Thread Rating:
  • 19 Vote(s) - 2.84 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
islam Dini Nedir Hz. Muhammed in Dini ve Kuran
#1
Oku-1 
islam Dini Nedir Hz. Muhammed in Dini ve Kuran

İslam[a] (Arapça: اَلْإِسْلَامُ, romanize: Bu ses hakkında el-’İslām (yardım·bilgi), Arapça telaffuz: [ɪsˈlaːm]), tek tanrı inancına dayalı en yaygın İbrahimî dinlerden biridir.[5] İslam inancında, Allah'ın elçisi olduğuna inanılan Muhammed aracılığıyla 7. yüzyılda ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Günümüzde İslam, dünya nüfusunun %24,1'ine tekabül eden 1,8 milyardan fazla takipçisi ile yeryüzünün, Hristiyanlıktan sonra ikinci büyük dini olma ünvanına sahiptir. Takipçilerine, "iman etmiş" veya "inanan"[6] anlamlarına gelen mü'min, veya "Allah'a teslimiyet gösteren" anlamına gelen Müslüman[7][8] denir.

İslam inancına göre, İslam'ın mukaddes kitabı Kur'an'ı oluşturan ayetler ve sureler Cebrail isimli melek aracılığıyla sözlü olarak Muhammed'e vahyedilir. İslam'ın temelinde, tevhid inancı yatar ki bu kavram ilah olarak Allah'ın varlığına eşi ve benzeri olmadığına inanmak anlamına gelir.

Başlarda siyasî, sonra da teolojik-kavramsal farklılıklar kazanmış olan Şiîlik ve ana akımı temsil eden Sünnilik, başlıca İslam mezheplerini oluşturur. İslam toplumlarında kelâm ve fıkıh konuları ile ilgili çok sayıda mezhep bulunur.

Muhammed, İslam dinini yaymasının yanı sıra daha sonraları halife ve hanedanlarca yönetilen bir İslam Devleti de kurmuştur. İleride imparatorluğa dönüşen bu devletin bölünmesiyle farklı bölgelerde yeni Müslüman devletler oluşmuştur.

Etimoloji

İslâm Arapçada "س ل م‎ (sin, lam, mim)" kökünden gelir.[5][9] bu kökten türeyen "teslimiyet" anlamına gelir. Sonuçta İslâm, "teslimiyet"[5] anlamına gelirken Müslüman da "teslim olan" demektir; burada teslim olunan tek Tanrı olduğu kabul edilen Allah'tır.[9][10][11] Sözlükte "kurtuluşa ermek, boyun eğmek, teslim olmak; teslim etmek, barış yapmak" anlamlarındaki selm kökünden türemiş olan İslâm'ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe kelimeyi "boyun eğmek (inkıyat) ve itaat etmek" şeklinde açıklamıştır. Sonraki kaynaklara da genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş, "sulh ve selâmet gayesiyle boyun eğmek, tâbî ve teslim olmak" manaları öne çıkarılmıştır.[12].

Müslüman kelimesi Arapça kökenli müslim kelimesinin Farsça dil bilgisi kurallarına göre çoğulu olan Müslimân'dan gelir.[13] Ancak Türkçede tekil olarak kullanılır ve çoğulu Müslümanlardır.

İnanç esasları, inançlar

Sünnilikte (Ehl-i Sünnet)

Sünnilikte inanç esasları, amentü (İmanın Şartları) olarak adlandırılır. Klasik kelam mezhepleri imanın şartlarından birini kabul etmeyen kişiyi kâfir veya mürted sayarlar. Kur'an'dan alınarak özetlenen iman esasları şunlardan oluşur:[14][15]

Allah'a iman,
Meleklere iman,
Mukaddes kitaplara iman,
Peygamberlere iman,
Kıyamet gününe, ölümden sonra dirilmeye ve ahirete iman.
Kaza ve kadere iman.

Şiilikte (Şîa)

Muhammed'in vefatından sonra devlet idaresinin Ali'ye ve soyundan gelenlere ait olduğuna inanan topluluk.

Şiilikte inanç esasları, usul-i din olarak adlandırılır ve genellikle 5 unsur ile tanımlanır.[15]

Tevhid - Allah'ın varlığı ve birliğine inanmak,

Adalet - İyi ve kötü olan şeylerin bir hikmetinin olması ve olayların arkasındaki hikmetin Allah tarafından bilinirken her zaman insanlarca anlaşılabilir bir mahiyette olmaması; iyi ve kötü şeylere karşı Allah'ın insanlara iyi olanları yapmalarını emretmesi ve bunun karşılığında onları mükâfatlandırması.

Adalet Şiilikte özel bir anlam içerir. Şiilikte eşyanın bazısının doğası hasebiyle içten iyi, bazısınınsa kötü olduğu inancı mevcuttur. Olayların arkasında her daim gizli bir hikmet yatmaktadır ve kul her ne kadar bu hikmete nail olmaya çalışmalıysa da bunu tamamen anlaması pek mümkün değildir. Kişilerin yaptıkları eylemlerde hür olduklarının, Allah'ın da adalet sıfatı sebebiyle kişilerin iyi eylemlerine iyi, kötü eylemlerine karşı kötü bir sonuç yaratmasının "zorunluluk" olduğu görüşündedirler. Yani Allah adalet sıfatından dolayı iyiliği her daim iyilik, kötülüğü ise kötülük ile sonlandırır.

Nübüvvet - Peygamberlere iman,

İmamet / Hilâfet - Allah'ın Ehl-i beytten olan belirli şahısları insanlığın önderi (imam, halife) olmak için önceden seçtiğine inanmak. Bu inanç dolayısıyla Sünnilikte bir çeşit kutsallık atfedilen Ali'den önceki halifeler ve Muaviye sonrası Ehli Beyt soyuna halifeliği teslim etmeyen kişiler makamı gasp eden ve ehli beyte zulüm ve haksızlık yapan kişiler olarak tanımlanırlar ve onlardan uzak durulur. (Teberra) Şii inancında Ali ve onun soyundan olan belirli kişilerin gerçek imamlar olduğuna, bunun dinî bir gereklilik olduğuna inanılır ki bu gerekli vasıflara uyan herkesin imam olabileceğini öne süren Sünni fikriyatından çok farklıdır ve iki mezhep arasındaki en büyük farktır.

İmamet unsuru Şiilikte iman esaslarından biridir. Şii mezheplerinde imamet konusu yorumlama ve kimlerin imam sayılıp sayılmayacağı hususları bazı farklılıklar arz eder. Şiilikte imamların masumiyeti, yanılmazlığı, sözlerinin dinde delil kabul edilmesi sebebiyle konu ayrıca önemlidir.

Mead - Kıyamet gününe inanmak.

Bunların dışında şart olarak sıralanmasa da, Şiilerde meleklere ve kitaplara inanılır. Kadere iman Şiilikte yoktur ve Kur'an'da geçmemektedir

Allahü Teala

İman esaslarının birincisi ve diğerlerinin temeli Allah'a, onun varlığına, yaratıcı olarak ibadet edilmeyi hak eden tek tanrı olduğuna, onun dışında ibadet edilen her şeyin ise batıl olduğuna inanmak, yani tevhiddir. İslam'a göre içerisindeki her şeyle birlikte evrenin yaratıcısı doğma ve doğurma sıfatlarından münezzeh, tek tanrı olan Allah'tır. Varlığı ezeli ve ebedidir. Her şeye gücü yeter. Allah'a iman, İslamiyet'teki iman esaslarının birincisidir.

İslam' toplumunda Allah ismi tanrının özel adı gibi kullanılmakla birlikte Allah için kullanılan başka isimler de vardır. Bu isimlerden derlenen 99 tanesi özel bir şekilde ele alınır ve birçoğu Kur'an'da Allah için kullanılan ifadelerden köken alan bu isimlere topluca "Güzel İsimler" anlamına gelen Esma-ül-Hüsna denir.[16]

Kelam, İslam inanç felsefesini oluşturan bilim dalının adıdır. Tanrı hakkında teşbihi antropomorfik bir dil kullanılıp kullanılamayacağı konusunda Yahudi, Hıristiyan ve İslam düşünce tarihinde oldukça yoğun tartışmalar olmuştur. Kutsal kitaplarda Tanrı’yı hem teşbih eden hem de tenzih denilen olumsuzlama örneklerine rastlanmaktadır. Üç dinin de bu konuya yaklaşımını incelediğimizde hem Kur’an’ın hem de Kitab-ı Mukaddes’in olumsuz nitelemeler yanında olumlu nitelemeleri çok daha fazla kullanıldığı görülecektir; yani vahiyde tenzihten çok teşbih vardır.[17]

Allah inancı ve diğer inanç sorunları üzerinde kelamcılar ve imamlar tarafından yürütülen tartışmalar sonucunda birçok kelam ekol ve mezheplerinin ortaya çıktığı görülür:[18]

Şii-sufi ekol: Sembolik ifadelerle Allah'ın anlatılmasını onaylar.
Mücessime, müşebbihe, selefi, vahhabi: Kur'an ve hadislerde geçen "antropomorfik" anlatımları gerçek olarak değerlendirmiş, ve Tanrı'nın bazı ad veya fiillerine insansı etkiler atfetmişlerdir. Allah'ı teşbihlerle anlatır, Ona el-yüz atfeder ve Arşta oturduğunu kabul ederler.
Maturidi-Eşari: Sınırlı bir insan-tanrı benzerliğini kabul eder; görme, işitme gibi.
Mutezile - Cehmiyye: Tevhide aykırı bularak Allah'ın herhangi bir şekilde insana benzetilmesine karşı çıkar ve mutlak soyutlama yapar.[19][20]

Melekler ve ruhaniler

İslam inancında, melekler Allah'ın kendisine ibadet etsinler ve emirlerini yerine getirsinler diye nurdan (tanrısal ışıktan) yarattığı üstün, nuranî ve ruhanî varlıklardır.[21] Allah onlara özel görevler vermiştir. Büyük meleklerden Cebrail, Allah'ın katından peygamberlere vahiy (mesaj/kitap) indirmekle; Mikâil, doğa olaylarıyla; İsrafil, Kıyamet Günü ve yeniden diriliş günü Sûr'a üflemekle; ölüm meleği olan Azrail, hayatı sona erdirmekle görevlidir[22].

İslam kültüründe melekler dışında, iyi ve kötülerinin bulunduğuna ve değişik kılıklara girebildiklerine inanılan cinler, bulunur. Kur'an'da 72. sure Cin Suresidir ve birçok Kur'an ayetinde onlardan bahsedilir. Muhammed de insanların ve cinlerin peygamberi şeklinde vasıflandırılır.

Şeytan ve iblis Kur'an'da değişik ayetlerde geçer. Müslümanlar, her Kur'an okumaya başladıklarında Euzü Besmele çekerek[23],(Allah'ın huzurundan) kovulmuş veya lanetli şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar.

Peygamberlik

İslam'da diğer Semavi dinlerin de zaman zaman İslam olarak adlandırıldığı, yoldan çıkan ve sapıtan insanları Allah'a çağırmak için bazılarının adı Kur’an'da anılmış olan peygamberler gönderildiğine inanılır. Hristiyanlık ve Musevilikte aziz, din büyüğü, ata ya da siyasî şahsiyetler olarak kabul edilen bazılarından da peygamber olarak bahsedilir[24] ve onlara dair kıssalar büyük benzerlik gösterir.[25]

İslam’a göre insanın ve peygamberlerin tarihi ilk insan ve peygamber sayılan Âdem'le başlar. Son peygamber ise Muhammed'dir. Kur'an'da peygamberlerin sayısına dair bir ifade bulunmaz ve 25 peygamber ismen anılır. "And olsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar." (Mümin: 78)[26] Hadislerde peygamberlerin sayılarıyla ilgili çokluk ifade eden rakamlar verilir.[25]

İslam'da peygamberlerin birtakım üstün sıfatlar (zekâ, anlayış, doğruluk, günahsızlık, vb.) ile donatıldıklarına mucizeler göstererek insanları doğruya çağırdıklarına, Muhammed'in geleceğini ve Kıyamet'i haber verdiklerine inanılır. Bunlardan Adem, ilk peygamber olmasıyla; Nuh, tufan olayıyla; İbrahim, tevhid mücadelesiyle; Yusuf, kendi adını taşıyan kıssasıyla; Musa, Davut, İsa ve Muhammed ise getirdikleri şeriat ve kitaplarıyla öne çıkarlar. Musa'ya Tevrat, Davud'a Zebur, İsa'ya İncil'in indirildiğine inanılır.

İslam'da peygamberlik misyonu iki kategoride değerlendirilir: Nebiler ve resuller. Buna göre resuller kendileriyle birlikte yeni bir şeriat (dinî hükümler) gönderilen, Allah'ın elçileri olarak tanımlanır.[27][25] Her resulün nebi olduğu, buna karşılık her nebinin resul olmadığı söylenir. Nebiler şeriat getirmedikleri için kendilerinden önceki son resulün şeriatına uyar. Bu anlayışta Muhammed bir resul, İslam şeriatı da son ve geçerli sayılan tek şeriattır.[25][27]

Hz. Muhammed

Muhammed bin Abdullah (d. 570/571 - ö. 632)[28][29], İslam'a göre son peygamberdir ve kendisine Allah tarafından Kur'an'ın vahyedildiğine inanılır.[28] Resul bir peygamber[28] olarak ortaya koyduğu şeriat Müslümanlar tarafından uymakla yükümlü olduklarına inanılan son şeriat sayılır. Mekke'de 570 ya da 571 yılında doğmuş, Veda Hutbesi'nden sonra Medine'de 632 yılında vefat etmiştir.

İslam inancında diğer din mensuplarının, önceki peygamberlerin getirdiği dini tahrif etmelerinden dolayı Muhammed'in Allah tarafından aynı mesajın bazı tamamlayıcı değişikliklerle ve mükemmel bir din olarak yeniden gönderildiğine inanılır. Müslümanlar tarafından Muhammed son peygamber veya Ahirzaman peygamberi olarak tanımlanır: "Muhammed yalnızca bir elçi ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)

Muhammed'in söz ve fiilleri (hadis ve sünnet), Kur'an'ın yanında ikinci derecede kaynak kabul edilir ve İslam hukukunun iki temel kaynağından biri sayılır.[30][31]

Kutsal metinler


Müslümanlar Allah'ın peygamberleri aracılığıyla içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren ayetler ve sözler bulunduğuna, inandıkları dini metinlere inanırlar. Bunlar Adem, Şit, İdris ve İbrahim'in sahife (tablet)leri ile Musa, Davut, İsa ve Muhammed’in Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an ismi verilen Kutsal kitaplardır.

Kur'an

Kuran-ı Kerim İslam peygamberi Muhammed'e Allah tarafından melek Cebrail aracılığıyla gönderildiğine inanılan kutsal kitaptır.[32][33] Müslümanlar "Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız" ayetine dayanarak Kur'an'ın orijinal olduğuna değiştirilmediğine inanırlar;[34] Kur'an'da dini emir (farz) ve yasaklar (haram), sosyal düzenlemeler, nasihatler, teşvik ve korkutmalar ile önceki peygamberlerin hikâyeleri içerik olarak önemli yer tutar. İslam inançları ve şeriatın ana kaynağı Kur'an'dır.

Kur'an ayetleri sure adı verilen bölümleri oluşturur. Kur'an'da 114 sure bulunmaktadır.[32] Kronolojik olarak Kur'an'ın ilk yazılan ayetin Alak suresinin birinci ayeti olduğuna inanılır: "Oku O yaratan Rabbinin adıyla!"[35]

Kur'an ayetlerinin ne şekilde anlaşılması ve yorumlanması gerektiği ile ilgili mezheplerin değişik görüşleri olmuştur[kaynak belirtilmeli]:

Kur'an ayetlerinin yorumlanmasına karşı çıkan ve sadece anlaşıldığı üzere ve dış şekliyle tatbik edilmesi görüşü; Selefilik ve Zahirilik,
Ayetlerde derin anlam ve işaretlerin bulunduğu ve asıl anlamlarının bunlar olduğu görüşü; Batıni-tasavvufi ve hurufi görüşler,
Ayetlerin akıl ile yorumlanması, Akılcılar (Mutezile),
Ayetlerin akıl ve nakil ile birlikte yorumlanması; Hanefiler
Ayetlerin nakil ile yorumlanması; Nakilciler, hadis ve sünnetçi (Sünni)ler,
Nakli reddeden ve sadece Kur'an'ı kaynak kabul eden Kur'ancılar.

Kıyamet ve ahiret

Dünyanın sonu olan Kıyamet gününe, ve yeniden diriliş ve hesaba çekilme zamanı olan ahirete iman İslam'ın temel inançlarındandır. Ahiret günü; Allah'ın insanları yeniden diriltip bir arada toplayacağı gündür. O gün insanlar ya nimetleri bol olan Cennet’e ya da elem verici azabın olduğu Cehennem'e gireceklerdir. Kur'an'da ahirete iman çeşitli ayetlerde vurgulanmış, Bakara suresi 62. ayette ise Allah'a inançla birlikte kurtuluşa erecekleri tanımlamakta kullanılmıştır:

"Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır."[36]

Kader
Ana madde: Kader


Kadere iman; hayır veya şer, her işin Allah'ın irade, takdir ve yaratmasıyla olduğuna inanma şeklinde tarif edilir. Sünni İslam ilahiyatında Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak her şeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve bu bilgilerin miktar, ölçü anlamında bir deyim olarak Kur'an'da da geçen, “Levh-i Mahfûz”da yazılı kader olduğuna, zamanı geldiğinde de bu bilgilerin kuvveden fiile çıktığına (kaza) inanılır.

Kader Kur'an'da imanın bir unsuru, parçası olarak geçmez. Bununla birlikte Cibril Hadisi'nin bazı sürümlerinde Muhammed imanı tanımlarken kader de geçmektedir.[37] Kadere iman Sünni İslam âlimleri tarafından imanın şartlarından birisi olarak görülür iken, Şiilikte "usul-i din"den değildir.

Kader, kelamcılar arasında en çok tartışılan konulardandır. Kaderin iman tanımı içerisinde geçip geçmemesi gerektiği yanında, kadere karşı insan iradesinin gücü, kaderin değişip değişmeyeceği ve kader karşısında insanın sorumluluğu gibi konular uzun tartışmalara sebep olmuştur. Mutezile ve Kaderiyye mezhepleri katı kaderci Cebriyye mezhebinin tam karşısında yer almış ve kaderi reddetmişlerdir. Sünni mezhepleri ise kadere inanmayı esas almakla birlikte kelamcı gelenek, bu inanışı insanın iradesi ile dengelemeye çalışan açıklamalara yer vermişlerdir.

İbadet (kulluk, tapınma)

İslam'da inanan insanların Allah'a ibadet etme ile ilgili birtakım dini yükümlülüklerinin bulunduğuna inanılır. Bununla beraber bu yükümlülükler mezhepten mezhebe değişir. Namaz, oruç, hac, kurban kesme gibi ibadetler İslam öncesi Araplarda da bulunmaktaydı. İslamiyet bu tapınmaların bir kısmını korumuş, bazılarını yeniden düzenlemiş, bazılarını ise kaldırmıştır.[38]

Sünni İslam anlayışına yol gösteren bir hadise göre İslam'ın beş şartı bulunur ve inananlar için bunları yerine getirmek farzdır. Bu yükümlülükleri terkedenler İslam'da büyük günah işlemiş olurlar. Bu yükümlülüklerin akil-baliğ veya reşit olma ile başladığına inanılır. Abdullah bin Ömer'in rivayet ettiği Cibril Hadisinde[39] melek Cebrail sahabelerden Dıhye kılığına bürünerek peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder, peygambere çeşitli sorular sorar:

"' şöyledir; "Ya Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu söyle!' Muhammed: 'İslam; Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna tanıklık etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir' buyurdu. O zat: 'Doğru söyledin' dedi." '"[37]

Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin zamanları ve miktarları İslam mezheplerinde bazı farklılıklar gösterir. Kişi, yaptığı her ibadetle sevap kazanırken farz olmasına rağmen yapmadığı ibadetlerle günaha girer.[40]

İbadetin İslam akidesinin bir parçasını teşkil edip etmediği hususunda değişik görüşler vardır:

Maturidiyye ve Eş'ariyye gibi Sünni akaid mezheplerine göre ibadet, imanın ve dolayısıyla akidenin bir parçası değildir; kişinin ibadetlerini aksatması veya ibadet etmemesi onu dinden çıkarmaz.[41]
Selefiyye, Hariciyye, Mutezile, Zeydiyye gibi mezheplere göre ibadet, imanın bir parçasıdır.[42][43] İbadetin seviyesine göre imanın artıp eksilebileceği veya zayıflayabileceği de ileri sürülmüştür.[44][45][46]

Bu değerlendirmelerin pratik uygulamada karşılıkları bulunur. Buna göre İslam'da namaz, oruç veya zekat gibi ibadetlerin terki durumunda uygulanacak şer’i ceza işlemleri ve kişinin cezaen öldürülmesi sonrasında bu kişilerin cenazelerine yapılacak işlemleri de şekillenir. Şöyle ki bu kişiler mürted kabul edildiklerinde cenaze namazları kılınmaz, Müslüman mezarlığına gömülemez, miras bıraktıkları devlet hazinesine kalır.[47][48][49] Fıkıhçılar İslam'ın beş şartından birisi kabul edilmesine rağmen hac görevini yerine getirmeyen Müslümanlar için herhangi bir ceza öngörmemişlerdir.

Hanefilere göre İslam'ın uygulanmasına dair ihmal veya ret içeren eylemlerde kişinin kanatılıncaya kadar dövülmesi veya ölünceye kadar hapsedilmesini de içeren tazir cezaları ile cezalandırılması gerekir, öldüklerinde cenazelerine Müslüman cenazesi muamelesi yapılır.[50][51][52]

Şafii, Maliki mezheplerine göre namazı terk etmek ceza miktarı ve şekli Kur'an ve sünnetle belirlenen suçlardandır ve terk eden “had” uygulanarak öldürülür. Ancak cenazelerine Müslüman cenazesi muamelesi yapılır, miras bıraktıysa mirasçılarına paylaştırılır.[50][51]

Hanbeli mezhebinde ise namazı terk eden ve bunda ısrarcı olan kişiler mürted kabul edilerek mürtedlere kılıçla öldürme şeklinde uygulanan “had cezası” tatbik edilir, cenaze namazı kılınmaz ve ceset Müslüman mezarlığına gömülmez.[51][53]

Kelime-i şehadet

İslam'ın ilk şartı, tanrı olarak sadece Allah'a inanmak ve Muhammed'i onun elçisi kabul etmek anlamına gelen kelime-i şehadeti getirmektir.


Namaz

Namaz (Arapça: صلاة Salah) İslam'ın her inanana farz kıldığı bir ibadetdir. Kur'an'da günün belli vakitlerinde[54][55] abdestle birlikte[56] duaya kalkılması ifadesi bulunur. Kur'an’a göre namaz Allah'ı anarak teslimiyetin gösterildiği bir arınma biçimi ve İbrahim'e öğretilen bir ibadet şeklidir.[56][57]

Farz fıkıh dilinde Kur'an'ın açık olan ve yoruma dayanmayan emirlerine denir. Günlük 5 vaktin farz olduğu inancı, Kur'an'ın emirleri, yorum ve hadislere dayanan ve Sünni İslam toplumlarınca benimsenen bir uygulamadır.[58]

Şii ve Kur'ancılar (hadislerin dini referans olmasını reddeden grup) günlük 3 vakit namaz kılarlar.[59][60][61][62] Ancak bu üç vakit namaz'ın hangileri olduğu konusu da çok açık değildir. Örneğin bu üç vakte bir anlayışa göre öğle-ikindi, akşam-yatsı ve sabah olarak, bir başka uygulamada akşam, yatsı, ve sabah olarak rastlamak olasıdır.[63] Prof. Dr. Süleyman Ateş'e göre Kur'an'da geçen namazlar sabah, akşam ve gece namazı (teheccüd)ından ibarettir.[64] Alevilikte ise namaz reddedilmemekle birlikte herhangi bir şart (vakit, şekil, kıble, vb.) belirtilmemiştir.[65]

Zekât

Dini terminolojide "asli ihtiyaçlar" dışında nisap miktarı mala sahip olan ve zengin sayılan Müslüman'ın, bu zenginliği üzerinden 1 tam yıl geçtiğinde vereceği şartları ve oranları belirlenmiş zorunlu bir ödemeyi ifade eder. Ayrıca ödenmesi mecburi olmayan, belirli şartlarla kısıtlanmayan bağışlar için de sadaka kelimesi kullanılır. Tevbe suresi 60. ayetinde zekatın verileceği sayarken kullanılan kelime ise bu anlayışın aksine sadakadır; "Sadakalar, Allah'tan bir yükümlülük olarak, yoksullara, düşkünlere, bu konuda çalışan görevlilere, sempatizanlara, kölelerin özgürlüğü için, borçlulara, Allah yoluna ve yolda kalmışlara verilmeli. Allah Bilendir, Bilgedir."[66]

Fıkıhta kişinin zengin sayılması için ev, bina, elbise, ev eşyaları, bir yıllık yiyecekleri gibi asli ihtiyaçları dışında sahip olması gereken 80 gr altın veya eşdeğer mal miktarına nisap denir. Asli ihtiyaçlar kişinin yaşadığı zaman, mekan, sosyal çevre ve anlayışa göre değişkenlik gösterir.

Müslümanlar arasında zekat bir vergi midir, yoksa bir ibadet midir tartışması bulunur.[67][68][69][70] Zekatın bir vergi olduğu anlayışına göre Şeriat yönetimi altında bulunmayan Müslümanların, yaşadıkları ülkenin vergi yasalarına göre vergi ödedikleri için dini açıdan ayrıca zekat ödemelerine gerek bulunmamakta, ibadet olarak değerlendirilmesi durumunda ise ödemeleri gerekmektedir. Zekatın şartları ve miktarı belirli, zorunlu bir ödeme türü olması onun "bir çeşit vergi" olarak anlaşılmasının temel dayanağıdır.

Oruç

Oruç, niyet edip imsak vaktinden (alacakaranlık) akşam günbatımına dek, bir şey yeyip içmemek ve cinsel aktiviteyi terk etmek olarak tanımlanır. Oruç tutmak, sadece Ramazan ayı boyunca farz kılınmış, bayram günleri haricinde de faziletli olarak görülmüştür.[71] Kur'an'da oruç Bakara suresinin şu ayetleri ile emredilmiştir:

183. "Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz."

184. "Sayılı günlerde olmak üzere. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa diğer günlerde kaza eder. Oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir."

185. "Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa başka günlerde kaza etsin."

187. "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Sabahın beyaz ipliği, siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın."[72]

Hac

Zilhicce ayında, Arafat'da dua edilmesi, Kabe'nin ziyaret edilmesi, şeytan taşlama ve kurban kesilmesi gibi bazı uygulamaların belirli kurallar içinde ve bir arada yapıldığı, yalnızca zengin müslümanlara farz olan bir ibadettir. Şeriat hukukunda namaz, oruç, zekat gibi farz kabul edilen dini hükümleri yapmayanlar veya terkedenler için belirli cezalar öngörülür iken hac yapmayanlar için benzer yaptırımlardan söz edilmez. Şu ayetler ile Hac emredilmiştir:

"Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olursa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman tam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir." (Bakara suresi:196)
"İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin." (Hac suresi: 27-28)

Şiilikte İslam'ın şartları

Şiilikte Füru-ı Din denilen dini emirler Sünnilikte farz olan Namaz, Oruç, Hac ve Zekât'a ilave olarak, Hums, Cihat, Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i anil münker, Tevella, ve Teberra olarak sıralanır.

Hums

Şiîlikte sahip olunan eşyanın veya kârın beşte birlik değerine denk gelen bir vergidir. Dayanağı Enfal Suresi 41. ayetidir;

"Şunu da bilin ki, eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun çarpıştığı gün kulumuza indirdiklerimize iman etmiş iseniz, "ganimet" olarak aldığınız herhangi bir şeyin "beşte biri" Allah'a, peygambere, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir."

Sünnilikte hums "ganimet malı" olarak savaşta el konulan malların beyt-ül mal denilen hazineye devredilmesinden ibarettir. Nereye harcanacağına da emir sahipleri olan yöneticiler karar verir.

Şii inancında ise bu vergi Muhammed'in bir yakını veya soyundan gelen bir kimse[73], yetimler, ihtiyaç sahipleri veya yurdundan ayrı düşmüş ve yurduna dönecek maddi imkânı bulunmayan kişilerin hakkı olarak tanımlanır.[74] Ayette geçen "ganimet" sözcüğü Şiilerde ise genel bir "kâr"ı ifade eder ve bu sebeple kârın söz konusu olduğu her durumda beşte birlik bir kısım vergi olarak ayette belirtilen yerlere verilmelidir.[74].

Cihat


Emr-i bi'l ma'rûf ve Nehy-i anil münker

İyiliği emretmek ve kötülükten menetmek demektir. İnananların diğer kişileri Allah'ın emrettiklerine davet etmesi, iyi şeyleri emir veya nasihat etmesi, kötü şeylerdense alıkoyması, men etmesidir. Bu iki kural Kur'an'da anlamsal açıdan benzer şekillerde (Âl-i İmrân suresi, Tevbe suresi gibi) birçok yerde geçmektedir.

Tevella

Ehl-i Beyt ve takipçilerini sevmek olarak yorumlanır. Şiilikte İmamet/Hilâfet inanç esasları arasında yer alır ve Muhammed sonrasında Ali üzerinden (12 imam) denilen Muhammed'in soyu ile devam eder. Şiilikte bunları, takipçilerini, sevenlerini sevmek (veli-dost edinmek) şarttır. Prensip Şura suresinin 23. ayetine dayandırılır;

"Bu, Allah'ın, inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfatını arttırırız; şüphe yok ki Allah, suçları örter, iyiliğe, mükâfatla karşılık verir."[75]

Şiiler ayette geçen ve kurba (yakınlar) sözcüğünü Ehl-i Beyt ve soy anlamında anlamışlardır.

Teberra

Ehl-i Beyt'in düşmanı olan kişileri sevmemek; İnananların Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri sevmemeleri, Ehl-i Beyt düşmanlarına düşman olmaları anlamına gelir ve Şiilikte önemli bir yere sahiptir.

Bu anlayış sebebiyle şiiler, sünnilikte sahabe olarak bir çeşit kutsallık atfedilen ilk müslümanlardan bazılarına karşı nefret olarak tanımlanabilecek antipatik duygular gösterirler. Anlayışın etkileri hadis gibi dini referanslarda görülebileceği gibi günlük yaşamda, çocukların isimlendirilmesi gibi hususlarda da net olarak görülür. Yine bu sebeple Şii ve Alevi inancına mensup olan Müslümanlar geleneksel olarak Allah, Muhammed adının yanında ilk halifeler olan Ebubekir, Ömer ve Osman'ın adlarının da süsleme olarak duvarlarına asıldığı Sünni ibadethanelerine gitmezler.

Toplumsal yapıyla ilgili düzenlemeler

Ana maddeler: Şeriat ve Fıkıh
Ana madde: İslam ilimleri


Şeriat (Arapça: شريعة), İslam hukuku anlamında olup, İslam dinindeki ibadetler, muameleler ve cezaları içerisine alan, dini hukuka ait tüm kavram ve kurallara verilen isimdir. Şeriat için Kur’an temel kaynaktır ve Kur'an'da geçen emir ve yasaklar temelinde kararlar alınır.[32] Şeriat'ın ikinci kaynağını hadisler oluşturur. Bazı İslam hukuku ekolleri, Kur'an'da geçmemekle birlikte Kur'an'da geçen bir başka emir veya yasakla aynı illete (sebebe) dayanan konularda da Kur'an'daki emir veya yasağa kıyas yoluyla karar verirler.

Bölgesel anlayışların etkisi; Özel durumlar dışında Haram ve helal yiyeceklerin belirlenmesinde, Şafiî ve İbn Kudame gibi bazı fakihler haram ve helalliğin kriterini "Arabın tabiatına uygunluk ve aykırılık" ile sınırlamışlardır.[76]

Tanımlamalar; dini açıdan kaynağın kendisinin veya kaynaktaki ifadenin anlam ve kapsam açısından ifade etmesi gereken kesinlik algısına göre mezhepler ve anlayışlara göre değişebilmektedir. Örneğin balık dışı deniz ürünleri[77], mut'a nikâhı, tesettürde haram sayılan bölgeler vb. Fıkıh, Kur'an ve hadisten türetilen anlayış ve yorumların toplamıdır ve bir bakıma şeriat'ın ne olduğunu fıkıhçılar belirler. Bu şekilde bir anlayış veya yorum, dinsel zorunluluklar arasına girer. Fıkıhçılar veya ulema değişik İslam ülkelerinde Müftü, kadı, fakih, şeyhulislam, imam molla gibi değişik isimler alırlar ve İslami emir, yasak ve yasaları yorumlama, kıyas yoluyla yeni kurallar koyma veya muhtelif konuları dini açıdan, Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Helal, Mekruh, Haram veya caizdir-değildir şeklinde etiketleme yetkisine sahip olurlar.

Kelamcılar bir şey'in kötü olduğu için mi yasaklandığı, yoksa yasaklandığı için mi kötü kabul edilmesi gerektiğini de tartışmışlardır. Akılcılara göre her yasak şeyin yasak olmasının akla, nesle, toplum hayatına zararının dokunması gibi bir sebebinin bulunması ve yasağın veya kötülüğün bu sebebe bina edilmesini savunurlar. Onlara göre bu illet tespit edildiğinde aynı sebepler çerçevesinde dini yasakların kapsamı genişletilebilmektedir. Örneğin içki yasağına kıyas edilerek sarhoşluk veren her şey için haram olduğuna karar verilebilir. Ancak bir şey yasak olduğu için kötüdür inancına sahip olanlara göre ise böyle bir kıyaslama kabul edilemez. Onlara göre Allah yasaklamak isteseydi içki gibi diğer zararlı veya sarhoş eden şeyleri, ör. uyuşturucu, sigara vb. yasaklardı.

Etiketler

Ana maddeler: İslam ahlakı, Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Helal, Mekruh ve Haram

Fıkıhta insan davranışları değişik kategorilere ayrılır ve bunları uygulama veya sakınma mecburiyeti bulunur. Bazı eylemler ise mübah, helal, küçük günah veya büyük günah olarak değerlendirilir. Bu değerlendirmeler fıkıh, mezhep, meşrep ve anlayışa göre şekillenir, ve farklı topluluklarda farklı etiketler alır. Bu kuralları ihlal etmenin şeriat kanunlarına göre müeyyide ve karşılıkları bulunur.

Fıkıhta farz ve haram denilen hükümler Kur'an'a dayandırılır. Hanefi fıkhında diğer mezheplerde bulunmayan bir kavram olan vacip (gerekli), Kur'an'da geçen, ancak farzlar gibi kesinlik göstermeyen Kurban kesme gibi dini emirleri ifade etmede kullanılan bir tanımlamadır.

İslam toplumunda hem ibadet (namaz, oruç, vb.) hem de sosyal alanda (selamlaşma, erkek çocukların sünnet edilmesi, cenaze namazı, domuz eti yememe, alkol yasağı, hayvan keserken besmele çekilmesi gibi) genel kurallar bulunur.

Kadın ve evlilik

İslam kadınları; Sol üstten başlayarak saat yönünde: Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Hindistan.

Aralarında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte, İslam mezhepleri kadın vücudunun örtülmesi gerektiğini (Tesettür) ifade etmişler, ancak zaruri durumlarda geçerli olmak üzere ve kendi yakınları ile sınırlı belirli bölgelerin açılabilmesine izin vermişlerdir. Bunun yanında, Hanefi ve Maliki mezheplerinde kadının el ve yüzünün "fitneye yer vermeyecek şekilde" açılabilmesine müsaade edilmiştir.[78]

İslam'da nikâh ile gerçekleştirilen meşru evlilik dışında cinsel yaşam men edilmiş ve zina olarak tanımlanmıştır. Nikâh, İslam hukukunda bir sözleşmedir. Fıkıhta geçerli sayılması için nikâhın şahitlerin huzurunda yapılması, icap ve kabul, erkeğin gayrimüslim olmaması, mehir ve sözleşmenin ilanı gibi şartlar ileri sürülmüştür. Şii mezhebinde ise mut'a, geçerli ve meşru bir ilişki tarzıdır. Mut'a Sünni mezheplerde zina olarak tanımlanır ve haram kabul edilir.[79] İslam'da zina ve eşcinsel ilişkiler için cezai müeyyideler öngörülmüştür. Erkekler 4 kadınla (aralarında adaleti sağlamak ve onlara haksızlık etmemek şartıyla) evlenebilirlerken, kadınlar tek erkekle evlenebilirler. Boşanma hakkı erkeklere verilmiştir.

Devlet

Ekonomi
Ana maddeler: Zekat, Aşar, Ganimet, Cizye ve Hums (islam)

KKTC Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) İlahiyat Fakültesi'nde yapılan bir çalışmada cahiliye dönemine ait vergilerle ilgili veriler ve bunların Kur’ân’daki malî yükümlülüklerle ilişkisi araştırılmış, Kur’ân’ın söz konusu vergilerinin İslam öncesi Güney, Kuzey ve Hicaz Araplarında hatta daha eski toplumlarda yer alan düzenlemelerin aynısı olduğu sonucuna varılmıştır.[80]

Diğer dinlere bakış

İslam'da dinler, İslam, Yahudilik, Hristiyanlık ve putperestlik olarak formüle edilir. İslam'a göre Allah yanında tek din İslam'dır ve Muhammed'in getirdiği din, yeni bir din değildir. O, daha önceki peygamberlerin mesajını, tekrar açıklamış ve tamamlamıştır.[81][82] İslam'da İbrahimî dinlerin peygamber veya kutsal kişi kabul ettiği kimseler çoğunlukla peygamber; Tevrat, Zebur ve İncil ise tahrif edilerek hükümsüz kalmış kutsal kitaplar olarak kabul edilir.

Maide suresinde Yahudiler ve kendilerine müşrikler diye hitap edilen paganlar düşman olarak tanımlanır (ayet 51) iken Bakara Suresi'nde daha yumuşak bir tutumla "Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır." denilmektedir. (2:62)

Kur'an'da İsa'dan peygamber ve "Allah'ın ruhu" (ruhullah) olarak bahsedilir, ancak Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan teslis inancı şirk gerekçesiyle reddedilir.

Cihad
Ana maddeler: Cihat ve Muhammed'in savaşları


İslam'ın bir unsuru olarak sayılan cihad, her ne kadar Allah adına savaşmak anlamına gelse de, her zaman fiziki bir savaşı tanımlamaz[83] hatta büyük cihat kişinin kendi nefsiyle olan savaştır ve daha zordur.[83] Kişinin İslam adına yaptığı farklı emek ve çabalar da cihat tanımına girebilir.[83]

Kur'an'da değişik cihat ayetleri bulunur.

"Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın." (Tevbe suresi 29.)

Cihatçılar bir İslam devleti ve şeriata uygun toplum yapısı kurma amacıyla İslamı bir ideoloji olarak kabul eden ve bunu diğer insanlara da uygulatmayı amaç edinen, çoğunlukla bu amaçla terörist yöntemlere de başvuran kendilerini İslami akım sayan gruplardır.

Tarihi
Ana madde: İslâm Tarihi


622-750 yılları arasında İslam Devleti
Muhammed döneminde ele geçirilen topraklar (622-632)
Dört Halife döneminde ilave edilenler (632-661)
Emeviler döneminde ilave edilenler (661-750)

İslamiyet 7. yüzyılda İslâm Peygamberi aracılığıyla Mekke ve Medine şehirlerinde din olarak kabul görmüştür. Vefatından sonra İslâm Devleti'nin başına Dört Halife olarak bilinen Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali geçmiştir. Dinin Arap Yarımadası'nda yayılma süreci de bu dönemde tamamlanmıştır. Ali'nin ölümünden sonra kısa süreliğine Müslümanların biatıyla Hasan halife olmuş, fakat daha sonra elindeki gücü kullanarak Muaviye hilafeti eline geçirmiş, iktidar olmuştur.[84]. Peygamberin ölümünden sonra iktidara gelen ilk dört halifeye Sünnî edebiyatında sıkça Hulefâ-i Râşidîn, yani Doğruluk üzere bulunan halifeler denmiş ve bazen bunlara Hasan da eklenmiştir. Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifelikleri genel olarak Şiî ve Alevîler tarafından tanınmaz. Haricîlerin bugün hâlâ devam eden bir kolu olan İbadiyye ise sadece ilk iki halife olan Ebu Bekir ve Ömer'i kabul eder ve Doğruluk üzere halife olarak görür.

Ebu Bekir döneminde öncelikle peygamberin ölümü sonrası Arap Yarımadası'nda başlayan kargaşalar giderilmiş, zaman içinde Sâsânî İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu'na doğru ilerlenmiştir. Ömer'in hilâfeti sırasında İslâm Devleti sınırları büyük ölçüde genişlemiş,[85] Mezopotamya fethedilip ele geçirilmiş, Mısır, İran, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika ve Ermenistan'ın çeşitli bölümleri ele geçirilmiştir.[11] Daha sonra üçüncü halife olarak seçilen Osman'ın[86] hilâfeti sırasında İran'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın tamamına yakını, Kafkaslar ve Kıbrıs ele geçirilmiş, İslâm Devleti topraklarına katılmıştır. Bununla birlikte kendi zamanında bazı yakınlarının önemli görevlere tayini ve diğer bazı iç sorunlar sebebiyle Osman öldürülmüştür.[86] Osman'ın öldürülüşü ve ortaya çıkan iç savaş ortamı sebebiyle Ali'nin döneminde hilâfet iç meselelere yönelmiş, çıkan iç savaşla uğraşmıştır.[86][87] İç savaş ve iç gerilimler sonucunda Ali de öldürülmüş,[87] kendisinden sonra halife olan oğlu Hasan ise hilâfeti Muaviye'ye teslim etmek zorunda kalmıştır.[84] Muaviye, İslâm Devleti'nin başkentini Şam'a taşımış, imparatorluk benzeri bir yapının temellerini atmış, kendisinden sonra oğlu Yezid'i bu makama tayin ederek İslâm siyasî tarihinde saltanatı başlatmıştır.[84] Bu harekâta karşı ayaklanan İslâm Peygamberi'nin torunu, dördüncü halife Ali bin Ebu Talib'in oğlu Hüseyin ise Yezid tarafından gönderilen askerlerce, Kerbela'da taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür.[88][89] Nitekim bu noktadan sonra daha katı bir Şiî ayrılması söz konusu olmuştur. Muaviye ile birlikte başlayan yeni döneme Emevîler Dönemi denmiştir. Emevîler Dönemi'nde büyük bölgeler zapt edilmiş, İslâm Devleti İber Yarımadası'na kadar ilerlemiştir.[90] Her ne kadar siyasî yayılma yükselişe geçmiş olsa da aynı şey dinî yayılma için söylenemez; nitekim bu dönemde dinî yayılmanın devletin gayrimüslimlerden aldığı vergi göz önünde bulundurularak pek teşvik edilmediği de öne sürülmüştür.[90]. Emevîlerden sonra Miladî 750 yılı civarı kurulan Abbasî Hükümdarlığı, Emevî Hanedanlığı'nın kontrolünü, Endülüs (İber Yarımadası'ndaki kısım) haricindeki bütün toprakları da ele geçirmiştir.[90][91] Abbasîlerin iktidara gelişiyle Abbasiler Dönemi başlamış ve Abbasilerin Hilâfeti 750 yılından 1258 yılına kadar sürmüştür.[92] Abbasiler zamanında hilafet başkenti tekrar değişmiş, Şam'dan Bağdat'a alınmıştır.[92]

Emevîler ve Abbasîler döneminde yapılan fetihler sonucu ele geçirilen yeni topraklardaki halklar, aynı zamanda İslâm'la da tanışmış oluyorlardı. Bunun sonucu olarak zaman içinde birçok bölgeye İslâm Dîni yayıldı. Önce yakın bölgelerde yaşayan İranlılarda, 10. yüzyılda ise kitleler hâlinde Türkler arasında İslâm yayılmaya başladı. Tüccarlar aracılığıyla Müslümanlıkla tanışan ve Müslümanlığı kabul eden İdil Bulgarları ilk Müslüman Türk Devleti oldu. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri ise Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlı Devleti'ni (840), Oğuzlar ise Büyük Selçuklu Devleti'ni (1038) kurdular. Abbasîler yönetiminde askeriyede büyük rol verilen Türklerin oluşturduğu Memlûkler güçlenirken Abbasîler iki yüzyıllık hâkimiyetlerinin son dönemlerinde çöküşe geçmiştir.[92] Nitekim 1250'de Mısır'da Memlük Sultanlığı başlamış, Memlûklerin buradaki hâkimiyeti 1517 yılına kadar devam etmiş, 1517 yılında Mısır'ı Osmanlılar ele geçirmiştir ki bu fetihten sonra Osmanlılar, hilafeti kendi iktidarları olarak kabul edip ilan etmiş, Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanını taşımışlardır.[92][93]. Abbasî Hanedanlığı'nın sonu ise 1258 Bağdat'ın Moğol istilacıları tarafından yağmalanmasıyla son bulmuştur.[94][92]. Endülüs'teki Emevî kontrolü ise 13. yüzyılda düşüşe geçmiş, bölgedeki en son İslâm Hükümdarlığı olan Gırnata Emirliği 1492'de düşmüştür.[11][95] Bunların dışında 909 yılından 1171 yılına kadar Mağrip ve Mısır'daki çeşitli bölgelere Fatimîler isimli Arap Şiî (İsmailî) Hanedanlığı hükmetmiştir.[9][92][96] Hanedanlığın başındaki halife Şiî İsmailî imamıydı ve bu sebeple seküler gücünün yanı sıra İsmailî İmamet anlayışında da önemli bir yere ve tarihî öneme sahip olmuşlardır. Fatımîlerin 12. yüzyıldaki çöküşleriyle birlikte Doğu'da hükmetmiş oldukları Mısır, Suriye, Yemen ve Hicaz gibi bölgelerde Eyyûbî Hanedanlığı başa geçmiştir.[96] 1517 yılında Osmanlıların ilan ettikleri halifelik 1924 yılına kadar devam etmiş, 1924 yılında Osmanlı'nın mirasçısı durumundaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin meclisinin (TBMM) aldığı bir kararla feshedilmiş, yönetim sistemi değişmiştir.[93] Osmanlı Devleti tarafından yapılan fetihlerle Anadolu'nun tamamı ve Balkanlar'da Müslüman nüfus artmış, İslâm yayılmıştır.

Mezhepler ve eğilimler



Mezhepler ve fıkıh mezhepleri:


Sünni:
Açık Yeşil: Hanefi Mezhebi Turuncu: Maliki Mezhebi Mavi: Şafi Mezhebi Koyu Yeşil: Hanbeli Mezhebi
Şii:
Koyu Pembe: Caferilik Mezhebi Açık Pembe: Zeydilik Mezhebi

Mezhepler dini önderlerin veya toplulukların din algılarıdır. Ayrıca İslam'da siyasi etkenler gibi değişik sebeplere dayanan mezhepsel bölünmeler de olmuştur. Bunlardan Babilik ve bahailik gibi derin inançsal ayrılık gösteren bazıları İslam orijinli bağımsız dinler olarak değerlendirilebilirler. Bunun dışında dini önderlerin yerleşik hale gelmiş farklı anlayış ve yorumlarından kaynaklanan mezhepler vardır.

Geleneksel Sünni-Şii mezhepleri dışında islam dünyasında etkinliğini devam ettiren başlıca akımlar Batıni - Sufi eğilimler, Selefi-Vahhabi akımı Ahmediyye, Kur'ancılar, Yezdanilik gibi akımlardır.

Muhammed Ebu Zehra, daha sonra klasikleşen Mezhepler Tarihi adlı kitabında İslam dini mezheplerini üç kategori altında işler: Siyasi mezhepler, itikadi mezhepler ve fıkhi mezhepler.

Siyasi mezhepler
Ana madde: İslam'da siyasi mezhepler


Siyasi mezhepler kategorisi içerisinde Sünnilik, Şia (Şiilik) ve Haricilik mezhepleri bulunur. Bu mezheplerin ortaya çıkması ve ayrışması İslam tarihi açısından önemli bir olaydır ve siyasi etkileri başta olmak üzere birçok çeşitli etkileri olmuştur.

Muhammed öldükten sonra ortaya çıkan devletin liderliği sorununda belirli bir ayrışma gerçekleşmiştir. Bazı kişiler devletin lideri, imam konumunda Ali'yi görmek istemişlerdir. Nitekim Şiilik inancına göre imamet Ali'nin hakkıdır ve peygamber bunu yaşarken ima etmiştir. Sünniler Ali'nin de imamete uygun olduğunu kabul etmekle birlikte, peygamberin yaşarken kendisinden sonra Ali'nin imam olması gerektiğini ima ettiğine inanmazlar. Nitekim Şiilerin büyük çoğunluğu Ali öncesindeki 3 halifeyi kabul etmezken, Sünniler kabul eder. Şiilik ve Sünnilik arasındaki tartışma bu şekilde siyasi bir tartışma ile (kimin imam olması gerektiği) başlamış, zaman içinde iki grup ibadetler ve çeşitli akide konuları açısından da ayrışmıştırlar. Üçüncü siyasi grup olan Hariciler ise başta Ali taraftarı kişilerdi. Bununla birlikte Sıffin Savaşı sonunda hakem tayin edilmesi olayına sonradan karşı çıkmış, bu hakemliğin küfür olduğunu öne sürmüş ve ayrı bir grup olarak ortaya çıkmışlardır.

Sünnilik
Ana madde: Sünnilik


Dünyadaki en yaygın siyasi mezhep Sünniliktir ve günümüzdeki Müslüman topluluğun çoğunluğu Sünni'dir[97]. Sünniler Şiâ'dan farklı olarak peygamberin ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi doğruluk üzere olan halifeler olarak saygı ve sevgiyle anarlar[98][99]. Sünnilikte farklı alimler farklı imamet, hilafet tanımları yapsalar da ortak nokta herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet, halife makamı Sünnilikte önemli olsa da Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde peygamberin torunu Hüseyin'in Kerbelâ'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir olay olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da[100][101], Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbelâ Olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şiâ'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirler Sünnilikte bulunmaz[102]. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar[102].

Sünnilerin takip ettikleri akide (inanç) mezhepleri üç tanedir: Matüridilik, Eş'arilik ve Selefiyye[103]. Matüridilik ve Eş'arilik aralarında teorik fıkıhta yirmi kadar noktada farklılık varsa da birbirlerine çok benzerler. Bu iki mezhebin dışında Sünnilerin takip ettiği ve her ne kadar her daim bir itikat mezhebi olarak anılmasa da, inanç ile ilgili kararlar veren bir başka mezhep de Selefiliktir. Gerek Matüridilik gerekse Eşarilik itikadi meselelerde müteşabih ayetleri yorumlarken akla başvursa da Selefilik bunu doğru bulmaz; bunun yerine müteşabih ayetleri olduğu gibi kabul eder. Ayrıca iman tanımı, Matüridilik ve Eşarilikte büyük oranda benzerken Selefilikte daha farklıdır. Örneğin Matüridilikte imanda artma veya azalma mümkün değilken ve ibadet farz olsa da imanın bir parçası sayılmazken Selefiliğe göre imanda artma ve azalma mevcut olduğu gibi ibadet de imanın bir parçasıdır. Sahabeleri hayırla anarlar. Ehl-i Sünnet i'tikadında yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebi bulunur. Bunlar: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîliktir.[99] Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken, Hanbelîlik ise Eşarilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel genel olarak bir Selef âlimi sayılır. Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir; Kur'an ve Sünnet[104]. Bu temel fikir dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir.

Sünni mezhebinde mensupları tanımlamak için Ehl-i Sünnet lafzı da sıklıkla kullanılır. Ehl-i Sünnet'e Matüridi, Eş'ari ve Selefiler dâhil edilir. Bunun dışındakilerin Ehl-i Sünnet'ten sayılıp sayılmadığı farklı âlimlerce farklı yorumlanmıştır. Örneğin Abdulkadir el-Bağdadî'ye göre şeriata bağlı Sufiler[104] ve "Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri"[104] de Ehl-i Sünnet'e dâhildir. Gerek Ehl-i Sünnet'te yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebinin kurucusu sayılan âlimler gerekse yaygın itikadi mezheplerin kurucuları önde gelen Ehl-i Sünnet âlimlerindendirler[104].

Şiilik
Ana madde: Şiilik

İmam Ali Camii veya Meşed Ali; Necef, Irak'ta bulunan ve Ali bin Ebu Talib'in gömülü olduğu düşünülen camii.
Alevîlikte ve Şiîlikte önemli bir yere sahip olan Zülfikar isimli kılıcın temsîlî bir resmi.

Sünnilikten sonra dünyada en yaygın ikinci İslam mezhebidir. Sünnilikten farklı olarak imamet, hilafet makamı, Şiilikte çok önemlidir ve sıklıkla itikadda geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiiler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın da halifeliklerini kabul etmezler. Ayrıca büyük bir kısmı imameti tanrısal bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfederler. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve Ehl-i Beyt'ten çıkan imamlar desteklenir. Şiiler genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler.

Şiâ kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü Onikiciler olarak adlandırılan İsnaaşeriyyedir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkhı esas alır. İsimlerini 12 tane imamı kabul etmelerinden alırlar. İsnaaşeriyye inanışına göre on birinci imam olan Hasan el-Askerî'nin bir oğlu bulunmakta idi fakat on ikinci imam olacak bu çocuk gayba karışmış, Allah tarafından insanların çoğunluğundan saklanmıştır[105]. İnanışa göre daha sonra Mehdi olarak zuhur edecek kişi bu imamdır ve bu sebeple Muhammed el-Mehdi olarak da anılır[105][106]. Bu kola bazen İmamiyye veya Caferiyye de dendiği olur. Nitekim Ali Zeynelabidin'in oğlu Muhammed el-Bakır'ın oğlu olan Cafer es-Sadık'ın mezhepte önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur[107]. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin ibn Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır[107]. Ek olarak imamların masum yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır[105][107]. Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır; buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir[105][107]. Bu temelden de kaynaklanarak Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur[107]. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan takiyye yani kişinin Şii olduğunu ve Şiilikle ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi Cafer es-Sadık'a dayanır[105]. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kurulan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur[105]. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumundaki Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihte önemlidir[105].

Bir diğer Şia kolu olan Zeydiyye'nin ise kurucusu ve isim babası Ali bin Ebu Talib'in oğlu, peygamberin torunu Hüseyin'in soyundan gelen ve bir fıkıh alimi olan Zeyd bin Ali'dir. Zeyd bin Zeynelabidin olarak da anılan Zeyd, ayrıca Hüseyin'den sonra, Hüseyin'in soyundan gelip de Emeviler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir[108]. Zeydiyye mezhebi ilk Şii mezheplerindendir. Bununla birlikte görüş olarak Zeydiyye Ehl-i Sünnet'e diğer Şii mezheplerine oranla daha yakındır. Örneğin Zeydiyyede imamın Ehl-i Beyt'ten çıkması bir zorunluluk değildir, fakat Ehl-i Beyt'ten çıkan imam mutlaka desteklenir[108]. İmamette önemli olanın halk desteği olduğuna, soya bağlı bir sıralamaya inanılır.[108] Yine İsnaaşeriyye'den farklı olarak Zeydiyye'de imamların hatasız ve günahsız olduklarına inancı bulunmaz[107]. Ek olarak Zeyd bin Zeynelabidin Ebu Bekir ve Ömer'in imamlıklarını, Ali'ye tercih etmemekle birlikte, kabul etmiştir ve bu onun direnişine başta destek veren birçok kişinin ondan kopmasına ve Cafer es-Sadık'a yaklaşmasına da sebebiyet vermiştir.[107] Zeyd’îyye'nin bir önemli noktası da İsnaaşeriyye'den farklı olarak imametin sağlanmasında aktif bir yol seçilmesidir.[105] Her ne kadar her zaman bir imam olacağı görüşü olmasa da bir imam olduğu takdirde imametin sağlanması için aktif bir yol seçilir ki Zeyd kendi zamanında direnişe geçmiştir. Bugün özellikle Yemen'de hâkim olan bir Şii koludur.[106]

Bunların dışında bir diğer büyük Şiî mezhebi de İsmailîliktir ve bugünkü Şiî nüfusunun İsnaaşeriyye'den sonraki en büyük ve önemli bölümünü oluştururlar[109]. Diğer Şiâ ve Sünni mezheplerine oranla İslam'ın bâtınî bir yönü olduğu inancı ve bu yönünün araştırılması, tecrübe edilmesine büyük önem verirler. Bu sebeple Şiîliğin daha ezoterik bir şeklini benimsedikleri söylenebilir[106]. Özellikle ilk dönem İsmailîlikte dinî metinlerin zâhirî ve bâtınî olarak iki anlamlı sayılması ve bâtınî tarafının incelenmesi çok büyük önem arz etmiştir[109]. İsmailîler, adlarını Cafer es-Sadık'ın büyük oğlu İsmail bin Câfer el-Mûbarek'den alırlar.[106][109] Bazen, İsmailîliğin Mustâlîlik ve Nizarîlik kolları da yediden fazla imâma sahip olmalarına rağmen "Yediciler" olarak adlandırılmaktadırlar.[106] 909 yılında kurulan ve varlığını 1171'e kadar sürdüren Fatımi devleti (Fatımiler) İsmaililer tarafından kurulmuştur.[106][109] Bu dönem İsmaililerin altın çağı olarak da adlandırılmıştır[109]; zira bu dönemde İsmaili kültür oldukça gelişmiş, İslam medeniyetine İsmaililerin katkısı oldukça artmıştır[110]. İsmaililer kendi içlerinde ayrı kollara ayrılırlar.[109] Bu kollardan en büyük ikisi Nizari İsmaililik ve Davudi İsmaililiktir[110]. Nizari İsmaililikte imamet hâlâ devam etmektedir ve 2014 yılı itibarıyla, 49. imamları olan Kerim Şah'a (IV. Ağa Han) bağlıdırlar[109]. İsmaililikte dönüm noktasını oluşturan ve Nizari mezhebinin kurulmasına yol açan ayrışma 1409'da Fatımi sultanı ve (onsekizinci) İsmaili imamı olan el-Mûstensir'ın ölümüyle başlamıştır. Tahta geçmesi düşünülen halef olan oğul Nizar yerine tahta diğer oğul el-Mustali'nin geçmesiyle birlikte İsmaililikte ayrışma baş göstermiş, İsmaili topluluğun bir kısmı, özellikle İran bölgesinde yaşayanlar ki bunların büyük bir kısmı o zaman Hasan Sabbah yönetimindeydi, Nizar'ın imametini takip etmişlerdir[109]. Diğer bölgelerde, özellikle Kahire ve Yemen'de, kalan İsmaililer ise el-Mustali'yi desteklemişlerdir[109]. Nizari İsmaililik özellikle İran'da Hasan Sabbah önderliğinde yükselişe geçmiş, önce İran'da daha sonraları ise Hindistan ve Asya'nın farklı bölgelerinde yayılmış ve İsmailî halk yüzyıllarca zaman zaman isyan ederek zaman zaman mutasavvıf veya İsnaaşerî Şiiler kılığına bürünerek varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Mustalilik kolu ise daha sonraları Hafızi ve Tayyibi isimli iki kola ayrılmıştır. Bu ayrışmanın sebebi Fatımi sultanlarından ve İsmaili imamlarından olan el-Âmir'in ölümü üzerine gerçekleşmiştir ki daha sonra tahta geçen sultanların imametini takip eden grup olan Hafızîler, Fâtımîler hükümdarlığının çöküşüyle birlikte yavaşça yok olmuşlardır.[109] Daha sonra Tayyibi kolu da "Davudî İsmailîlik" ve "Süleymanî İsmailîlik" olarak ikiye ayrılmıştır.

Ali'nin çocukları ve İmamet'te İkinci ve Üçüncü imam olan Hasan bin Ali ve Hüseyin bin Ali, Şiâ'da büyük rol oynar. Bunların dışında altıncı imam olan İmam Cafer-i Sadık da birçok hadisin kaynağı olduğundan çok önemlidir.

Haricilik
Ana madde: Haricilik


Hariciler, Ali bin Ebu Talib'in grubundan ayrılarak ne onu, ne de Osman bin Affan'ı halife olarak kabul etmişlerdir. İslam'ın en radikal gruplarını oluşturan bu mezhep grubunun çoğunluğu çeşitli günahları işleyen kişilerin kâfir olduğuna ve katledilmeleri gerektiğine inanmıştır. En "aşırı"ları, yalnızca kendi mezheplerinden olan Haricileri kabul etmiş, diğer Haricilerin de katlinin farz olduğuna inanmışlardır. Tabiatıyla kendileri Abbasiler devrinde öldürülmüşlerdir. Bugün bu mezhep grubuna bağlı kimselerden sadece Umman'daki İbadiler kalmıştır; fakat bu grup, Haricilerin en ılıman olan grubunu oluşturur[111].

Sıffin Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Hariciler bir dönem sık sık isyan ederek Emevi Devleti için tehlike oluşturmuşlardır. Sıffin Savaşı'nda önce Ali'nin hakem ile tayini kabul etmesi sebebiyle bir grup ayrılmış ve Haruri olarak anılan ilk Haricileri oluşturmuştur[112]. Sıffin Savaşı ve hemen sonrasında hakemlik fikrine sıcak bakanların bir kısmı da daha sonra hakeme gitmenin dinden çıkaran bir tür günah olduğu kararına varıp, tövbe etmiş ve Haricilerin saflarına katılmışlardır[112]. İsyan amacı gütmeyen ve ayaklanmayan bu ilk grup sadece Ali bin Ebu Talib taraftarları ve Muaviye taraflarından ayrılan, üçüncü bir grup oluşturan ayrılıkçı bir gruptur[112]. İlk dönemdeki Haricilere el-Şurat da denmekteydi[112]. "Satan" anlamına gelen sözcük genelde Haricilerin kendileri için kullandıkları bir isimdi ve Allah'a ve Allah'ın yoluna ruhlarını sattıkları, verdikleri anlamını ima etmekteydi[112]. Bu ilk dönem Haricilerinin büyük çoğunluğu Bedevilerden oluşmaktaydı[112]. Muaviye'ye karşıt eylem hazırlığında olan Ali Haricileri kendisiyle birlikte savaşmaya çağırmış fakat olumsuz yanıt almıştır. Nitekim daha sonra gerçekleşen Nahrevan Savaşı'nda Ali taraftarları ve Hariciler savaşmıştır. Bu savaşta Hariciler ezici bir yenilgiyle karşılaşmış ve büyük kayıplar vermişlerdir[111][112]. Nitekim bu savaş sonucunda Ali'nin taraftarları ile Hariciler arasındaki ayrılık iyice keskinleşmiştir ki Ali'nin ölümü de bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem'in onu katletmesi sonucu gerçekleşmiştir[111]. Hariciler, Ali'nin ve Ali taraftarlarının yenilgisinden sonra başa geçen Emevilere karşı büyük saldırılar gerçekleştirmişler, zaman zaman belirli bölgelerin kontrollerini ele geçirmişler hatta kısa bir süreliğine Mekke ve Medine'yi de ele geçirmişler, zaman içinde geniş ordulara sahip olmuşlardır. Bu dönemlerde en yaygın ve geniş kitle Ezarika ve İbadiyye idi; özellikle Emevilerin çöküşe geçtiği dönemde Harici saldırıları güçlenmiş ve sıklaşmış, İbadiyye kolu bu saldırılarda başı çekmiştir[112]. Devletin başına Abbasiler geçtikten sonra da Harici isyan ve saldırıları devam etmiştir.

Hariciler kendi içlerinde birçok kola bölünmüşlerdir. Bu kollardan bir dönem en büyük çoğunluğa da sahip olan ve en aşırısı sayılan Ezarika, Harici tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu kolun isim babası ve taraftarlarının takipçisi olduğu kişi Nafi bin el-Ezrak'tır. Ezarika kolundan olan Hariciler, Harici olmayan tüm Müslümanları, çocuklar dâhil, katletmenin helal olduğuna inanırlardı[112]. Diğer büyük Harici kolu sayılan ve bugüne kadar varlığını kitlesel bir şekilde sürdürebilmiş tek Harici kolu olan İbadiyye[111][112] ise Ezarika'ya oranla daha ılımlı olduğu gibi Ehl-i Sünnet'e de diğer kollara oranla daha yakındır. Bugün İbadiyye özellikle Umman'da yoğun olarak bulunmaktadırlar[113]. Umman dışında, Kuzey Afrika ve Zengibar'da da bulunmaktadırlar[112].

Harici inanışı itikadî meselelerde Sünni ve Şia'ya oranla farklılıklar içerir. Örneğin Harici inanışında şeriatın bir emrine uymamak veya şeriatta yeniliğe gitmek büyük bir günah sayıldığı gibi bu günah sebebiyle kişinin küfre girdiğine ve tövbe etmesi gerektiğine yoksa bir kâfir olarak ölmüş olacağına ve (birçok Harici mezhebine göre) katlinin helal olacağına inanılır[112]. Buradan hareketle üçüncü halife Osman bin Affan'ın katillerini temiz görmüşler, Ebu Bekir ve Ömer ibn Hattab'in ise hilafetlerini kabul etmişlerdir[112]. Şeriatı sıkı bir şekilde takip etmeye çalışıp, ibadete büyük önem verirler[114]. İlk itikat mezhepleri arasında ihtilafın yaşanmasına konu olan kader konusunda her ne kadar kadere inanmış olsalar da, Eş'ariyye'nin kurucusu el-Eş'ari, Mu'tezile'nin görüşünü benimsediklerini rivayet etmiştir[112]. Kader konusu özellikle İbadiyye mezhebi arasında tartışma konusu olmuştur. Ebu Ubeyde'nin imam olduğu dönemde, İbadiyye mezhebinde kader konusu tartışılmış, Ebu Ubeyde Allah'ın her şeyi bildiği her şeye gücünün yettiğini fakat kişilerin eylemlerini ve olayları belirleyen olmadığını, kişilerin bunları kendi iradeleriyle belirlediğini ilan etmiştir[112] .

İnanç mezhepleri
Ana madde: İslam dini itikadî mezhepleri


İnanç mezhepleri veya İtikadi mezhepler kategorisi, diğerlerine oranla daha geniş olmakla birlikte, bir mezhep olarak tanımlanabilecek kadar gelişmiş olan beş mezhep, genelde bu kategoride zikredilir. Bunlar: Mürcie, Mutezile, Eş'ârîlik, Mâtûridîlik ve Selefîliktir. Bunların dışında Kaderiyye, Cebriyye, Müşebbihe ve Mücessime gibi mezhepler de bulunur; bununla birlikte bu mezhepler diğerlerine göre çok daha küçüktür ve son üçü bugün varlığını koruyan temel siyasî mezhepler olan, Sünnilik ve Şia tarafından İslam dışı kabul edilir.[115] Bu mezheplerden ilki sayılan Mürcie diğer gruplar tarafından, imanlı kişinin günahının önemli olmadığını öne sürmesi başta olmak üzere çeşitli itikadi görüşleri sebebiyle Müslümanların çoğunluğu ve diğer mezheplerce İslam dışı kabul edilir. Mürcie isminin kökeni "ertelemek", "umut vermek" anlamlarına gelen irca köküdür[116][117][118]. Nitekim bu hareket ilk kez Osman'ın halifeliği sırasında, iç çekişmeler ve gerilimler yaşanmaya başlayınca çıkmış ve dünyada kişilerin yaptıkları kötülüklerin veya büyük günah işleyenlerin hesabını öteki dünyaya (ahirete) bırakma, erteleme fikrinden köken almıştır[116][117]. Ayrıca Mürcie mezhebinin ana görüşü olan imanlı kişinin hangi günahı işlerse işlesin azap görmeyeceği ve günahlarının imanının yanında bir etkisinin olmadığı inancı[118] da isimlerinin kökeni olan "irca"nın "umut vermek" anlamıyla ilişkilendirilebilir[116]. Başlarda Mürcie mezhebi Osman ve Ali gibi kişilerin Hariciler tarafından kâfir olarak görülmesine karşı bir tepki olarak doğmuştu ve günahın etkisiz olduğu fikrine sahip değildi[116][119]; sadece müminler için sonsuz azap olduğunu reddetmekteydiler ki bu Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun da görüşüydü[116]. Bununla birlikte zaman içinde Mürcie bu hususta daha uç bir noktaya gitmiş ve imanlı kişinin günahlarının tamamen önemsiz olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Genel olarak Mürcie mezhebi Haricî mezhebinin tam diğer uçtaki aşırı dengi olarak görülmektedir[116][118][119].

Mutezile mezhebi bu mezheplerin arasında en akılcı olandır[120] ve genel olarak Ehl-i Sünnet içerisinde hoş karşılanmaz; tekfir edildiği de olmuştur. Mutezile mezhebi her ne kadar bugün pek yaygın olmasa da, özellikle Abbasiler döneminde güçlenmiştir[120]. Mutezile'de akıl ile nass (örneğin bir ayet) çelişkili durduğunda nass akla uygun olacak şekilde tevil edilir (yorumlanır). Mutezile'nin bu tutumu özellikle gelenekçi akımlardan büyük eleştiri almıştır. Mutezile mezhebine bağlı kişilerin inandıkları belirli esaslar bulunmaktadır, bunların başlıcaları şu beşidir: Tevhid, adalet, söz ve tehdit (el-Va'd ve el-Va'id), iki konum arasındaki bir konum (El Menzile beyne'l-menzileteyn) ve iyiliği emretmek-kötülükten menetmek (Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker)[121][120]. Bu beş esasa usûlü'l-hamse denir[120]. Tevhid esası Allah'ın varlığı ve birliği anlamındayken adalet esası kader tartışmasıyla ilgili ve Cebriyye'ye bir tepki olarak doğmuş bir esastır[120]. Buna göre insan fiilerinde tamamen hürdür ve fiilerini, Allah'ın ona bahşettiği bir güçten yararlanarak, kendisi yaratır. Mutezile argümanlarına göre eğer kişinin durumu bu olmasaydı da Allah onun fiilerini yaratmış olsaydı, kişi davranışlarında hür olmasaydı, Allah'ın kişiyi davranışlarından, fiilerinden dolayı cezalandırması adil olmazdı. Oysaki İslam anlayışına göre Allah adaletin kaynağıdır[120]. Nitekim bu esasın ismi de buradan doğmuştur. Söz ve tehdit yani Arapça özgün tabiri ile el-Va'd ve el-Va'id ise Mürcie mezhebine tepki olarak ortaya çıkmıştır ve Allah'ın sevap işleyenlere söz verdiği (vadettiği) iyiliğin, günah işleyenlere ise tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğini kasdetmektedir. Mutezile mezhebinin bu husustaki mantığı Mürcie mezhebinin tam zıddıdır ve şöyle ilerler: Eğer kişinin imanı yanında günahları etkisiz olsaydı Allah'ın günahlara karşı insanları azap ile korkutması anlamsız olurdu; bu sebeple Allah'ın vadettiği iyilik de ceza da kaçınılmazdır. İki konum arasındaki bir konum esası ise söz ve tehdit esasıyla ilişkilidir; buna göre büyük günah işleyen Mümin tövbe etmeden ölürse azap görür. Bununla birlikte bu kişinin (büyük günah işlemiş Müminin) konumu kâfirlik değildir; bu kişiye fasık denir ve iman ile küfür arasında bir konum olduğuna inanılır ve nitekim esasta ismini bundan almıştır[121]. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker yani iyiliği emretmekten ve kötülükten menetmek ise Mu'tezile'de önemli bir yere sahip bir esastır. İnananların birbirlerine iyiliği tavsiye etmeleri, emretmeleri, kötülükten ise alıkoymaları, men etmeleri anlamına gelmektedir. Mu'tezile'nin bu beş ana esasını ilk ortaya atanın Mutezili düşünür Ebu'l-Huzeyl olduğu düşünülmektedir[121]. Her ne kadar Mutezile bugün ayrı bir itikadi mezhep olarak yaygın olmasa da, önemli Şia kolları, Zeydiyye ve İsnaaşeriyye, Mutezili görüşlerin çoğunluğunu kabul etmiştirler ve bu sebeple itikadda Mutezili bir tavırları vardır[120][121]. Mutezililerin birçoğu fıkıh mezhebi olarak (yani amelde) Hanefi mezhebine bağlıdır[120].

Akla itikadi konularda verilen değer ve akıl bazlı bir metodolojinin itikadi yorumlama ve kararlar için kullanılması hususunda, Selefilik Mutezile'nin tam zıddı konumda bulunan bir itikat mezhebidir. Selefiliğe göre nakillerin zahirî (görünen, sözlük veya terim anlamı) ele alınır ve hiçbir nas tevil edilmez[122]. Takdis, tasdik, aczini itiraf etmek, sükût, imsak, keff ve marifetin ehlini teslim Selefîliğin başlıca esaslarıdır[122].

Aklın itikaddaki yeri hususunda Matüridilik ile Eşarilik bu iki mezhebin ortasında bir konumda yer alsalar da, Matüridilik akla Eşariliğe oranla daha fazla yer ve ağırlık verir. Ehl-i Sünnet'te en yaygın ve başlıca itikadi mezhepler Matüridilik ve Eşariliktir[123]. Matüridilik özellikle Ebu Hanife'nin itikadi konulardaki görüşlerinden etkilendiği için bazı bilim insanları bu mezhebi Hanefiliğin itikadi açıdan devamı saymışlardır[123]. Kurucusu, mezhebe ismini veren, Ebu Mansur el-Matüridî'dir[123]. Eşariyye veya Eşarilik ise ismini kurucusu olan Ebu Hasan Eş'ari'den almaktadır[124] ve özellikle Mutezileye karşıt bir tepki olarak doğmuştur. Nitekim bu tepki daha sonraları, İslam filozoflarına da kaymış, Eşari kelamcıları ile İslam filozofları arasında önemli tartışmalar yaşanmıştır[124]. Her ne kadar Eşarilik ile Matüridilik birbirlerine benzeseler ve çok yakın olsalar da, özellikle ayrıntılarda ve çeşitli hususlarda birbirlerinden ayrılmıştırlar. Amelde Maliki ve Şafii olanların çoğunluğu Eşariyken Hanbeli ve Hanefi olanların küçük bir kısmı Eşaridir[124].

Fıkıh mezhepleri
Ana madde: İslam dini fıkıh mezhepleri


Fıkıh mezhepleri, İslam hukuku olan fıkhın farklı yorumlanması nedeniyle oluşmuş mezheplerdir. Bunlar temelde itikadî konularla yani inanç esaslarıyla ilgilenmeseler de, İslam hukukunda kullandıkları metodolojiye yakın bir metodolojiyi kullanan çeşitli itikadî mezheplerle yakınlaşmışlar, belirli itikadî fikirleri savunmuşlardır. Nitekim zaman zaman fıkıh âlimleri itikadî eserler de vermiştir; örneğin bir Sünni fıkıh mezhebi olan Hanefîliğin kurucusu konumundaki Ebu Hanife'nin çeşitli itikadî fikirleri bulunmaktadır ve kendisinden sonra gelen bazı itikat, kelam alimleri bu fikirleri kullanmışlardır[125].

Sünni fıkhi mezheplerinin başlıcaları: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik mezhepleridir.[97][126][127][128] Başlıca Şii fıkıh mezhebi ise İsnaaşeriyye'den olan Caferîliktir.[128][129] Bunların dışında bugün kitlesel anlamda varlığını sürdürmeyen fakat fıkıh meselelerinde tesiri olmuş, tarihî açıdan önemli fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir[130].

Caferilik ismini Ali bin Ebu Talib'in torunlarından olan fıkıh alimi Cafer-i Sadık'tan almaktadır. Her ne kadar mezhep genel olarak bir Şii ya da Alevi mezhebi sayılsa da Cafer-i Sadık Sünnilerce önem verilen bir âlimdir. Nitekim kendisi, Sünnilikte önemli bir yere sahip, kendi adlarına ekol bulunan çeşitli fıkıh alimlerine, örneğin Hanefiliğin isim babası Ebu Hanife ondan ilmî açıdan yararlanmıştır. Fıkhî açıdan Caferîlik (veya İsnaaşeriyye) Sünni fıkıh mezhepleriyle benzer kaynaklara ve metodolojilere dayanır. Bununla birlikte özellikle fakihlerin (fıkıh bilginlerinin) ağırlıkları ve önemleri, Sünni mezheplere oranla çok daha önemli bir etki ve yere sahip olmuş, Sünni mezheplerden farklı olarak önemli bir hiyerarşik yapıyı ortaya çıkarmıştır[129].

Sünnî fıkıh okullarından olan Hanefîlik ismini, temel aldığı alim olan Ebu Hanife'den alır[125][126][127] ve bugün dünya çapında en yaygın olan fıkıh mezhebidir[131]. Ebu Hanife'nin metodu akılcı bir yaklaşım izler ve Sünnî fıkıh mezhepleri arasında bir fıkhî yol olarak kıyasa en çok değer veren mezheptir[129][131][132]. Ayrıca fıkıh mezhepleri arasındaki en liberal mezhep olduğu görüşürü yaygındır[131]. Her ne kadar mezhebin kurucusu olarak Ebu Hanife ismi zikredilse de, mezhebin gelişiminde Ebu Hanife'nin iki öğrencisi Ebu Yusuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybanî'nin rolleri büyüktür ve bu iki imama birlikte imameyn lakabı takılmıştır[125][132]. Nitekim Hanefîlikte daha sonraları, imameynin ortak görüş belirttiği ve görüşlerinin Ebu Hanife'den farklı olduğu durumlarda, imameynin görüşleri kabul görmüştür[133]. Orta Asya ülkelerinde, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerdeki Sünni nüfusta yaygın olan Hanefilik, ayrıca Orta Doğu'da Türkiye ve Irak gibi ülkelerde de oldukça yaygındır[132].

Malikîlik ismini fıkıh alimi ve hadis alimi (muhaddis) olan Malik bin Enes'den alan bir Sünni fıkıh mezhebidir[126][127]. Temel fıkıh kaynaklarına yaklaşımı Ebu Hanife'ninkine benzemektedir. Her ne kadar re'y ve kıyasla hiç hükmetmediği iddiaları doğru olmasa da, re'y ve kıyası sık kullanmamıştır. Malik icmayı diğer alimlerden daha sık kullanmıştır ve Malikîlikte icma diğer mezheplere oranla daha sık kullanılagelmiştir. Ayrıca sahabe kavli, sahabelerin icraatları ve maslahatlar Malikî mezhebinde diğer mezheplere oranla daha önemli bir kaynak teşkil eder ve daha önemli bir yere sahiptirler. Bugün dört mezhepten üçüncü en büyüğü olan Malikîlik özellikle Kuzey Afrika ve Batı Afrika'da yaygındır[127].

Şafiîlik ismini el-Şafiî (Muhammed bin İdris Kureyşî) isimli fıkıh alimden alan bir Sünnî fıkıh okuludur[126][127]. Gerek Ebu Hanife gerekse Malik'ten (Malik bin Enes) oldukça etkilenmiş olan el-Şafiî aynı zamanda Usûl'ül-Fıkıh yani Fıkıh Usûlü ilminin de kurucusudur[126]. İtikadda Şafiîler Eşariliği takip ederler. Bugün Şafiilik Mısır, Somali, Yemen, Hicaz, Endonezya, Malezya ve Etiyopya gibi birçok ülkede yaygındır[127]. Ayrıca Hindistan'ın bazı bölgelerinde de Sünnî Müslümanlar arasında yaygın bir mezheptir.

Sünnî fıkıh mezheplerinden Hanbelîlik adını fıkıh âlimi ve muhaddis Ahmed bin Hanbel'den almaktadır[126][127][134]. Ahmed bin Hanbel aynı zamanda Selefîlik ekolü içinde önemli bir yere sahiptir. Hanbelîlik mantıkî metodolojilere en düşük önemi veren fıkıh mezhebi sayılabilir[129]; nitekim özellikle ilk dönemlerde çoğu akılcı metot ve fikri reddetmişlerdir[134]. Eğer bir hususta Kur'an'da ve sahih hadislerde bir karar bulunmuyorsa sahabe kavline, eğer sahabe arasında bir ihtilaf varsa Kur'an ve Sünnet yönünden en güçlü olan tarafın kararına uyulur. Eğer bunların hiçbiri mümkün değilse fakat zayıf bir hadisin varlığı mümkünse, zayıf hadisi takip edilir. Eğer bu da mümkün değilse, en son çare olarak kıyasa başvurulur. Bugün özellikle Arap yarımadasında yaygın olan mezhep[127] aynı zamanda tarih boyunca farklı ekolleri etkilemiştir. Örneğin çağdaş Vahhabilik hareketi Hanbelîlikten büyük ölçüde etkilenmiştir[127][134].

Bugün müntesibi bulunmayan fakat birçok konuda hâlâ etkilerini sürdüren bir başka fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir[130]. Bazen belirli tarihî dönemler için Sünnî gelenek içerisindeki beşinci fıkıh mezhebi olarak anıldığı da olur. Kurucusu Davûd el-Isbehânî olan mezhep, fıkıhta aklî metodların çoğunluğunu reddetmesi ve nassların (ayet ve hadislerin) görünen anlamlarını (zahirî anlamlarını) temel alması sebebiyle Zâhîrîyye olarak adlandırılmıştır[129][130]. Mezhebin gelişiminde büyük rol oynamış ve özellikle Endülüs'te yayılmasına sebep olan başlıca alim ise Ebû Muhammed İbn Hazm'dır. Her ne kadar etkisini yitirse ve zaman içinde kitlesel varlığını kaybetse de, 20. yüzyılda da çeşitli fıkhî eserlerinde Zahirî etkisi ve fıkıh anlayışı devam etmiştir[130].
Diğer grup ve mezhepler

Çeşitli mezhep ve gruplar, bazı âlimlerce mezhep, bazılarınca ayrı bir din bazılarınca ise dinî farklılıklardan ziyade etnik farklılıklarla ayrışmış gruplar olarak kabul edilirler. Zaman zaman bir mezhep olarak ortaya çıkan ayrı gruplar, zaman içinde gelişerek yeni bir din olmuşlar ve İslam'dan ayrılmışlardır.

Etnik unsurların ve kültürün mezheplerle ve İslam ile kaynaşması sonucu oluşan gruplara bir örnek bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan, Anadolu'daki, Alevîlerdir. Anadolu Alevîleri, İran'daki Alevîler farklı olduğundan İran'dakiler, Şiîliğin bir mezhebi sayılırken Türkiye'deki Alevîlerin ayrı din olarak görenler de vardır ve ayrı bir din mi yoksa bir mezhep mi olduğu tartışma konusudur. Zaman zaman Anadolu ve Balkan Alevîlerinin Şia'nın İsnaaşeriyye kolunun Türkî bir yorumu olarak kabul edildiği iddia edilir.

Anadolu Alevîliği
Ana madde: Alevilik


Alevîlik, Sünnîlikten sonra Türkiye'de en yaygın ikinci mezheptir. Sıklıkla ansiklopedilerde ve bilimsel kaynaklarda Şiiliğin Türkiye'deki bir mezhebi olarak tanımlanır[135]. Çıkış noktası İsnaaşeriyye Şiiliği olmasına rağmen uygulamada ve anlayışta oldukça büyük farklılıklar içerdiği[136] gibi Türk kültür ve geleneklerinden büyük oranda etkilenmiştir; özellikle Alevi büyükleri antik Türk inançlarından, örneğin kamcılıktan, Aleviliğin büyük ölçüde etkilendiği ve çeşitli unsurlar barındırdığını ortaya atmışlardır[135]. Nitekim Batılı kaynaklarda Alevilik, "Türk veya Osmanlı Şiiliği" olarak adlandırılır. Alevî sözcüğünün kökeni Ali bin Ebu Talib'in taraftarı anlamına dayanır ki Şiilikte peygamber sonrası ilâhî bir şekilde seçilmiş olan halifenin Ali olduğu inancı Alevilikte mevcuttur[136]. Bununla birlikte kendine has özelliklerinden ötürü, diğer bazı Alevi olarak adlandırılan gruplar gibi (örneğin, Dürziler ve Nusayriler), Şiilik ve Sünnilik dışı ayrı bir mezhep olarak da görüldüğü olmuştur[136]. Ek olarak Alevîlik Türk (Orta Asya ve Anadolu) Sufî gelenekleri ve tasavvuf akımlarından büyük oranda etkilenmiş, Şii unsurların çoğunluğu tasavvufî kavram ve unsurlarla bütünleşmiştir. Bunların dışında çeşitli Türk ve İslam kültürleri dışı etkilerin ve kökenlerin de olduğu bilim insanlarınca öne sürülmüştür: Gnostikler, Zerdüştlük, Manihaizm (Mani dini) ve panteizm gibi[135]. Aleviliğin tanımlamasında son yıllarda Aleviliği ayrı bir din (veya İslam dışı) gibi görme tartışmaları ortaya çıkmış olduğu gibi[136], bazı bilim insanları Alevileri bir dinî azınlıktan ziyade etnik bir azınlık olarak görmüş ve tanımlamıştırlar[135]. Aleviliğin Türk kültürüyle sık sık bağdaştırılması ve zaman zaman Türk İslamı olarak yorumlanmasının, özellikle Kürt-Alevi etnik grubu bazlı ayrılıkçı hareketlere karşı geliştirildiğini savunan bilim insanları da olmuştur[137].

Alevilik özellikle Bektaşilik ile büyük ölçüde paraleldir ve bugün iki isim sıklıkla birbiri yerine kullanılır[138]. Bununla birlikte Bektaşilik daha ziyade bir tasavvuf tarikatıdır ve temel nitelikleri, özellikleri de tasavvufîdir[135]. Nitekim Aleviliğin Bektaşilikle iç içeliği sonucu birçok tasavvufî öğe, Bektaşî geleneği Aleviliğe dâhil olmuştur. Cem ayinleri, dede, pir ve mürşitlerin eğitiminde kurtuluşa erecek Sufî yolun takip edilmesi[135], her ne kadar her Alevi tarafından sıkıca takip edilmese de, Bektaşilik ile Aleviliğin paylaştığı temel unsurlardandır. Bektaşî-Alevî geleneğinde, tasavvufî unsurlarla bütünleşmiş yolu benimseyenlerle, etnik olarak ilgili gelenekten olanlar arasında ayrım yapılır: Hacı Bektaş'ın yolunu takip eden Bektaşi-Alevilere Yol Evladı tabiri kullanılırken, etnik olarak gelenekten olanlara Bel Evladı tabiri tercih edilir[135].

Alevîler'in ibadet yeri cemevidir[137][138]. Aslen Bektaşî geleneğinde bir tür inisiasyon ritüeli olan cem ayini (ayin-i cem) Alevi ibadetinde çok önemli bir yer tutar[135] ki nitekim liturji açısından İsnaaşeriyye ile Alevilik arasındaki büyük farklılıkların bir göstergesidir[136]. Cem ayinlerinde birçok Şii temelli sembol bulunur: Kötü bir sonla karşılaşan imamlar Hüseyin ve Hasan'a atfen on iki mum söndürülür, özellikle On İki İmam, Kerbela gibi şeyleri konu edinen nefesler söylenir ve semah yapılır[135]. Şii ve Sünnilerin genelinden farklı olarak Ramazan ayında oruç tutmazlar[136][138]. Kendileri Muharrem ayının 10'unda, üçüncü imam Hüseyin'in Kerbela'da öldürüldüğü günü oruç tutarak geçirirler[136]. Nitekim Şiiler ve Sünnilerce uygulanan ve Sünnilere ve her iki grup tarafından da İslam'ın şartlarından kabul edilen hac da Aleviler tarafından uygulanmaz. Alevilikteki davranışsal temel ise ünlü bir Alevi deyişiyle şöyle tanımlanmıştır: "eline, diline, beline sahip ol"[135].

Türkiye'de bulunan Şiilerin ve dolayısıyla Alevilerin nüfusunun kaçta kaçını oluşturduğu net olarak bilinmemektedir[139]; bununla birlikte Caferilerin ve Alevilerin toplamda nüfusun %7 ile %30 arasında bir kısmını oluşturduğuna yönelik tahminler ve çalışmalar bulunmaktadır[140]. Bir AB raporuna göre Türkiye'de 15-20 milyon Alevi bulunmaktadır[141]. Birçok Alevi yazara göre de Türkiye'deki Alevi nüfusu, Türkiye toplam nüfusunun üçte biri kadardır ki bu yaklaşık 20 milyon veya üzeri bir rakama işaret eder[142]. Bununla birlikte daha düşük tahminler de yapılmış. Bu tahminlere göre Alevi nüfus daha ziyade 10 veya 12 milyon civarıdır[142]; bununla birlikte nüfusa oranı %10'un altına düşüren, net sayıyı 5 milyon civarında tespit eden başka tahminler de vardır[139]. Alevilik tanımının göreceli yönlerinin bulunmasından dolayı tüm tahminlerin doğruluk payı olduğu fikrini ortaya atan bilim insanları da olmuştur[139].

Tasavvuf
Rifaiyye tarikatından zikreden şahısları gösteren bir betimleme.


Tasavvuf veya Sufizm bir mezhep olmamakla birlikte, kendisine birçok farklı mezhepte yer bulmuş, çileci, zaman zaman ezoterik, monistik veya panteistik yönleri de olan tarikat ya da İslam akımıdır. Tasavvuf veya Sufi kelimelerinin kökeni konusunda ihtilaf olduğu gibi ortaya çıkışı hususunda da ihtilaf vardır. Din bilimleri açısından tasavvuf akımının hicrî ikinci yüzyıldan itibaren başladığı özellikle İslam'ın yaygınlaşması ve yeni toprakların İslam devletine katılmasıyla birlikte yaygınlaştığı bilinmektedir. Cabir bin Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî birçok araştırmacı tarafından ilk mutasavvıflardan sayılmışlardır[143][144]. Tasavvuf akımı kendisinden önce ve sonra ortaya çıkan farklı dini veya mistik akımlardan büyük ölçüde etkilenerek ortaya çıkmıştır[145][146][147]. Nitekim tasavvuf tarihçelerinde, Antik Çağ'dan tanınmış bazı âlim ve düşünürler, özellikle Hindistan ve Mısır'daki gizemci bazı mezhepler ve felsefeler övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiş bu felsefelerin tasavvufî düşünceyle ortak bir paydada buluştuğu ifade edilmiştir[148]; Örneğin, batı mistiklerinden Pisagor, birçok mutasavvıf ve eser tarafından sıklıkla övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiştir[149]. Oryantalist De Lacy O'Leary tasavvufun üzerinde oturduğu temel eylemler, davranışlar ve kavramların İslam'da bulunmadığını ve dışarıdan İslam kültürüne geldiğini iddia etmiştir[150].[151]. Bu fikirler mutasavvıflar arasında bazen kabul görüp, bazen görmemektir. Genelde mutasavvıflar tasavvufî görüşlerin ve kavramların Kur'an temelli olduğunu ve peygamber ile sahabe zamanında olduğuna inanırlar. Tasavvufî düşünce kendi içinde birçok gruba ayrılır ve bu grupların her birine tarikat denir. Tarikatlar, geçmişlerinin peygamberin zamanında yaşayan Müslümanlardan birine kadar gittiğini iddia ederler ve o zamandan günümüze kadar düşüncesel anlamda önderlik etmiş şahısların bir silsilesini oluştururlar. Bazı din bilimciler Batı'daki panteistik düşüncelerle tasavvuftaki ontolojik düşüncelerin benzerliğini savunsa da, birçok mutasavvıf bunu reddetmiştir. Nitekim tasavvufta ontolojik yapı tarikatlar arası farklılık göstermektedir.

Tasavvufun temelinde sıklıkla, Allah'ın tek olduğu, sadece tanrısal anlamda değil varlıksal anlamda da tek olduğu, onun dışında hiçbir varlık bulunmadığı, evrenin ve içindeki canlı cansız her şeyin Allah'ın varlığının bir yansıması olduğu fikri yatar (Vahdet-i Vücut, Panteizm). Bu noktada ontolojik anlayış çoğu tasavvufî akımda benzer olsa da, ayrıntılarda farklar görülür. Tasavvufta Kur’an’da hayatın her alanında zahirî (görünen) şeylerin ardında kalan daha derin bir anlam olduğu fikri egemendir. Bunun dışında özel bir zühd kavramı vardır ve mutasavvıflar hayata dair zevklerden ruhanî zevklere ulaşabilmek için kaçınmalıdırlar. Yoğun bir çilecilik anlayışı mevcuttur fakat bu çileciliğin tezahürleri tarikattan tarikata farklılaşabilir. Tasavvufta farz ve nafile ibadetlerin dışında uzun toplu veya bireysel zikir önemli bir ibadettir. Ayrıca tasavvufta, kişinin kendisini tasavvufî anlamda geliştirmesi için, bir şeyhe bağlanması şarttır. Tasavvufa göre kişi tasavvufta ilerledikçe çeşitli varlıksal mertebelerden geçer ve sonunda kemâle erer. Ayrıca beden ve nefis doğaları gereği kötü ve hakir görülür, nefse ve bedensel ihtiyaçlara sıklıkla yenilecek bir düşman, aşılacak bir engel olarak bakılır. Buna göre Allah'ın bir parçası olan ruhun, onun varlığında farkındalığına kavuşması için bunlar şarttır. Nitekim bu da çileciliğin tasavvuftaki yerinin sebeplerindendir. Ayrıca tasavvufta Allah'a karşı duyulan ve önemli bir yeri olan aşk kavramı mevcuttur. Nitekim sıklıkla yapılan ibadetlerin cennet arzusu veya cehennem korkusu yerine bu aşk uğruna yapılması gerektiği vurgulanır. Bu aşk kavramı tasavvuf edebiyatında da kendisine önemli bir yer bulmuştur ve gerek Allah'tan gerekse Muhammed'den tasavvuf edebiyatında sıklıkla sevgili olarak söz edilmiştir.

Tasavvuf, özellikle şeyh-mürid ilişkisi ve barındırdığı çeşitli ontolojik fikirler (örneğin vahdet-i vücud) sebebiyle zaman zaman çeşitli din âlimlerince kınanmış ve hatta tekfir edilmiştir. Bu âlimlere bir örnek İbn Teymiye'dir. Gazali gibi bazı İslam âlimleriyse tasavvufî görüşe hak vermiş ve İslam dairesi içinde, saf ve hakikî bir yol olduğunu savunmuş, tasavvufun gelişimine katkılarda bulunmuştur.

Tasavvufun İslam kültüründeki yeri büyüktür ve gerek Sünnî gerekse Şii topluluklarda önemli bir yer tutar. Tasavvuf edebiyatı ve musikîsi İslam kültüründe önemli bir rol oynamıştır. Tarih boyunca birçok tanınmış mutasavvıf şair vardır ve gerek tasavvuf edebiyatı gerekse Doğu edebiyatında önemli bir yere sahiptirler. Bunlara Celaleddin-i Rumî, Şeyh Galib, Feridüddin Attar, Hâfız, Sadi Şirazi, İbn Ferid ve Yunus Emre gibi isimler örnek olarak verilebilir.

Dünyada Müslümanlar

Nüfusunun %10'undan fazlası Müslüman olan ülkeler.
Sünni nüfusun çuğunlukta olduğu bölgeler
Şii nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler
İbadi nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeler

İslam dini, 1.3 - 1.5 milyar inananıyla Hristiyanlıktan sonra dünyanın en yaygın ikinci dinidir.[152]

Dünyadaki Müslümanların çoğu Orta Doğu'da, Afrika'nın ortasında ve kuzeyinde, Asya'nın batısı ve güneydoğusunda ve Balkanlar'da yaşamaktadır. Ayrıca Avrupa, Avustralya ve Amerika gibi diğer kıtalarda da on milyonlarca Müslüman yaşamaktadır.

Nüfusunun %100'üne yakını Müslüman olan Suudi Arabistan, Müslüman nüfusun tüm nüfusa oranı bakımından dünya birincisidir.[153] Endonezya, sayısal açıdan dünyanın en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkesidir[154]. 237.5 milyon nüfusa sahip Endonezya'nın nüfusunun %85-90'ı Müslümandır[154][155]. Hindistan ise sayısal açıdan dünyanın en büyük Müslüman azınlık nüfusunun (138 milyon[156]) yaşadığı ülkedir.

Kültür
İslam ve sanat
Ana madde: İslam sanatı


Selimiye Camisinin kubbesinin içi; Edirne, Türkiye. İslamî sanatlarda dekoratif sanatlar çok önemli bir yer tutar.
1507'den kalma bir minyatür. Betimlenen Leylâ ile Mecnun hikâyesinden Mecnun'dur.
El Hamra Sarayı, Granada, İspanya.

İslamî sanatlar İslam kültürünün büyük bir bölümünü oluştururlar[157]. İslamî sanat(lar) terimi görece yeni bir terimdir ve genel olarak modern bir kavram olarak ele alınabilir[157]. Terim ile kastedilen İslam topraklarında üretilen, İslam kültürünün izini taşıyan sanat eserleridir; eserlerin illâ ki Müslüman için veya Müslümanlar tarafından yapılmış olması gerekmez[157]. Nitekim birçok Hindu, Hristiyan ve Yahudi sanatçılar İslamî sanat eserleri verdikleri gibi, Müslümanlar tarafından yapılan bazı sanat eserlerinin alıcıları, sahipleri gayrimüslimdir[157]. Zaman zaman tarihi İslamî sanat eserleri ve sanatçılar çağdaş zamanlarda dinîden ziyade millî sanat açısından değerlendirilmiştirler; bununla birlikte bu genelde yanlış bulunur zira İslamî sanatlarda tarih boyunca ortak olan değer ve vurgu İslamdır ve sanatlar birçok etnik grubun katkısının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır[157]. Nitekim o dönemlerde İslam topraklarında bulunan vatandaşların da ayırıcı özelliği etnik gruplarından ziyade dinleriydi ve bu sebeple de bugün birçok tarihî İslamî sanatçının yaşadığı toprağa bakarak etnik kökenini bilmek çok zordur[157].

İslam itikadındaki Allah inancında antropomorfizme yer verilmemesi ve buna kesin bir şekilde karşı çıkışı, Allah'ın sureti olmadığı için betimlenemeyecek olduğu inancı Hristiyanlıktakine benzer bir ikona ve dinî resim geleneğinin oluşmasını engellemiştir[157]. Ayrıca İslam'da peygamberlere tanrısal özelliklerin izafe edilmemesi peygamberlerin de betimlenmesini dinî anlamda büyük ölçüde gereksiz kılmıştır[157][157]. Ek olarak İslam'ın putperestliğe karşıt oluşu ve Kur'an'da putperestliğin şiddetli bir şekilde reddedilmesi özellikle heykel gibi sanatlara Müslümanların, özellikle de aktif pagan putperestliğinin devam ettiği çağlarda, mesafeli durmasına sebep olmuştur[158]. Bununla birlikte Kur'an'da heykel sanatına veya insan (peygamberler dahil) suretlerinin betimlenmesine, tapınmak yani putperestlik için yapılmadıkları sürece, karşıt bir ayet bulunmaz[157]. Nitekim sonraki yüzyıllarda özellikle yeni fethedilen topraklarda var olan sanat gelenekleri ile İslam'daki kavram ve sembollerin kaynaşması sonucu, özellikle İran bölgesinde, gerek Muhammed gerekse diğer peygamberleri betimleyen görsel eserler de, nadir de olsalar, yapılmışlardır[159] ve figüratif betimleme yedinci yüzyılın ilk dönemlerine kadar pek de sorunsal olmamıştır[157]. Bununla birlikte özellikle peygamberin betimlemeleri dinî bir bağlamda değil de tarihî bir bağlamda yapılmıştır[157].

Batı'da sanatın önder türleri resim ve heykelken, İslam'da bu formlar yukarıda belirtilen sebeplerin de etkisiyle benimsenememiştir[157]. Bunun yerine ahşap, metal işlemeciliği, dekoratif sanatlar, seramik ve cam sanatları ile ciltleme ve hat sanatları büyük yer ve öneme sahiptir[157][158]. Süsleme sanatlarında özellikle geometrik ve simetrik motifler sıklıkla yer almıştır[157][160].

Gerçekçi suret betimlemesinden uzak duran İslam sanatı, daha hayalcî bir tarza sahip olan minyatür sanatını geliştirmiştir. Gerek açı, gerekse özgün stilleriyle minyatür sanatı farklı bir görsel sanat dalıdır ve İslam sanatında büyük yer tutar, başlıca figüratif sanattır[159]. Buna ek olarak, İslam'da önemli bir yer tutan yazıyı baz alan güzel sanat türü, hüsn-ü hat, yani hat sanatı İslam toplumundaki suret karşıtlığından da yararlanarak büyük ölçüde gelişmiştir[157][157][161]. Hat sanatında birçok tarz ve üstat geliştiği gibi, farklı İslam devletlerinde, Arap alfabesini kullanan farklı dillerde, daha farklılaşmış stiller ortaya çıkmıştır[161][162]. Hat sanatı gelişiminde zaman zaman soyut da olsa figüratif özellikler de kazanmıştır; örneğin zoomorfik hat eserlerine sıklıkla rastlanır[162]. Özellikle hat sanatıyla birlikte anılan tezhip sanatı dekoratif bir sanat olarak öne çıkmış, Kur'an nüshalarının oluşturulmasında hat ile birlikte dekoratif ve estetik açıdan önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek ciltcilik gerekse süsleme açısından en güzel örnekleri sunan Kur'an nüshaları olmuştur[157]. Kur'an nüshalarında hat ve tezhibe sıklıkla rastlanırken, figüratif dekorasyonlara ve betimlemelere rastlanmaz[157][158]. Bunun yerine minyatür gibi figüratif betimlemeler destan ve manzum hikâyelerin nüshalarında sıklıkla kullanılmıştır[157][158].
Avlusu ve minareleriyle Sultan Ahmet Camisi, İstanbul, Türkiye.

Bunlara ek olarak İslam sanatında mimari önemli bir yere sahiptir. İlk dönemlerde (gerek İslam öncesi ve İslam'ın ortaya çıktığı dönemlerde) İslam'ın geliştiği merkezler olan Mekke ve Medine'de mimari açıdan gelişmemiş şehirlerdi[163]. Özellikle İslam devletinin yönetiminin saltanata geçişinden sonra, yapılan fetihlerle de mimariye olan ilgi artmış[163], zaman içinde farklı toprakların mimarisinden de etkilenerek farklı mimari stillerde camiler, mescitler, medreseler, saraylar, köprüler ve kervansaraylar yapılmaya başlanmıştır[163]. İslam’a has ibadet yeri olan camilerin mimarisi özellikle İslam mimarisi içerisinde önemli bir rol oynamıştır[164]; ilk fethedilen topraklarda, özellikle Suriye'de, kiliseler camiilere çevrilmişken daha sonra fethedilen yeni topraklarda ve kurulan yeni şehirlerde Müslüman camiler inşa etmeye başlamışlardır[163]. Farklı iklimlerden ve etnik kültürlerden etkilenerek camii mimarisi bölgeden bölgeye farklılık gösterir[163][164]. Bu tip (cami, medrese vs.) dinî mekânların mimarisinde suret betimlemesine pek yer verilmez[157][158], bunun yerine dekoratif, sık sık geometrik ve arabesk türde süslemeler mevcuttur[157][158][163]. Bununla birlikte dinî olmayan seküler mekânların mimarisinde suret betimlemelerine yer verilmiştir; örneğin özellikle eski hamamlarda ve saraylarda buna rastlanır[157][158][163]. Bununla birlikte seküler mekânlar zaman içinde dinî mekânlar kadar iyi korunmamıştır[157].

Tekstil bazlı sanatlar da İslami sanatlar açısından önemli bir yere sahiptirler[157][158]. Ticari açıdan da büyük bir gelir kapısı oluşturan tekstil üretimi çok gelişmişti ve çok çeşitli ham maddeler kullanmaktaydı[157][158]. Halılardan çok amaçlı kumaşlara, tülbentlere kadar birçok farklı tekstil ürünü[158] farklı tarz ve tekniklerle dokunarak hazırlanır,önemli bir kısmı ithal edilirdi. Nitekim Orta Çağ'da kiliselerde azizlerin kemiklerinin sarılıp saklandığı işlemeli kumaşların çoğunluğu İslam topraklarından gelmekteydi ve bugün varlığını sürdüren bu kumaşlar o dönemlerdeki İslam kumaş sanatlarının güzel örneklerini oluşturmaktadır[157].

İslam ve bilim
Ana madde: İslam ve bilim


11. yüzyıl dolaylarından kalma, el-Biruni tarafından yapılmış ve Ay'ın farklı evrelerini gösteren bir çizim.
Yaklaşık 1200 yılından kalma, gözün anatomisini anlatan bir çizim.
el-Cezeri'nin tasarladığı otomatik su kaldırmaya yaran bir (otomat) icadın betimlemesi; yaklaşık 1205 yılından kalma.

İslam'ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslam devletlerinin yükselişte olduğu İslam'ın altın çağlarında İslam topraklarında birçok bilim insanı yetişmiş ve bilimsel faaliyetler çok yoğunlaşmıştır[165]. Bilim anlamına ve İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan özgün terim ilmdir[165][166] ki bu sözcük Türkçede de bilim anlamında, ilim şeklinde, eskimiş olsa da, yer almaktadır[167]. İlm terimi aslında "bilgi" anlamında da kullanılır. Her iki anlamı da İslam ile bütünleşmiştir ki nitekim İslam literatüründe ve zaman içinde İslam tarihinde İslam öncesi ve ilk vahyin geldiği döneme Cahiliyye Devri (veya Cahiliyye Dönemi) denir. İslam devletlerinde ortaya çıkan bilimsel anlayışlara, bulgulara ve bilim insanlarının bütüne zaman zaman İslamî bilimler dendiği olur; bununla tam olarak neyin kastedildiği zaman zaman tartışma konusu olmuş olsa da genel olarak Müslümanlar tarafından yapılan bilimsel çalışmaların bütünü anlamındadır[166]. İslamî bilimsel çalışmalar ve bilim insanları, Arap bilimsel çalışmalar ve bilim insanları olarak görülmemelidir; her ne kadar ortak dilleri Arapça olsa da bu dönemdeki bilimsel çalışmaları yapan kişiler birçok farklı etnik gruptan gelmekteydi ve ortak noktaları etnisiteden ziyade İslam devletlerinde yaşayan Müslümanlar olmalarıydı[168].

İslamî bilimsel gelişmeler ve bilim tarihinde Yunan filozoflarının eserlerinin İslam kültürüne girişi ve çevrilmesi önemli bir yer tutar ve 8. yüzyılda gerçekleşmiştir[166][168][169][170][171][172]. Nitekim daha sonra Batılı kaynaklar bu filozofların birçoğunun unutulmuş veya kaybolmuş eserlerini İslam devletlerinde bu eserlerin varlıklarını sürdürmeleri sayesinde keşfetmiş olduğu gibi Müslüman bilim insanlarınca bu bilgiler ışığında ortaya konan bilimsel yenilik ve keşifleri de tanıma fırsatı bulmuştur[165][166][170][171]. Yunan filozoflarının eserlerinden büyük ölçüde etkilenen ve diğer bazı dış faktörlerden de beslenen bir İslam felsefesi ve bilimleri geleneği oluşmuştur[168][169][173]. Farabi[174], İbn-i Sina[175] ve İbn-i Rüşd[176] tanınmış ve önemli İslam filozoflarındandır[170]. İslam felsefesi içinde birçok akım oluşmuştur, bunların bazısı İslam'ın ana hatlarını kabul ederken bir kısmı reddetmiştir; örneğin materyalist bir felsefeyi savunan Maddeciler veya Dehriyyûn Tanrı'nın varlığını reddederlerdi[177]. Bununla birlikte, İslam felsefesi içerisinde oluşan akımların büyük bir kısmı İslamî temelleri benimsemiş, İslam ile Yunan filozoflarının görüşlerini kaynaştırmaya ve uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu açıdan çıkan en büyük ve en çok tartışma yaratan meselelerden bazıları ahiretin salt ruhanî mi yoksa bedensel de mi olacağı, evrenin ezelî olup olmadığı ve dolayısıyla creatio ex nihilo (Tanrı'nın "yoktan var etmesi") gibi meselelerdir[170]. Akılcı ve dış etkilerden etkilenen bir başka akım da kelam yani İslam teolojisidir[166][169]. Bununla birlikte zaman içinde İslam filozofları ve kelam âlimleri ayrışmış ve sıklıkla tartışmalarda karşıt taraflarda bulunmuşlardır; İslam filozofları Yunan filozofların eserlerini ve görüşlerini İslamî bir temelde ele alıp, çeşitli nassları tevil ederken kelam âlimleri daha geleneksel bir yolu edinmiş, Yunan filozoflarının görüşlerini ikinci plana itmişlerdir[170]. Özellikle Eşari kelamcıları bu konuda ileriye gitmiş ve bilimsel nedenselliği reddetmiştir[170].

Gerek Kur'an'da insanlara düşünmeyi nasihat eden ayetlerin bulunması, gerekse ilmi öven hadislerin bulunması[166], İslam'da genel olarak akıl ile dinin birbiriyle karşıt olmadığı fikri[165], fetihlerin de ardından zenginleşen ve yayılan İslam devletlerinde bilimsel gelişme buluşların artmasına sebep olmuştur. Bu sebeple, Orta Çağ başta olmak üzere, çeşitli dönemlerde İslam devletlerinde önemli bilim insanları yetişmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: İbn el-Heysem, Ebu Reyhan el-Biruni, İbn Nefis, İbn Bace, İbn Tufeyl, Harezmi, Cabir bin Hayyan, Ömer Hayyam, Cezeri, İbn Haldun, Nasîrüddin Tûsî ve Takiyüddin[168][169]. Batı bilim tarihinde bu bilim insanların birçoğunun buluşları daha sonradan tanınmıştır[169]. Bu Müslüman bilim insanlarının buluşları ve çalışmaları çok çeşitliydi ve felsefeden, matematiğe, matematikten tıbba, tıptan hukuka, hukuktan astronomiye, astronomiden sosyolojiye kadar çok çeşitli ve geniş bir alanda, birçok farklı dilim dalını kapsayacak şekildeydi[166][169].
İslam eleştirisi ve mitolojiler

İslam'ın eleştirisi değişik şekillerde yapılmıştır. Bunlar sadece Kur'an'ı temel alarak "geleneksel İslam"ın eleştirisini[178] yapan, İslam'ın içinden grup kişilerin eleştirileri, Muhammed eleştirisi, Kur'an eleştirisi, Hadis eleştirisi, Şeriat eleştirisi gibi başlıklarda toplanabilir.
Mitolojiler

İslam'da inanılan birçok inanç, uygulama ve kavramın kaynakları Arap ve Orta Doğu mitolojilerinde, Zerdüştlükte, Yahudi-Hıristiyan kültürlerinde, Sümer-Mezopotamya bölgesi ve Hint kültürleri gibi Orta Doğu'ya komşu bölgelerin inançlarında bulunabilir. Bu kavramların kısmen veya tamamen söyleyiş ve içerik değişimlerine uğrayarak İslami literatür içerisine yerleşmiş oldukları düşünülmektedir.[179][180][181][182][183] Bazı araştırmalarda bir kısım İslami kavramın vedic orijinlerine dikkat çekilmiştir.[184]

İslam'da ve diğer Orta Doğu dinlerindeki büyük oranda Sümer kaynaklı olan Evren'in ve Âdem'in yaratılışı ile Tufan mitosu aynen paylaşılır. Kur'an'da Allah'ın Evren'i 6 günde yaratıp sonra da Arş'a çekildiği anlatılır. Âdem ve eşi Havva cennette çamurdan tek bir nefsten yaratılır ve onlara Allah kendi ruhundan üfler. Âdem ve Havva İblis'in kandırması ile nefislerine yenik düşerler ve yasak meyveyi yedikleri için cennetten çıkarılarak Yahudi inancındakine benzer şekilde 7000 yıl önce olduğuna inanılan bir zaman diliminde dünyaya gönderilirler.[185]

Eski toplumlardan kaynaklanan veya sonradan üretilmiş değişik İslami söylence örneklerinden bazıları;

Yaratılış ve tufan hikâyeleri: Âdem ve Havva, Habil ve Kabil, İblis'in kovulması ve şeytana dönüşmesi, Babil Kulesi, Tufan, maymuna dönüştürülen insanlar.
Siyer hikâyeleri: Siyer hikâyeleri, içlerinde birçok mucizeyi ve ders alınması istenen olay ve korkutmaları barındırır. Bir kayanın yarığından çıkan Salih'in devesi, Muhammed'in doğum mitosu, Miraç, mucizeler, kerâmetler, tanrısal yardımlar, kâfirlerin cezalandırılmaları, Fil Vakası, Ay'ın yarılması, güneşin doğuşu veya batışının bir kişi hatırına (Ali ve Muhammed) geciktirilmesi[186], balığın Yunus'u yutması, İbrahim'in ateşe atılması ve atıldığı ateşin bir bahçeye dönmesi, İbrahim'e gökten kurbanlık koç indirilmesi, İsa'nın göğe yükseltilmesi vb.
Ruhaniler ve tılsımlar: Harut ve Marut, Ruhlar, Malik, Melekler, Cinler, İfrit, Zebaniler, İblis, Şeytanlar, Huriler, vb. Ruhanilerin bir kısmı korkulan varlıklardır. Harut ve Marut'un yeryüzünde büyücülüğü başlattığına inanılır. Tılsımlar, Belirli miktarda okunduğunda ya da yazılı muska olarak taşındığında kişileri düşmanlardan, şeytan ve cin gibi kötü ruhani yaratıklardan, hastalıklardan felaketlerden koruduğuna inanılan kutsal isim veya yakarışlardan oluşur. Esma-ül Hüsna, Cevşen, Celcelutiye vb., nazar ve büyü duaları.
Mitolojik veya yarı mitolojik kişi, topluluk, yer, nesne ve hayvanlar: Muallak taşı, Hacerü'l-Esved, Levh-i Mahfûz, Arş, Kürsi, sidret'ül münteha, gök katları, Âdem ve Havva, Nuh, İbrahim, Süleyman, Belkıs, Hızır-İlyas, Lokman, İsa, Meryem, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ebabil, Burak, Ali, Fatıma[187] mitleri.
Eskatoloji / korku içerikli: Dabbetül Arz, Kıyâmet, Ahir zaman, İsrafil'in borusu, Yecüc ve Mecüc, Mehdi ve Mesih, kıyamet savaşı, Deccal, Süfyan, kabir azabı, Zebaniler, Malik, sırat, Kevser Havuzu, araf, huriler ve gılmanlar vb.

Dipnotlar için Kaynakcaya Bakiniz:

Wikipedia

tr . wikipedia . org / wiki / İslam





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)