03-13-2024, 10:00 PM
ZEMHERİDE YÜREK YANGINI
Kar yağıyoooo, kar yağıyooo... Çocukların sevinç çığlıklarıyla inledi ev. Haftalardır bekliyorlardı, ne yazık ki şubat ayı gelmesine rağmen kar yağmamıştı. Ama şimdi minik pamuk parçalarını andıran kar taneleri gökyüzünden süzüle süzüle iniyordu. Bu hızla yağarsa sabah kar tutmuş olacak, fırtına sebebiyle okullar tatil edildiği için de doyasıya kartopu oynayabileceklerdi. Bu umut ve tatlı hayallerle uykuya daldık, doğacak günün nelere gebe olduğunu bilmeden.
Sabah âdetim olduğu üzere herkesten önce uyanıp haberlere bakarken deprem haberini gördüm. İlk başta normal bir deprem olabileceğini düşünürken detaylara baktığımda dehşetle irkildim. Haberlerde Maraş merkezli peş peşe deprem olduğu ve on bir ilin depremden ağır şekilde etkilendiği yazıyordu. Görüntüler dehşet vericiydi. Evler yıkılmış, insanlar enkaz altında kalmış, evleri yıkılmayanlar yakınlarının ne durumda olduğunu öğrenmek için sokaklara dökülmüş, mevcut arama kurtarma ekip ve ekipmanları ile enkaz kaldırma çalışmaları başlatılmıştı. Fakat yaşanan felaketin büyüklüğü karşısında tüm çabalar eksik kalmıştı işte. O andan itibaren gözümü haberlerden ayıramadım. İmkân olsa da elimi ekrandan uzatıp enkazdan bir parçayı da ben kaldırmak istedim. Yıkıntı başında sevdiklerinden haber almak için bekleyen, bir gecenin birkaç dakikasında hayatları alt üst olan o kardeşlerimizin yanında olmak istedim. Kış soğuğundan mı afetin dehşetinden mi donmuş elini tutup sırtını sıvazlamak, teselli etmek istedim. Yalın ayak sokağa fırlamış kardeşime ayağımdaki çorabı çıkarıp giydirmek, soğuktan titreyene battaniye örtmek, karnı acıkan çocuğa bir parça ekmek uzatmak, kurtarma ekibindeki gönüllülere bir yudum su içirmek istedim. Ama elimden gelen sadece dua etmekti.
İki asır gibi geçen iki gün boyunca tüm dualarım deprem bölgesine bahar gelmesi içindi. Evet, evet şubat ayında. Çünkü başka türlü nasıl ısınacaklardı? Kar yağmış, deprem gecesi âdeta göğün dibi delinmiş, yağan yağmur enkazlarda birikmişken ısınmalarının başka yolu var mıydı? Biliyorum, birbirimizle sözleşmiş olmasak da tüm ülke bunun için dua ediyorduk. Tüm yürekler bir araya gelmiş, kıyamet kopmadan kıyameti yaşamış kardeşlerimiz için dua ediyorduk. Tabii bir de herkesin sağ salim çıkması için. Dualar, hıçkırıklar, haber takibi sonra tekrar dualar, hıçkırıklarla geçen iki günün ardından, müftülüğümden gelen mesajla kendime geldim. Cenaze işleri için deprem bölgesine gitmek üzere personele ihtiyaç vardı. Hiç düşünmeden kararımı verdim. Gidecektim. Hiç cenaze yıkamamıştım hatta babaannem dışında cenazeye bile bakmamıştım. Nasıl olacaktı, bilmiyordum ama elimden ne gelirse yapacaktım. Eşimi arayıp kararımı haber verdim. “Yapabileceksen git tabii ki. Orada desteğe çok ihtiyaç var.” deyince hemen müftülüğü arayıp gönüllü olduğumu söyledim. Balıkesir Müftülüğünden bir ekibin yola çıkmaya hazırlandığını, onlara dâhil olabileceğimi söylediler. Hazırlanmak için sadece yarım saatim vardı. Bu kısa sürede sırt çantama telefon için yedek güç kaynağı, kalın çorap, sıcak tutacak birkaç parça kıyafet, eldiven, biraz kuruyemiş alarak ekibe dâhil oldum. O andan itibaren biz olmuştuk. Otobüsün yarısı insan, kalan yarısı insani yardım malzemesi doluydu. Deprem bölgesine bir ekibin gideceğini duyan halk, battaniye, kıyafet, temizlik maddesi, gıda maddesi ile doldurmuştu aracın bagajını ve içindeki tüm boşlukları. Öyle ki çanta ve valizlerimizi ancak koridor boşluğuna sıkıştırabilmiştik. Bu görüntü bile içimizi umutla doldurmaya yetmişti.
Kâh uykulu kâh kaygılı geçen gecenin ardından Osmaniye civarında depremin ilk izlerini görmeye başladık. Minareler yıkılmış, evlerin bazılarının duvarları patlamış, bazısı daha iyi durumda. Fakat Nurdağı’na geldiğimizde fark ettik ki; ekranlardan gördüğümüz, felaketin küçük bir kısmıymış. Binaların tamamı neredeyse yıkılmış, yıkılmayanlar da ağır hasarlıydı. Enkazların üstünde iş makineleri ve her yanda kulakları sağır eden siren sesleri. Ortalık toz duman, insanlar perişan, enkazdan duyacağı bir ses umuduyla, imkân olsa kalbinin atmasına engel olacak ve nefes almadan bekleyecek. Kurtarılmayı beklemek mi daha zor, yoksa dualarını gözyaşlarıyla harmanlayıp enkaz altındaki yakınından bir ses beklemek mi? Peki yıkılmış binalardan çıkamamak mı daha zor, yoksa üstündeki kurtarma gönüllüsü olmak mı?
Yarılmış yollar, dağlardan yuvarlanmış kocaman kayalar, nasıl olduğunu idrak edemediğimiz ama afetin şiddetini belki de en iyi gösteren kıvrılmış bir demir yolu ve devrilmiş elektrik direklerinin yanından geçip giderek nihayet görev yerimize vardık. Kahramanmaraş Kapıçam Mezarlığı.
Alana iner inmez sahada olan arkadaşlardan görevi devraldık. Kadın ve erkek cenaze için ayrı kurulmuş çadırlarda farklı illerden gelen gönüllü personel, imkânlar ölçüsünde görevini yapıyordu. Söylenenin aksine yığınla kefen vardı. Su olmadığı için teyemmüm aldırıp kefenlediğimiz cenazeleri gül suyu ve kafurla süsledik. Görevli hocalarımız, cenaze namazlarını kıldırıp alanda yüksek sesle Kur’an okudular; ölene dua, kalana bir nebze gönül ferahlığı olması için. Vatanın dört bir yanından gelen imamlarımız sabahtan akşama, geceden sabaha hiç durmadan cenaze taşıdılar. Araçlardan çadırlara, sonra çadırlardan namaz alanına, sonra da mezarlığa. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve Türkiye Diyanet Vakfı gönüllüleri olarak tüm çabamız, zaten ölüme hazırlıksız yakalanmış olan kardeşlerimizi usulüne uygun şekilde uğurlamak içindi. Tüm sivil toplum kuruluşları omuz omuza vermişti, herkes bir yaraya merhem olmaya çalışıyordu.
Yara çok büyüktü zira. 25 yaşında bir kadın cenazesi geldi çadırımıza. Hamileliğinin dokuz ayı dolmuş. Torun sevme hayali kurarken öz evladını da kaybeden anne yıkılmış, kızını son kez görmek için yalvardı. Görülebilecek durumda olmadığı için sadece elini tutmasına müsaade edebildik. Bir baba bir yaşındaki kızının cenazesini teslim etti ağlayarak. Lina bebek melek gibi yatarken adamcağızın, “Babam, babam!” diye hıçkırması kulaklarımdan gitmeyecek. Sonra yaşını bilmediğim bir hanımefendi cenazesi geldi. Önce kızı gelip vedalaştı annesinin elini tutarak. Daha fazlasına izin verilecek gibi değildi. Sonra kız kardeşleri sırayla veda ettiler ablalarına, toza bulanmış elini göz yaşlarıyla temizlemek ister gibi. Taşkınlık yok, yeri göğü inletmek yok, ablalarının uykusu bölünmesin hassasiyetiyle sessizce veda ettiler, sessizce ve hürmetle.
Nöbeti devredip otobüsümüzde dinlenmeye çalışıyorduk lakin soğuktan uyumak ne mümkün! Ya enkazdakiler ne yapıyordu o soğukta. Allahım! Üşümekten utanır mı insan, utandık. Sabah göreve üç kız kardeşle başladık. Yaşları bir ile dört arasında değişen üç cennet kuşu. Meryem, Merve, Melek. Anne baba ve abileriyle birlikte göçmüşler bu dünyadan. En fazla bir aylık olduğunu tahmin ettiğim hiç darbe almamış bir bebek geldi sonra. Üzerindeki tozlar olmasa uyuyor sanılacak dünyalar güzeli bir bebek. Sonra Rama geldi. Güzel kızım Rama, on iki yaşında. Depreme uykuda yakalanmış ama belli ki hiç eziyet çekmemiş uykusuna devam ediyor gibi.
Maraş’ta çok ağladım, çok acı gördüm. Ama en çok da tevekkül gördüm. Dağ gibi insanları titrek yaprağa çeviren bu acı karşısında, sabrıyla, imanıyla devleşen insanlar gördüm. “O kadar yolu bizim için mi geldiniz.” diye minnetle bakan gözler gördüm. Cenazesini zor taşırken geri dönüp “Allah razı olsun.” diyen koca yürekler gördüm. Şimdi şubat geldi yine. Ama öyle büyük bir yangın gördüm ki hiçbir şubat soğuğu ferahlatmaz, hiçbir zemheri ayazı üşütmez beni.
Hayriye KOÇ
Balıkesir Bandırma Müftülüğü Kur’an Kursu Öğreticisi
Kar yağıyoooo, kar yağıyooo... Çocukların sevinç çığlıklarıyla inledi ev. Haftalardır bekliyorlardı, ne yazık ki şubat ayı gelmesine rağmen kar yağmamıştı. Ama şimdi minik pamuk parçalarını andıran kar taneleri gökyüzünden süzüle süzüle iniyordu. Bu hızla yağarsa sabah kar tutmuş olacak, fırtına sebebiyle okullar tatil edildiği için de doyasıya kartopu oynayabileceklerdi. Bu umut ve tatlı hayallerle uykuya daldık, doğacak günün nelere gebe olduğunu bilmeden.
Sabah âdetim olduğu üzere herkesten önce uyanıp haberlere bakarken deprem haberini gördüm. İlk başta normal bir deprem olabileceğini düşünürken detaylara baktığımda dehşetle irkildim. Haberlerde Maraş merkezli peş peşe deprem olduğu ve on bir ilin depremden ağır şekilde etkilendiği yazıyordu. Görüntüler dehşet vericiydi. Evler yıkılmış, insanlar enkaz altında kalmış, evleri yıkılmayanlar yakınlarının ne durumda olduğunu öğrenmek için sokaklara dökülmüş, mevcut arama kurtarma ekip ve ekipmanları ile enkaz kaldırma çalışmaları başlatılmıştı. Fakat yaşanan felaketin büyüklüğü karşısında tüm çabalar eksik kalmıştı işte. O andan itibaren gözümü haberlerden ayıramadım. İmkân olsa da elimi ekrandan uzatıp enkazdan bir parçayı da ben kaldırmak istedim. Yıkıntı başında sevdiklerinden haber almak için bekleyen, bir gecenin birkaç dakikasında hayatları alt üst olan o kardeşlerimizin yanında olmak istedim. Kış soğuğundan mı afetin dehşetinden mi donmuş elini tutup sırtını sıvazlamak, teselli etmek istedim. Yalın ayak sokağa fırlamış kardeşime ayağımdaki çorabı çıkarıp giydirmek, soğuktan titreyene battaniye örtmek, karnı acıkan çocuğa bir parça ekmek uzatmak, kurtarma ekibindeki gönüllülere bir yudum su içirmek istedim. Ama elimden gelen sadece dua etmekti.
İki asır gibi geçen iki gün boyunca tüm dualarım deprem bölgesine bahar gelmesi içindi. Evet, evet şubat ayında. Çünkü başka türlü nasıl ısınacaklardı? Kar yağmış, deprem gecesi âdeta göğün dibi delinmiş, yağan yağmur enkazlarda birikmişken ısınmalarının başka yolu var mıydı? Biliyorum, birbirimizle sözleşmiş olmasak da tüm ülke bunun için dua ediyorduk. Tüm yürekler bir araya gelmiş, kıyamet kopmadan kıyameti yaşamış kardeşlerimiz için dua ediyorduk. Tabii bir de herkesin sağ salim çıkması için. Dualar, hıçkırıklar, haber takibi sonra tekrar dualar, hıçkırıklarla geçen iki günün ardından, müftülüğümden gelen mesajla kendime geldim. Cenaze işleri için deprem bölgesine gitmek üzere personele ihtiyaç vardı. Hiç düşünmeden kararımı verdim. Gidecektim. Hiç cenaze yıkamamıştım hatta babaannem dışında cenazeye bile bakmamıştım. Nasıl olacaktı, bilmiyordum ama elimden ne gelirse yapacaktım. Eşimi arayıp kararımı haber verdim. “Yapabileceksen git tabii ki. Orada desteğe çok ihtiyaç var.” deyince hemen müftülüğü arayıp gönüllü olduğumu söyledim. Balıkesir Müftülüğünden bir ekibin yola çıkmaya hazırlandığını, onlara dâhil olabileceğimi söylediler. Hazırlanmak için sadece yarım saatim vardı. Bu kısa sürede sırt çantama telefon için yedek güç kaynağı, kalın çorap, sıcak tutacak birkaç parça kıyafet, eldiven, biraz kuruyemiş alarak ekibe dâhil oldum. O andan itibaren biz olmuştuk. Otobüsün yarısı insan, kalan yarısı insani yardım malzemesi doluydu. Deprem bölgesine bir ekibin gideceğini duyan halk, battaniye, kıyafet, temizlik maddesi, gıda maddesi ile doldurmuştu aracın bagajını ve içindeki tüm boşlukları. Öyle ki çanta ve valizlerimizi ancak koridor boşluğuna sıkıştırabilmiştik. Bu görüntü bile içimizi umutla doldurmaya yetmişti.
Kâh uykulu kâh kaygılı geçen gecenin ardından Osmaniye civarında depremin ilk izlerini görmeye başladık. Minareler yıkılmış, evlerin bazılarının duvarları patlamış, bazısı daha iyi durumda. Fakat Nurdağı’na geldiğimizde fark ettik ki; ekranlardan gördüğümüz, felaketin küçük bir kısmıymış. Binaların tamamı neredeyse yıkılmış, yıkılmayanlar da ağır hasarlıydı. Enkazların üstünde iş makineleri ve her yanda kulakları sağır eden siren sesleri. Ortalık toz duman, insanlar perişan, enkazdan duyacağı bir ses umuduyla, imkân olsa kalbinin atmasına engel olacak ve nefes almadan bekleyecek. Kurtarılmayı beklemek mi daha zor, yoksa dualarını gözyaşlarıyla harmanlayıp enkaz altındaki yakınından bir ses beklemek mi? Peki yıkılmış binalardan çıkamamak mı daha zor, yoksa üstündeki kurtarma gönüllüsü olmak mı?
Yarılmış yollar, dağlardan yuvarlanmış kocaman kayalar, nasıl olduğunu idrak edemediğimiz ama afetin şiddetini belki de en iyi gösteren kıvrılmış bir demir yolu ve devrilmiş elektrik direklerinin yanından geçip giderek nihayet görev yerimize vardık. Kahramanmaraş Kapıçam Mezarlığı.
Alana iner inmez sahada olan arkadaşlardan görevi devraldık. Kadın ve erkek cenaze için ayrı kurulmuş çadırlarda farklı illerden gelen gönüllü personel, imkânlar ölçüsünde görevini yapıyordu. Söylenenin aksine yığınla kefen vardı. Su olmadığı için teyemmüm aldırıp kefenlediğimiz cenazeleri gül suyu ve kafurla süsledik. Görevli hocalarımız, cenaze namazlarını kıldırıp alanda yüksek sesle Kur’an okudular; ölene dua, kalana bir nebze gönül ferahlığı olması için. Vatanın dört bir yanından gelen imamlarımız sabahtan akşama, geceden sabaha hiç durmadan cenaze taşıdılar. Araçlardan çadırlara, sonra çadırlardan namaz alanına, sonra da mezarlığa. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı ve Türkiye Diyanet Vakfı gönüllüleri olarak tüm çabamız, zaten ölüme hazırlıksız yakalanmış olan kardeşlerimizi usulüne uygun şekilde uğurlamak içindi. Tüm sivil toplum kuruluşları omuz omuza vermişti, herkes bir yaraya merhem olmaya çalışıyordu.
Yara çok büyüktü zira. 25 yaşında bir kadın cenazesi geldi çadırımıza. Hamileliğinin dokuz ayı dolmuş. Torun sevme hayali kurarken öz evladını da kaybeden anne yıkılmış, kızını son kez görmek için yalvardı. Görülebilecek durumda olmadığı için sadece elini tutmasına müsaade edebildik. Bir baba bir yaşındaki kızının cenazesini teslim etti ağlayarak. Lina bebek melek gibi yatarken adamcağızın, “Babam, babam!” diye hıçkırması kulaklarımdan gitmeyecek. Sonra yaşını bilmediğim bir hanımefendi cenazesi geldi. Önce kızı gelip vedalaştı annesinin elini tutarak. Daha fazlasına izin verilecek gibi değildi. Sonra kız kardeşleri sırayla veda ettiler ablalarına, toza bulanmış elini göz yaşlarıyla temizlemek ister gibi. Taşkınlık yok, yeri göğü inletmek yok, ablalarının uykusu bölünmesin hassasiyetiyle sessizce veda ettiler, sessizce ve hürmetle.
Nöbeti devredip otobüsümüzde dinlenmeye çalışıyorduk lakin soğuktan uyumak ne mümkün! Ya enkazdakiler ne yapıyordu o soğukta. Allahım! Üşümekten utanır mı insan, utandık. Sabah göreve üç kız kardeşle başladık. Yaşları bir ile dört arasında değişen üç cennet kuşu. Meryem, Merve, Melek. Anne baba ve abileriyle birlikte göçmüşler bu dünyadan. En fazla bir aylık olduğunu tahmin ettiğim hiç darbe almamış bir bebek geldi sonra. Üzerindeki tozlar olmasa uyuyor sanılacak dünyalar güzeli bir bebek. Sonra Rama geldi. Güzel kızım Rama, on iki yaşında. Depreme uykuda yakalanmış ama belli ki hiç eziyet çekmemiş uykusuna devam ediyor gibi.
Maraş’ta çok ağladım, çok acı gördüm. Ama en çok da tevekkül gördüm. Dağ gibi insanları titrek yaprağa çeviren bu acı karşısında, sabrıyla, imanıyla devleşen insanlar gördüm. “O kadar yolu bizim için mi geldiniz.” diye minnetle bakan gözler gördüm. Cenazesini zor taşırken geri dönüp “Allah razı olsun.” diyen koca yürekler gördüm. Şimdi şubat geldi yine. Ama öyle büyük bir yangın gördüm ki hiçbir şubat soğuğu ferahlatmaz, hiçbir zemheri ayazı üşütmez beni.
Hayriye KOÇ
Balıkesir Bandırma Müftülüğü Kur’an Kursu Öğreticisi