüne konduğu zaman, ikinci defa tekbir alıp da, cenazelerin ikisine birden niyyet etse, bu durumda alınmış bulunan bu tekbir de, birinci cenaze için alınmış olur. An-; cak imâm, bu ikinci tekbiri alırken ikinci cenazeye niyyet ´etmiş olursa, işte bu durumda, o ikinci tekbir, ikinci cenaze için alınmış olur. Ve bu durumda imâm, birinci cenazenin namazından ayrılmış olur. Sonradan başlamış bulunduğu, ikinci cenazenin namazını bi­tirdikten sonra, birinci cenazenin namazımı yeniden kılar; Sîrâcü´l -Vehhâc´da da böyledir.

Cenaze namazı kıldırmakta olan bir imâmın, abdesti bozul­muş olsa, yerine başkasmı geçirmesi caiz olur. Sahih olan kavil bu­dur. Zahîrîyye´de de böyledir.

Yıkanmadan veya cenaze namazı kılınmadan defnedilmiş olan ölünün, kabri üzerine üç güne kadar cenaze namazı kılmabiîir. Sahih olan kavle göre, bu zarurî olan bir takdir —sınırlama— değil­dir. O cenazenin parçalandığı bilinmediği müddetçe» cenaze namazı kılınır. Sirâdyye´de de böyledir.

Cenaze namazının, namazgahta, açık bir yerde veya evde kı­lınması müsavidir. Muhıyt´te de böyledir.

İçinde, cemaatin namaz kıldığı mescitlerde, cenaze namazı kılmak mekruhtur.

Ölünün de, cemaatin de beraberce mescidde bulunması; cena­zenin dışarda ve cemaatin mescidin içinde olması; imâmın, cemaatin bir kısmı ile mescidin dışında, cemaatin kalan kısmının mescidin içinde olması; cenazenin, mescidin içinde, imâmla cemaatin de, mescidin dışında olması hallerinin hepside müsavidir. Muhtar olan gö­rüş budur. Hulâsa da da böyledir.

Ancak, bu haller, yağmur ve benzerî gibi bir öziir sebebi ile olursa, mekruh olmaz. Kâfî´de de böyledir.

Yolda veya bir insana ait olan arazide cenaze namazı kıl­mak mekruhtur. Muzmarât´ta da böyledir,Cenaze namazı kılmak için Özel olarak yapılan bir mescîd-de cenaze namazı kılmak mekruh olmaz. Tebym´de de böyledir.

Cenazenin peşinden gidenlerin, namazı kılınmadan geri dönmeleri münasip olmaz. Namaz, kılındıktan sonra da, ancak cena­ze sahibinden izin alındıktan sonra dönülebilir. Fakat, definden Ön­ce veya sonra, cenaze sahibinden izin almadan dönmeye ruhsat var­dır. Muhiyt´te de böyledir. [29]



Kabir, Defin Ve Ölünün Kabirden Başka Bir Yere Nakledilmesi


Ölüyü defnetmek, farz-ı kifayedir. Sirâcüİ - Vehhâc´da da böyledir.

Sünnet olan mezar şekli, lahiddir. Serahsî´nin Muhayt´inde de böyledir.

Lahdin şefcli : Mezar kazılıp bittikten sonra, mezarın kıble cihetini biraz daha kazıp, ölüyü oraya koymaktır. Muhıyt´te de böy­ledir.

Lahid, sanki tavanı olan bir ev gibi yapılır. Babrü´r-Râık-

ta da böyledir.

Yeıyumuşak olduğu zaman, şak yolu ile mezar yapmakta da bir beis yoktur. Fetâvâyî Kâdîhan´da da böyledir.

Şıkkın şekli şudur : Kabrin ortası, bir nehir gibi kazılır. îki tarafı kerpiç veya benzeri bir şeyle Örülür. Cenaze oraya konularak, üzeri tavan gibi kapatılır. Mirâcü´d - Dirâye´de de böyledir.

Kabrin derinliğinin, erkeğin göğsüne kadar veya yaran boy ka­dar olması münasiptir. Aslında, kabir ne kadar derin olursa, o kadar efdal olur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Hasan bin Ziyâd, İmâm Ebû Hanîîe (R.A.) ´nin şöyle buyur­duğunu nakletmiştir : «Kabrin uzunluğu, —gömülecek— adamın uzunluğu kadardır; genişliği ise, yarım boydur.» Muzmarât´ta da böyledir.

Şeyhü´İ - İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fazl: «Yerin yu­muşak olmasından dolayı, bizim beldemizde tabut edinmek caizdir... Demirden tabut yapılmasında da bir beis yoktur. Ancak, demir tabut içine toprak döşemek, cenazeye yalan yerleri çamurlamak ve lahid yerini tutsun diye ölünün sağma ve soluna birer kerpiç koymak uy­gun olur. Cenazeye dokunması halinde, lahde kiremit koymak mek­ruhtur.» demiştir. Fetâvâyi Kâdîhân´-da da böyledir.

Cenazeyi, fâsıklann yerine defnetmek mekruhtur. Fethü´I - Ka-dîr´de de böyledir

Cenazeyi mezara indiren kimselerin, kuvvetli, güvenilir ve iyi kimseler olması müstehaptir. Tatarhânİyye´de de böyledir.

Bir kadının cenazesini, rahm sahibi olan bir akrabasının indir­mesi, diğer akrabaların indirmesinden daha evladır. Uygun oîan bu­dur. Ceyheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

Keza, mahrem olmayan akrabanin (rahm sahibi), kadını kabre indirmesi de, yabancıların indirmesinden daha evlâdır. An­cak, akrabasından kimse yoksa, kadını yabancıların kabre indirme­sinde de bir beis yoktur. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Cenazeyi indirmek için, hiç bir kadın kabre inmez. Serahsî-´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Cenaze, mezarın kenarına indirilir ve mezarın kıblfe tarafına konur. Buradan da alınarak Lehda konur. Mezara inip, yerine koymak üzere cenazeyi alan kimselerin yönleri kıbleye doğru olur. Fethü´I - Kadîr´de de böyledir.

Cenazeyi lahda koyan kimseler, bu esnada : «Bismillah ve alâ milleti Resûliîlah». (= Allah´ın adı ile ve Allah Resûlü´nün mille­ti üzere —koyuyoruz.—0»derler. Mutunda da böyledir.

Cenaze, sağ yanı üzerine, kıbleye karşı konur. Kefenin bağ­lı yerleri çözülür. Mezar, kerpiç ve kamışla tesfiye edilir; mezara kiremit konulmaz.

fCadm defnedilirken, kabri kapatılır. Erkeğin kabri kapatılmaz; toprak dökülür. Toprağı elfe dökmekte bir beis yoktur. Kabir, bütün imkanlar kullanılarak, toprak atihr ve örtülür. Cevheretii´n - NeyyS-re´de de böyledir.

Kabre, bu kabir kazılırken çıkmış olan topraktan daha faz­la toj5rak atmak mekruhtur. Aynî´de de böyledir.

Cenaze defnolunurken hazır bulunan kimsenin, bu ölünün kabrine, avucunun dolusu ile, üç avuç toprak atması müstehaptır. Toprak atan kimsenin, ölünün baş ucunda durması ve birinci defa toprak atarken : «Minhâ halaknâküm (^ Sizi topraktan yarattık)»; ´ ikinci defa toprak atarken : «Ve fihâ nü´ıydükum (= sizi toprağa

döndürürüz) » ve üçüncü defa toprak atarken de : «ve minhâ nüh-ricüküm .târeten uhrâ (= Sizi topraktan ikinci defa çıkarırız.) » la­fızlarını okumak da müstehap olur.

Cenazeyi geceleyin defnetmekte bir beis yoktur. Fakat im­kan nisbetinde, cenaze gündüz defnedîlmelidir. Sirâcül Vehhâc´da da böyledir.

Kabir, yerden bir karış kadar, yukarı kaldırılır. DÖrtkÖşe yapılmaz. Çamurla sıvanmaz. Kireçle badana edilmez. Kabrin üzeri­ne su dökmekte bir beis yoktur. Kabrin üzerine ev yapmak mekruh­tur.

Kabrin üzerine oturmak, uyumak, üzerinde cim´a etmek, üze­rine abdest bozmak, bevletmek, mezar üzerine yazı ile işaret etmek ve benzeri şeyler yapmak mekruhtur. Tebyîn´de de böyledir.

0 Kabiiüer yıkıldığı zaman, onları çamurla sıvamak veya yap­makta da bîr beis yoktur. Tatarhâniyye´de de böyledir. Esahh olan budur. Fetva da buna göredir. Cevâhirü´İ - Ahlâtî´de de böyledir.

Bir kimsenin, sağlığında kendisi için kabir kazdırmasında bir beis yoktur. Bununla sevap kazanır. Tatarhânİyye´de de böyledir.

Bir kimsenin kendisi için kazmış olduğu mezara, bir baş­kasını gömmek isteseler, eğer mezar genişse, bu kimseyi defn etmek mekruh olur. Fakat, mezar dar isef defnetmek caiz olur. Ancak, ön­ceki adama, mezarı kazma masrafım borçlanırlar ve Öderler. Muz-marât´ta da böyledir.

îçinde iyi kimselerin bulunduğu, kabristana defnedilmek en efdal olandır.

Ölü defnedildikten sonra, kabrin başında, bir deve kesilip eti dağıtılacak kadar bir müddet oturup Kur´an okumak ve ölü için dua etmek müstehap olur. Cevheretü´n - Neyyire´de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.Ve göre, kabrin yanında Kurban okumak mekruh değildir. Âlimlerimiz bu görüşü alıp, kabul etmiş­lerdir.

Okunan Kur´an ölüye fayda verir. Muhtar olan kavil budur. Muz-marât´ta da böyledir.

Kabrin üzerine mescit veya başka bir bina yapmak mekruh­tur. Sfcrâcül - Vehhâc´da da böyledir.

Kabrin yanında sünnete uygun olmayan bir şey yapmak; va-siyyet edilmemiş bir iş yapmak mekruhtur.

Ancak, kabir ziyareti ve kabrin yanında ayakta durup dua et­mek caizdir; mekruh değildir. Bahru´r - RMkta da böyledir.

Zaruret olmadıkça, bir kabre, iki veya üç cenaze koymak mekruhtur.

Zaruret halinde ise, ihtiyaçtan dolayı kabrin kıble tarafına er­kek, onun gerisine erkek çocuk, onun gerisine hunsâ ve onun gerisi­ne de kadın konur; araları da toprakla aynlır. Serâhsî´nin Muhıyt´-inde de böyledir.

Eğer iki erkek bir kabre konacaksa —zaruretten dolayı—, bunlardan efdal olan hangisi ise, o, lahdin ön tarafına konur, Mu-hiyt´te de böyledir.

Keza, iki kadın bir kabre defnolunacağı zaman da, bunlar­dan efdal olan, kabrin ön tarafına konur. Tatarhaniyye´de de böy­ledir.

Bir cenaze tamamen çürümüş, toprak olmuş ise, o kabre başka birini defnetmek, Jcabrin üzerine bir şey ekmek ve bina yap­mak caiz olur. Tebytu´de de böyledir.

Ölen veya öldürülen kimseleri, Öldükleri yerin kabristanına defnetmek müstehaptır. Ancak, defin´den Önce, cenazeyi bir veya iki mil mesafede bîr yere nakletmekte bir beis yoktur. Hulâsa´da da böyledir.

Keza, bir kimse başka bir memlekette Ölürse, onu öldüğü yerde defnetmek müstehaptır. Başka bir şehre nakletmekte de bir beis yoktur. Ancak, defnedüdikten sonra, bir cenazeyi çıkarmak mü­nasip olmaz. Fakat, defnedilmiş olduğu yer zorla veya şuf´a yolu ile alınmış olursa, bu cenaze kabirden çıkarılır. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bir cenaze, başka bir kimsenin yerine ve yerin sahibinin iz­ni olmadan defnedilmiş olursa; bu durumda mal sahibi muhayyer­dir : isterse emreder ve cenazeyi çıkarttırır; dilerse o kabri düzleyip üzerinde ziraat yapar. Tecnîş´de de böyledir.

Cenaze kıble tarafına konmamış olsa; sol tarafı ürerine ve­ya başı ayağının konacağı tarafa konmuş bulunsa, eğer üzerine top­rak atılıp mezar kapatılmışsa, geri açılmaz. Şayet ölü lahde kon­muş, kerpiçler örülmüş ve fakat kabir Örtülmemişse, kerpiçler kaldırılır ve ölü sünnet olan şekilde konulıar. Tebyîn´de de böyle­dir.

Eğer kabre bir şey düşer de, bundan kabir örtüldükten son­ra haberdar olunursa; kabir açılıp, düşen şey çıkartılır. Fetâvâyi Kâ-dîhân´da da böyledir.

«Kabre düşen şey, bir dirhem miktarında bile olsa, —kabir acılır. —» demişlerdir. Bahrü´r - Râık´ta da böyledir.

Kabristanın otunu koparmak, odununu kesmek mekruhtur. Fakat bunlar kurumuş olursa, kesmekte, koparmakta bir beis yok­tur. Fetâvâyi Kâdîhân´da da böyledir.

Bize göre, kabristanda ayakkabı ile yürümek mekruh değil­dir. Sirâcü´l - Vehhâc´da da böyledir. [30]



Bu Konu İle İlgili Bazı Meseleler :


Ölü sahibine ta´ziyette bulunmak güzeldir. Zahîrlyye´de de böyledir.

Hasan hin Ziyâd´ın şöyle dediği rivayet olunmuştur : «Ce­naze sahiplerine, bir defa ta2İyette bulunmak kâfidir. İkinci defa ta-ziyette bulunmak münasip olmaz.» Muzmarât´ta da böyledir.

Taziyenin vakti : Ölümden itibaren üç gündür. Üç günden sonra taziyede bulunmak mekruhtur. Yalnız, taziyede bulunan veya taziye edilen kimse gaib iseler; taziyenin üç günden sonra olmasında da bir beis yoktur.

Taziyeyi definden önce yapmak —şayet cenaze sahiplerinde, fer-yad-u figan yoksa— definden sonra yapmaktan efdaldir. Yani, bir kimse cenaze sahipüerini sakin görürse, definden Önce taziyede bu­lunur.

Ölünün bütün akrabalarına taziyede bulunmak müstehaptır. Büyük olsun, küçük olsun; erkek olsun, kadın olsun... Ancak, ölü­nün akrabası olan genç kadınlara, mahremi olmayan kimseler tazi-yette bulunmazlar. Sîrâcü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Taziyede bulunurken şöyle demek müstehap olur

Ğaferallehü Teâlâ li meyyitike ve tecâvez anhu. Ve teğmidehû bi rahmetilıî. Ve rezagake´s-sabre alâ musıybetihî. Ve âcereke alâ mevtihî.

Allahû Teâlâ, ölünüzü bağışlasın; günahlarını affetsin. Ve ona rahmeti ile muamele etsin. Allahû Teâlâ, onun ölümünden dola­yı sana sabır versin. Ve, onun Ölümüne sabretmenden dolayı, müka­fatını artırsın.)

Taziyelerin en güzeli Peygamber (S.A.VJ EfendibnKzin ta-zi-yesidir. Resûlullah (S.A.V.) şöyle derdi :

İnne lillahi mâ ehaze ve lehü mâ a´tâ ve külle şey´in ´indehû bi eceli´m-müsemmâ.

Şübhesiz, aldığı da verdiği de Allah´ındır. Ecel´i müsemmâ da onun yanındadır. —kimin ne zaman öleceğini, ancak O bilir.—)

Müslüman bir kinişe, bir kâfire taziyede bulunurken :

´zamellâhü ecreke ve ahsene ´azâeke

Allah, ameHiiıin karşılığını büyük kılsın. Ve sana sabır ver­sin.) der.

Bir kâfir de, müslümana taziyede bulunurken :

Allah, sana sabır versin ve ölünü bağışlasın.) der. Kafir : «A´zamellâhü ecreke» demez.

Bir kafir, diğer bir kafire taziyede bulunurken :

(= Allah sana sabır versin ve Ölünü bağışlasın) der. Kafir : «A´zajneBahû ecreke» demez.

Bir kâfir, diğer bir kâfire taziyede bulunurken :

Ahlefe´llaheu leyke ve lâ nekasa ´adedeke. C= Allah, sana halef versin ve adedini eksiltmesin) der. Sirâ-cü´l - Vehhâc´da da böyledir.

Ölüsü olan kimselerin, insanların gelip taziyede bulunmala­rı için, bir evde veya bir mescidde oturmalarında bir beis yoktur. Evin kapısında oturmak ise mekruhtur.

Acem memleketlerinde olduğu gibi, bir sergi serip başına diki­lerek Kur´an okumak ve para toplamak kötülüğün en kötüsüdür. Zâhİrıyye´de de böyledir.

Hızânetü´l-Fetâvâ´da : «Musibetten (bir yalanın ölmesin­den) olayı, oturup üç gün bekleme hususunda ruhsat vardır. Ancak, bunun terkedilmesi de daha evladır.» denilmiştir.

Ölünün ardından sesli olarak ağlamak caiz değildir. Kalbin incelmiş, hassaslaşmış olmasından dolayı, sessiz bir şekilde ağla­makta bir beis yoktur.

Bir yakını Ölmüş olan erkeklerin, siyah elbise giymeleri ve onu . taziye için yırtıp parçalamaları mekruhtur.

Kadınların ise, siyah elbise giymelerinde bir beis yoktur. An­cak, bunların da, yüzlerini karalamaları, yakalarını sırt maları, yüz­lerini çizmeleri, saçlarını yolmaları, başlarına toprak saçmaları, diz­lerine ve bağırlanna vurarak dövünmeleri, kabirlerin üzerine ateş yakmaları batıldır; cahüiyye adetlerindendir ve boş bir,aldanmadır. Muzmarât´ta da böyledir.

Ölü sahipleri için, komşularının yemek yapmalarında bir beis yoktur. Tebyîn´de de böyledir.

Ölümü takip eden ilk üç günde, ölü evinin yemek yedirme­si, ziyafet vermesi mubah değilidir. Tatarhâniyye´de. de böyledir. [31]



Şehidlik Ve Şehidlerle İlgili Hükümler


Şehîd : Harbîler veya bağîîer (= âdil devlet başkanına is­yan edenler) veyahut da yol kesiciler tarafından öldürülen kimse demektir.

Muharebe meydanında yaralı olarak bulunan, gözlerinden veya kulaklarından kan gelen, içinden kan gelen, vücudunda, yanma eseri bulunan, yaya veya binili olduğu halde düşman hayvanları tarafın­dan tepelenen, veya bunlar tarafından ışınlan veyahut da bu hay­vanların ön veya arka ayakları ile tepilen, yani saydığımız bu sebep­lerden dolayı veya hayvanına vurulmasından dolayı onun kaçması sebebi ile veya ona mani olmak isterken düşüp ölen kimselerle, vu­rulup suya veya ateşe atılan, surdan aşağı atılan, üzerine duvar yı­kılarak öldürülen; düşmanlar tarafından, başına ateş atılarak veya odun vurularak öldürülen veya suda boğularak Öldürülen kimseler ,şehid$rler.

Bir müslümanın da suda boğarak veya zulmen öldürdüğü fakat ölümü sebebi ile diyet vacip olmayan kimseler de şehiddirler. Şehi­din şer´î tarifi budur.

Keza, zımnî veya islâm ülkesinde, eman´Ia bulunan bir kim­senin de, —yukardaki gibi— öldürdüğü kimseler de şehirdirler. Ht-dâye Şerlü Aynîde de böyledir.

Sulh ve bir babanın oğlunu öldürmesi sebebi ile, ölen kim­seye diyet vacip olmuş olsa büe; o kimsenin şehidliği düşmez. Çün­kü, kısas vacip olmuş olmasına rağmen, sulh ve şüphe sebebi ile bu kısas düşmüş olmaktadır. Kenz Şerht Aynî´de de böyledir.

Bir kimse, nefsini veya malım kurtarmak veyahut da müs-lümanlan veya zımmîieri müdafaa etmek için savaşırken, —demir, taş veya ağaçtan olan hangi âletle olursa olsun— öldüriilürse, o kim­se şehiddir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Düşman, ateş açarak bir gemide bulunan müslümanlan yak­mış olsa, ve bu ateş başka bir müslüman gemisine sıçrayıp o gemide bulunanları da yaksa, bu gemilerde bulunup, yanarak ölenlerin hepsi de şehiddir. Hulâsa´d a da böyledir. [32]



Şehidin Hükmü :


Şehidler yıkanmazlar ve üzerlerine, bu durumda, cenaze namazı kılınır. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Şehid, kam ve elbisesi ile defnedilir. Kâfi´de de böyledir.

Şayet, şehidin elbisesinde necaset bulunursa, bu yıkanır. Itâbiyye´de de böyledir.

Şehidin üzerinde bulunan şeylerden, kefen hükmünde ol­mayan silah, ´vükan, deriden yapılmış eşya, mestler ve giydiği başlık gibi şeyler çıkarılır. Şalvar, pantalon ve benzeri gibi şeyler de çıka­rılır. İmâm Muhammed (R.A.) ise bunu, Siyer´hıden başka bir ese­rinde zikretmemiştir.

Şeyh Ebû Ca´fer el - Hînduvânî : »Şalvar ve benzerini çıkarmak daha münasip ve daha uygundur.» demiştir. Âlimlerimizin ekserisi de bunu uygun bulmuşlardır. Muhıyt´te de böyledir.

Şehidin üzerinde bulunan fazla elbiseler çıkarılış1; şayet noksan ise, fazlalaştırüarak kef ünnet üzere tamamlanır. Kâfi´­de de böyledir.

Ölü için yapıldığı gibi, ^enid için de hanut (= bir nevî gü­zel koku) yapılır. Bahrü´r - Râık´ ta da böyledir.

Şehid, cünûp olarak Ölmüşse; çocuk veya deli ise İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ye göre yıkanır. Tebyîn´de de böyledir.

Keza, hayızlı veya nifash iken öldürülen kadınlar da yıka­nırlar. Kâfî´de de böyledir.

Ancak, kadın bir veya iki gün kan gördükten sonra öldürül­müş olursa, bil-iemâ ´ yıkanılmaz. Hidâye Şerhi Aynî´de de böyledir.

Yaralandıktan sonra yemek, içmek, uyumak, tedâvî ol­mak veya harp meydanından sağ olarak ayrılmak gibi bir takım şeylerle, bir müddet vakit geçiren kimseler, bu müddet içinde ha­yatta kalmış oldukları için— şehid hükmünde olmalarına rağmen, cenazeleri yıkanılır. Bu durumdaki kimselere mürtes denir.

Savaş alanında yaralanıp da, hayvanlar tepelemesin diye şehre taşman veya orada bulunan bir çadır veya haymeye kaldırılan veya-hud da bir namaz vakti geçinceye kadar sağ kalıp aklı başında ya­şayan kimse de mürte&tir. Bu gibi kimselerin de cenazeleri yıkanır. Hidâye´de de böyledir.

Harpde yaralanan bir kimse, harbin sonunda alış veriş ya­par veya çokça konuşursa, nıürtes sayılır. Harp sona ermeden, bu kimseler mürtes sayılmazlar. Tebyîn´de de böyledir.

Savaşta yaralanan bir kimse, dünyevî şeylerden biri ile va-siyyet ettikten sonra, şehid olursa, bu şehidin cenazesi yıkanır.

Bir kimse, şehirde öldürülür de, zulmen ölidürürüp öldürülme­diği bilinmezse, cenazesi yıkanır ve namazı kılınır. Kenz Şerhli Ay-nfde de böyledir.

Keza, yaralandıktan sonra, yerinden kalkan veya başka ta­rafa dönen ve sonra şehid olan kimsenin de cenazesi yıkanır. Hulâ-sa´da da böyledir.

Üzerlerinde kimse bulunmadığı hatde, müşriklerin atUn ürküp, bir müslümam çiğnerse veya bir müslünıamn kafire attığı bir şey diğer bir müslümana değerse, veya bir müslümamn bindiği müşriklere ait bir hayvan kaçıp, müslümam üzerinden atarsa; veya müslümanlar kaçar ve kafirler onları ateşe veya hendeğe düşmeye zorlarlarsa; veya müslümanlar etraflarına çekilen tel Örgü üzerinde "yürürlerse bu hallerin her biri sonucu ölen kimseler yıkanırlar. Bu­na, İmâm Ebû Yusuf (R.A.) muhalefet etmiştir. Serahsî´nin Muhit­inde de böyledir.İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ´ye göre, harbte, müslümanın bin­diği at m ayağı kayar da, o müslümam üzerinden atar ve Öldürürse, bu şahsm cenazesi yıkanır.

Müslümanların hayvanları,—müşrikler kasden ürkütmemeleri­ne rağmen—, müşriklerin bayraklarından ürküp kaçarlar ve sahip­lerini üzerlerinden atarak öldürürlerse, İmâmı A´zam (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.) ´e göre, bunların cenazeleri yıkanır.

Keza, müşriklerin şehirlerinin etrafına çevirmiş oldukları surların üzerine çıkmış olan müslümanlardan birinin ayağı kayıp, o surun üzerinden düşse ve ölse, yine İnıâm-i A´zam (R.A.) ile İmâm Muhammed CR.A.) ´e göre bu şahsm cenazesi yıkanır.

Müslümanlar bozguna uğrasa, sahibi üzerinde bulunan ve bir müslümana ait olan bir hayvan, başka bir hayvanı süren veya çek­mekte olan bir şahsı çiğnerek öldürse, o kimsenin de cenazesi yıka­nır.

Keza, harpte bir duvarı delmekte iken, üzerlerine duvar yıkıhp ölen kimselerin de cenazeleri yıkanır, imâm Ebû Yûsuf (R.A.)´a gö­re, bunlar da yıkamazlar. Mulıryt´te de böyledir.

İki topluluk bir birlerini görseler ye fakat savaşmasalar, burada ölü olarak bulunmuş olan müslüman, zulmen öldürüldüğü ve demirle öldürüldüğü bilinse dahi yıkanır. Tatarhâniyye´de de böyle­dir.

Muharebe meydanında, ölü olarak bulunan fakat kendi­sinde yara gibi, boğulmak gibi, vurma gibi, kan çıkması gibi bir öldürme eseri bulunmayan kimse de şehid olmaz. Keza, harici bir tesir olmadan, kendisinden burun kanı gibi. Ön ve arkadan çıkan kan gibi, başından inerek ağzından çıkan kan gibi kan çıkmış plan kimseler de şehid sayılmazlar Bedâî´de de böyledir.

Bu meselede aslolan şudur : Bir kimse, harbîlerle, bağî-lerle veya yol kesenlerle savaşttiğı zaman, düşman tarafından öldü­rülünce, Ölüm ister bil-fiil olsun, ister bir sebebe bağlı bulunsun, bu kimse şehiddir. Ölümü düşmana izafe edilmeyen kimse ise, şe­hid değildir. Mumyt´te de böyledir. [33]



22- SECDELER


Secdelerle ilgili meseleler, şu asıllar üzerine bina edilmiş­tir:

Yerinde eda edilen secde, niyyetsiz sahih olur.

Yerinde eda edilemeyip, geçirilen secde ise niyystsiz sahih olmaz.

Yerinde eda edilmeyen secde, kendisi ile arasında tam bir rek´-at boşluk bulunan secdedir.

Bir kimse, rek´atin veya secdenin terkinde şüpheye düş­tüğü zaman, o kimse secde ile rek´atin arasını cem´eder. Böylece, kesin bilgisi sebebi ile üzerinde bulunduğundan çıkmış olur. Bu durumda, secdeyi rek´ate takdim eder; eğer rek´ati secdemin Önüne geçirirse, o kimsenin namazı fasid olur.

Bir kimse, vacip iie bid´at arasında tereddüt ederse, ihti­yaten secdeyi yapar. Bu kimse, bidatle sünnet arasında tereddüt ederse, secdeyi terk eder.

Bir kimse, terk ettiği secdelerle, eda ettiği secdelere ba-Jcar; hangisi az ise, ona itibar eder. Çünkü, az olana itibar etmek daha kolaydır. Serahsi´nin Muhiyt´inde de böyledir.

Sabah namazım kılan bir kimse, namazın sonunda secde­nin birini yapmadığını hatırlasa, bu kimsenin secdeyi yapması, sonra teşehhüdü okuyup, selam vermesi ve sehvi için de secde et­mesi lazımdır.

Şayet, unuttuğu secdenin, birinci rek´ate ait bir secde olduğu­nu bilirse, böyle olduğuna rey´ide varsa, —bu secdeyi— kaza etmeye niyyet eder.

Şayet, bu secdenin birinci rek´ate mi, ikinci rek´ate mi ait ol­duğunu bilemez ve bu husustaki taharrisi (=araştırması) da bir netice vermezse veya ikinci rek´ate ait olduğunu bilirse, kazaya niy­ eylemez.

Bu kimse, her rek´attan birer secde olmak üzere, iki secde ter-ketmiş olduğunu hatırlasa veya bu^ iki secdeyi de ikinci rek"atta terketmiş olduğunu bilse, bu kimse iki secde yapar, teşehhüd okur ve sonra da sehivden dolayı secde eder.

Fakat, bu kimse, iki secdeyi de birinci rek´attan terk etmiş ol­duğunu bilirse, bir rek´at daha namaz kılar.

Bu kimse, terk etmiş bulunduğu bu iki secdenin hangi rek´ate ait olduğunu bilmezse, birinci rek´atin secdeleri diye niyyet eidip, iki secde yapar ve sonra bir rek´at daha namaz kılar.

îmâma ikinci secdede vetişmiş olan kimse, birinci rek´ata yeti-şememiş sayılır. Çünkü iki secde, birinci rek´ati zımmına almış olur. Bu rivayetlerden biridir. Diğer bir rivayette ise, ikinci rükû´u içine alır. Buna göre ise, o kimse birinci rek´ate yetişmiş olur.

Bir kimse, bu secdeleri hangi rek´atten terk ettiğini bilemezse, bu durumda iki secde yapar; teşehhüdü okur; selam verir ve sonra kalkıp bir rek´at daha kılar; teşehhüdü okur ve selam verir; sehvin­den dolayı da secde eder.

Bir kimse, şayet üç secde terk ettiğini hatırlarsa, bir secde edip kalkar; bir rek´at daha kılar; sonra teşehhüdü okur; yapmış bulun­duğu bu secdede kazaya niyyet etmez.

Bu kimse, dört secdeyi terk ettiğini hatırlarsa, bu durumda iki secde yapar ve bir rivayete göre, buna, önceki rükû´u da ilave eder. Diğer bir rivayete göre ise, hem ikinci rükû´u iiave eder ve hem de ikinci rek´atı kılar. Hulâsa´da da böyledir.

Akşam namazını kılmakta olan bir kimse, secdelerden bi­risini terk etmiş olsa, üzerinde olan secdeye niyyet ederek bir secde yapar. Sonra teşehhüdü okur ve selam verir. Daha sonra da sehiv secdesi yapar.

Akşam namazında iki secdeyi terketmiş olan kimse, bunların, bir rek´atin secdesi mi, yoksa iki rek´atin secdesi mi olduğunu bile­mez ve araştırması da bir netice vermezse, üzerinde bulunana ve ka­zaya kalmış olana niyyet ederek, iki secde yapar. Sonra teşehhüdü okur ve bir rek´at daha kılar. Sonra, yine teşehhüdü okuyup, selam verir ve sehiv secdelerini yapar. Bundan sonra da, teşehhüdü okuya­rak selam verip, namazını tamamlar.

Bu kimse, üç secde terk etmiş olursa, yukarıda açıkladığımız gi­bi taharride bulunur (araştırır), araştırmasından bir netice hasıl olmazsa, her secdenin arkasından müstahafckı kadar oturarak, üç secde yapar. (Şayet, oturmazsa namazı bozulur.) Sonra kalkıp bir rek´at namaz kılar ve oturup teşehhüdü okuduktan sonra selam ve­rir. Sehivden dolayı .da secde eder.

Akşam namazım kılmakta olan kimse, şayet dört şedde terk et­miş olsa ve bunları iki -rek´atte mi yoksa üç rek´atte mi terk ettiğini bilemese, her secde arasında müstahakkı kadar oturarak iki secde eder. Sonra kalkıp bir rek´at namaz kılar ve oturup teşehhüdü okuduktan sonra yine kalkarak bir rek´at daha kılar. Daha sonra oturup, teşehhüdü okur; selam verir ve sehiv secdesi yapar.

Bu kimse, beş secde terk etmiş olursa, bir secde eder ve ona bir secde daha katar. Sonra bir rek´at namaz kılar; teşehhüdü okur ve sonra da üçüncü rek´ati kılar; teşehhüdü okur ve daha sonrada

sehiv secdesi yapar.

Şeyhü´l - İslâm Hâzerzâde: «Bu, tek secde ile kayıtladığı rek´-aita niyyet edip, o rek´atin rükû´una varana kadar olan zamandadır. Fakat, bir kimse secde ettiği halde niyyet etmez ise, namazı fasid olur.» demiştir.

Dört rek´atli namazların hükmü, iki rek´atli namazların hükmü gibidir. Bir secde, iki secde veya üç secde terk edildiği zaman, üç rek´atli namazların hükmü gibi de olur. ZâMttfyye´de de böyledir.

Bir kimse, dört secde terk eder ve bunları nasıl! terk ettiğini bilmez ise, dört defa.secde eder. Her secde arasında da farz miktarı oturur. (Şayet bunlardan birisini terk ederse, o kimsenin namazı fa­sid olur.) Sonra, bu kimse, bir rek´at kılıp oturur; teşehhüdü okur; sonra kalkıp bîr rek´at daha kılar. Oturup teşehhüdü okur; selâm verir ve sehiv secdesi yapar.

Bir kimse, beş secde terk etmiş olursa, üç secde yapar ve oturmaz. Sonra iki rek´at namaz kılar ve her rek´atte ihtiyaten otu­rur.Bir kimse, eğer altı secde terk etmiş olursa, iki secde ya­par; oturmaz. İki rek´at daha kıldıktan sonra oturur. Sonra, bir rek´at daha- kılar.

Yedi secde terk etmiş olan kimse, bîr secde yapar ve sonra üç rek´at daha kılar. Bu, secde ile kayıtlamış bulunduğu rek´ate niy yet etmiş olduğu zamandır. Eğer, nryyetsiz olarak, unutarak secde eder ve sonra hatırlarsa, iki secde yapar. Bunlardan birine, —birin­ci rek´ati katana kadar— üzerinde olan secdeye diye niyyet eder. İkinci secde ile de, ikinci rek´ati niyyet eder. Böylece iki rek´at kıl­mış olur. Sonra üçüncü rek´ati kılıp ve teşehhüdü okur ve daha son­ra da dördüncü rek´ati kılarsa, namazı caiz olur.

Bir kimse, sekiz secdeyi de terk etmiş olsa, iki secde yapar ve kalkıp üç rek´at daha kılar.

Sabah namazını üç rek´at kılan ve ikinci rek´atte oturma mış olan veya oturduğu, halde secdeyi terk etmiş bulunan ve nasıl terk ettiğini de bilmeyen kimsenin kılmış olduğu bu namaz fesada gider.

Şayet bu kimse, iki secdeyi terk etmiş olursa, durumu hakkın­da iki kavil vardır. Bu kavilerden esahh olanı ise, o kimsenin nama­zının fesada gitmiş olduğudur. Üç secdeyi terk etmiş olan kimsenin durumu da böyledir.

Fakat, bu kimse, dört secdeyi de terk etmiş olursa, namazı fe­sada gitmez, iki secde yapıp oturur ve bir rek´at daha namaz ki-ar.

Öğle namazını beş rek´at kılıp, secdelerden birini terk et­miş olan kimsenin namazı fasada gider. Keza, bu kimse, iki, üç, dört veya beş secde terk etmiş olsa, yine namazı fesada gider.

Bu kimse, şayet altı secde terk: etmiş olsa, namazı fesada git­mez. Bu durumda, bu şahıs, öğle namazını dört rek´at olarak kılıp, secdelerin dördünü terk etmiş olan kimse gibidir. —Ki bu mevzu yukarıda geçmişti.

Bu kimse yedi secde terk etmiş olursa, yine namazı bozulmaz. Bu kimse, üç secde yapar ve iki rek´at daha namaz kılar.

Bu kimse, sekiz secdeyi de terk etmiş olursa, iki secde yapar ve üç rek´at daha kılar. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir.

Öğle namazım beş rek´at kılan bu kimse eğer dokuz secdeyi terk etmiş olursa, bir secde yapar ve bir rek´at namaz kılıp oturur. Bu oturuş sünnettir. Sonra iki rek´at daha kılar ve müstahık-ki Kadar oturur.

Bu kimse, on seode terk etmiş olsa, iki secde yapar ve sonra üç rek´at daha kılar. Sehvinden dolayı da secde eder. Zahîriyye´dc de

böyledir.

Akşam namazını dört rek´at kılmış olan kimsenin namazı fasid oJur. Bir kimsenin bu namazda; iki, üç veya dört secdeyi ter-ketmiş olması halinde, iki kavil vardır.

Şayet, bir kimse, beş secde terk etmiş olursa, namazı bozulmuş olmaz. Bu kimse, üç secde yapar ve bir rek´at kılar.

Bu kimse, altı secdeyi terk etmiş olursa, iki seode yapar ve son­ra iki rek´at daha namaz kılar. Bu hâl, akşam namazını üç rek´at kı-iıp iki secdeyi terk etmiş olan şahsın durumu gibidir. Serahsî´nin Muhıyt´inde de böyledir. [34]



--------------------------------------------------------------------------------
[1] Feteva-i Hindiyye







Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)